| Konu: | 2017 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Tasarısı ile 2015 Yılı Merkezi Yönetim Kesin Hesabı ilk görüşmesi münasebetiyle |
| Yasama Yılı: | 2 |
| Birleşim: | 31 |
| Tarih: | 05.12.2016 |
AK PARTİ GRUBU ADINA MEHMET NACİ BOSTANCI (Amasya) - Sayın Başkan, değerli arkadaşlar; öncelikle herkesi saygıyla selamlıyorum.
Muhalefet partilerinin değerli temsilcilerini dinledik. Bütün eleştirilerin başımızın üstünde yeri var. Esasen on dört yıl boyunca iktidar olan ve iktidar kalan AK PARTİ'nin aklı, siyasi aklı eleştiriler karşısında öfkelenmek, kızmak, husumet duymak, laf yetiştirmek, mukabilinde laf çarpmak şeklinde asla olmadı. Bizim yaklaşımımız her zaman, toplum bütün çeşitliliğiyle farklı siyasi ideolojik anlayış algıları çerçevesinde ne söylüyor, nasıl düşünüyor, bunlara ilişkin bir dikkat, bir ihtimam, bir kulak verme ve bunlardan faydalanma şeklinde bir siyasi akılcılıkla davrandık. Esasen on dört yıl bu memlekette iktidar olabilmenin sihrinin, büyüsünün -eğer arayanlar var ise- onun da burada olduğunu söylemeliyim.
Ama her şeyden önce, izninizle, 100 yaşında olan Cemil Meriç'i bir kez daha rahmetle ve minnetle anmak isterim. Cemil Meriç'in kitaplarını okuyanlar elbette onun talebesidirler; görmeseler, görseler, hiç fark etmez. O tür insanlar kitapları üzerinden konuşmaya ve yaşamaya devam ederler. 13 Haziran 1987'de İstanbul'da vefat etti, doğru ama kitapları yaşamaya devam ediyor. Onlar okundukça her bir insanda onun kelimeleri, sözleri, onun perspektifi, onun bakış açısı, ışıklı beyni elbette ki yaşamaya devam ediyor. Cemil Meriç önemli çünkü Cemil Meriç toplumun vicdanını temsil ediyor. Farklı siyasetlerde olabiliriz, farklı anlayışlarda olabiliriz. Nitekim burada farklı siyasetten arkadaşlar da Cemil Meriç'e hem şu bütçe konuşmaları sırasında atıf yaptılar hem de zaman zaman Meclisteki konuşmalarda dipnot veriyorlar, önemli. Siyasi sınırları aşkın bu tür vicdanların varlığı ve bunlardan faydalanmak, ne dediklerini anlamak, bunlara kulak vermek hem toplumu anlamak bakımından hem geleceği görmek bakımından hem de siyasi aklı basiret içerisinde olgunlaştırmak için gerekli. Cemil Meriç okunmadığından şikâyet ederdi. Kitaplarını gönderdiği çok saygı duyduğu yazarların da kendisine bir cümle olsun dönüp cevap vermediğinden bahsederdi. Ümit ederim şimdi daha fazla okunuyordur. Geçmişe baktığımızda da bu tür insanların toplumun ortak vicdanı olarak çok önemli bir işlevi yerine getirdiğini görürüz. Sonuçta biz bir toplumuz, tartışmalar yaparız, atışmalar yaparız ama ortak bir kaderimiz ve geleceğimiz var. Bunu tahkim eden tuğlalar karşısında da saygıyla davranmak önemli.
Burada bütçeye ilişkin konuşmaları dinlerken aklıma Japon yönetmen Akira Kurosawa'nın "Rashomon" filmi geldi. 1950'de çekmişlerdi bu filmi. Siyah beyaz bir filmdir. Esasen Japon sinemasının dünyaya seslenmesinde de önemlidir çünkü insanlığın değişmez bir hikâyesini anlatır. Hem 1950'de hem de emin olun şu bütçe görüşmeleri sırasında burada olup bitenlere ilişkin bize bir şey söyler Rashomon. Hikâyesi özetle şu: Bir olay yaşanıyor -ormanda, bir haydut, bir samuray- olayı görenlerin her biri kendine göre bir hikâye anlatıyor. Rashomon'u seyredenler hatırlayacaktır. Hayat biraz böyle galiba. Şimdi, Türkiye'yi de bütün partiler bir şekilde görüyorlar ve anlatıyorlar. Muhalefet partileri anlatırken, işin dramatik boyutunu çok sanatkârane bir şekilde, daha da trajik hâle getirmek için söz sanatlarının bütün unsurlarını kullanıyorlar. Peki, mükemmelliğe ilişkin anlatı? Orada da aynı söz sanatları var. Mesele, iyi ile kötü arasındaki makası alabildiğine açmak ve buradan iktidara bir eleştiri çıkartmak. Türkiye'yi nasıl görüyorlarsa öyle anlatıyorlar bütün partiler, biz de öyle. Biz de öyle ama biz iktidar partisi olarak her hâlde, takdir edersiniz ki daha geniş bir perspektiften görmeye çalışıyoruz. "Bunun kanıtı nedir?" derseniz, "Bize hikâye anlatma, kanıtın ne?" derseniz; kanıtı, sonuçta biz, gördüğümüz Türkiye'yi anlatırız, millet de gördüğü Türkiye üzerinden bize cevap verir. Bunun kanıtı, milletin gördüğü Türkiye çerçevesinde her bir sandıkta ortaya koyduğu tavırdır. (AK PARTİ sıralarından alkışlar) Millet diyor ki: "Kardeşim, senin gördüğün Türkiye'nin hakkı bu kadar; senin gördüğün Türkiye'nin hakkı bu kadar; senin gördüğün Türkiye'nin hakkı da bu kadar, yola devam et."
Biz mükemmel miyiz? Mükemmel değiliz. Zaten ne derler? "Mükemmel, iyinin düşmanıdır." İtalyan siyaset bilimci Sartori'nin "Demokrasi Kuramı" diye çok muhkem bir kitabı vardır. "Demokrasinin düşmanı onun karşıtları, hasımları değildir." der, "Demokrasinin düşmanı mükemmel demokrasidir." Öyle bir demokrasi düşünürsünüz ki o demokrasiyi âdeta, eskilerin dediği gibi -haşa- ilahi bir âlemde bulursunuz. O demokrasi bir türlü yeryüzüne inmez. Nitekim, muhalefetteki arkadaşların iktidar eleştirileri de iyinin düşmanı mükemmellik üzerinden gidiyor. Tabii ki mükemmeli anlatalım ama aynı zamanda sözlerle inşa edilen bu mükemmellik kendi pratiğinizde nedir, onu da görmek gerekir; konuşmak kolay, dilin kemiği yok. Güzelliği anlat dur. Retorik sanatları eski Yunan'dan beri var ama hayat, pratik, orada yaptıklarımız, bunlar önemli.
Bütçeyi görüşüyoruz. Arkadaşlar, bütçe işinin temeli, devlet milletten alır ve geri millete verir. Bütün hikâyesi budur bütçenin. Hani bütün o istatistikler falan var ya "Şuraya şu kadar, buraya bu kadar, şurada da şunu verdiniz, kalkınma oranları da bu." vesaire, vesaire. Devlet dediğimiz organizasyonun en temel vasfı, milletten toplar, yine siyasi bir anlayışla -piyasa anlayışıyla değil- millete geri verir. Peki, bunu yaparken ölçü nedir? Eğer bir ülkede diktatörlük var ise milletten acımasızca toplar, belli sınıfları destekler; bir ülkede demokrasi var ise orada da milletten toplar, millete adilane, dengeli bir şekilde dağıtır. Zaten o dağıtımı yapmazsa demokratik teorinin esası millet o iktidarın ipini çeker. Milletimiz 2002'den bu yana sandığa gidip aynı zamanda her bir bütçeyi, yapılan her bir harcamayı, ortaya konulan her bir pratiği değerlendiriyor mu? Evet, değerlendiriyor. Şunu diyor AK PARTİ'ye: "Vallahi, senin bu milletten toplaman da, harcaman da, benim anlayışıma göre, hakkaniyete ve adalete uygun. Belki mükemmel değil ama iyi, makul, mantıklı, uygun." Bu ülke demokratikleştikçe, bu ülke şehirleştikçe, bu ülke özgürleştikçe, emin olun, bu işler mükemmelliğe doğru gidecektir. Ümit ederim, hepimizin katkısıyla olur bu işler.
Kıymetli arkadaşlar, bu on dört yıllık süre içerisinde biz nelerle karşılaştık? Esasen, bunlar çok konuşuldu. On dört yıldır, böyle, tulum, son derece uygun şartlarda, her şey güllük gülistanlık ve biz burada iktidar ediyoruz; öyle bir durum yok. Bir kere, 2002'de AK PARTİ iktidara geldikten sonra bu iktidara karşı, hasım çevrelerin gizli-açık organizasyonları oldu mu? Oldu. Birtakım kumpaslar, entrikalar oldu mu? Oldu. 2007'de Cumhurbaşkanlığı seçimi olacağı zaman çıkıp birileri "Siz yüzde 99,5 oy alsanız bile Cumhurbaşkanını seçemezsiniz." deme cüretini gösterdi mi? Kime güveniyor bu insan? Bu ülkedeki o yüzde yarım kim? Kim karar veriyor? Cumhurbaşkanı seçimine yüzde 99,5 karar veremeyecek, yüzde yarım karar verecek(!) Böyle bir Türkiye gerçekliğine sırtını yaslamış birileri ulu orta meydan okudu mu? 2007'den bahsediyorum, okudu. 2008'de bu partiye kapatma davası açıldı. 2008'de dünya ekonomik krizi yaşandı. Sayın Genel Başkan "Ne krizi?" dedi ama benim bildiğim, dünyanın her tarafında krizden bahsediliyor. Ekonomik krizler 1929 Dünya Ekonomik Krizi'yle mukayese ediliyor. Yani bütün bunlardan haberdar olmak lazım. Türkiye izole bir ülke değil ki. Türkiye Avrupa'yla da bağlantılı, Amerika'yla da bağlantılı. Birisi Avrupa'da öksürse biz de burada üşüyoruz. Dünya bu kadar birbirinin içine girmiş. Bir kriz ortamı yaşıyoruz, ekonomik kriz ama sadece ekonomik krizden ibaret değil; bunun siyasi, toplumsal sonuçları oluyor. "Avrupa Birliği" diyoruz. Avrupa Birliğiyle şimdi aramız biraz limoni. Niye limoni?
MUSA ÇAM (İzmir) - Biz yaptık, onu da biz yaptık Hocam!
MEHMET NACİ BOSTANCI (Devamla) - Siz, tabii, eleştirmek için, CHP'li arkadaşlar eleştirmek için gözlerini AK PARTİ'ye dikmişler, "AK PARTİ ne diyor?" diye bakıyorlar. Allah için biraz da Avrupa'ya bakın. Avrupa'dakiler ne diyorlar, Avrupa'dakiler neler söylüyorlar? Kendi içine gömülen, kendi içine kapanan bir Avrupa. Küçülen ekmeğini paylaşırken dışarıda yabancı istemeyen bir Avrupa. Yabancıyı kovalamak -tabiri caizse- kapılarından öteye atmak için yabancı düşmanlığının, kültürel ırkçılığın, her türlü ırkçılığın, "İslamofobia"nın yükseldiği bir Avrupa. Bakın, İtalya'da, Fransa'da, Avusturya'da, Hollanda'da, Almanya'da ırkçı hareketler yükseliyor. Niçin yükseliyor? Dünya ekonomik krizi, pastanın küçülmesi, "Yabancı istemiyoruz." siyasetlerinin yükselişi. Türkiye kim? Türkiye de bu adamların gözünde yabancı. Elbette Avrupa bunlardan ibaret değil ama bütün bunların yürüttüğü bir siyaset, Türkiye'ye verdikleri birtakım eleştiriler, dile getirdikleri çok zalim, çok acımasız eleştiriler var. Elli beş yıldır Avrupa Birliğinin kapısında bekliyor Türkiye, İngiltere Başbakanı "3000 yılında bile olamazlar." diyor. Ne güzel tarih değil mi? Burada Türkiye'ye yönelik bir aşağılama yok mu? Biz bunun karşısında susacak mıyız? "Ey Avrupa! Ey Avrupa!" demeye mi devam edeceğiz? Tabii ki bu ülkenin duruşuna ilişkin mukabil eleştirileri dile getirmeliyiz. Ben beklerdim ki CHP'li arkadaşlar da AK PARTİ'yle bu kadar uğraşmak yerine biraz da Türkiye'nin hakkına, hukukuna ilişkin, şu Avrupa eleştirisine dair birtakım değerlendirmeler yapsınlar. Ben hiç duymadım. Anlıyorum, rakip partileriz, tamam, iktidara gelmek istiyorsunuz, söyleyin, sonuna kadar söyleyin ama biraz da hakkaniyet canım, biraz da Avrupa'ya laf söyleyin.
MUSTAFA HÜSNÜ BOZKURT (Konya) - Çok söyledik, çok.
MEHMET NACİ BOSTANCI (Devamla) - Kıymetli arkadaşlar, bu siyasi dil, bu siyasi retoriğe ilişkin bazı hususları ifade etmem lazım. Sayın Genel Başkanı burada dinledik, retorik bakımından gayet güzel bir konuşma yaptı. Mesele şu...
MUHARREM ERKEK (Çanakkale) - Gerçekleri söyledi.
MEHMET NACİ BOSTANCI (Devamla) - Gerçekler, gerçekler farklı.
Mesele şu: Şimdi, siyasi eleştirileri dile getirirken sözleri bağlamından kopartmamak lazım, bağlam meselesi mühimdir. Eğer AK PARTİ'nin ifade ettiği kimi beyanlara, kimi siyasetlere ilişkin eleştiri getiriyorsanız bağlamıyla birlikte ona dikkat etmek, oradan bir tür "kes-yapıştır" mantığıyla alıp başka bir bağlama taşımamak önemlidir. Zygmunt Bauman diye bir sosyolog vardır; bağlamı anlatırken -dilde çok önemlidir bağlam meselesi- şöyle bir örnek verir: "Şişedeki süt temizdir ama şişeyi kırarsanız süt yere dökülür, bağlamı değişir, artık o kirli bir süttür." der. Ne değişmiştir? Bağlam değişmiştir, süt aynı süttür ama bağlamı değiştiği için artık kirli bir süttür. Dil de böyledir, bağlamını değiştirirseniz kastın ötesinde farklı manalar çıkarırsınız.
Ben şimdi böyle yapmayacağım ama Sayın Kılıçdaroğlu'nun Trabzon il başkanları toplantısında yaptığı bir konuşmanın bağlamı değiştirilerek aslında nasıl zalimane bir şekilde kullanılmaya müsait olduğuna ilişkin bir örnek vereceğim. Bunu yapmayacağım, sadece örnek olsun diye söylüyorum. Sayın Genel Başkan diyor ki orada, il başkanlarının toplantısında, aslında bence çok değerli bir iç eleştiri yapıyor: "Akşam meyhanelere gidiyoruz, açıyoruz rakıları, mezeler geliyor, başlıyoruz genel başkandan, öbür tarafta il başkanı, ülkeyi kurtarıyoruz." diyor. Sonuçta "Sahaya çıkalım, halkımıza derdimizi anlatalım. Çok kendi içimize gömülmeyelim." bağlamında bir şey söylüyor. Ama emin olun, ben zalim bir şekilde eleştirmeye kalksam buradan öylesine, böyle kahredici -tabiri caizse- ilham verici, metaforik anlamlar çıkarırım. Doğru olur mu? Olmaz. Bunu niye söylüyorum? Aynı işi sizin de yapmamanız lazım.
Mesela, bakın, şu...
BÜLENT YENER BEKTAŞOĞLU (Giresun) - Hocam, söyleyeceğini söyledin, daha gerek yok.
MEHMET NACİ BOSTANCI (Devamla) - Bakın...
MUSA ÇAM (İzmir) - Dilinin altındaki baklayı çıkar Hocam.
MEHMET NACİ BOSTANCI (Devamla) - Hayır hayır, bakla makla yok.
Kıymetli arkadaşlar, birincisi, şu fiilî ve hukuki durum meselesi. Ne dediniz? Bunu biz söyledik "Fiilî durum ile hukuki durum uygun hâle gelmeli." dedik. Siz hemen orada feryat figan başladınız. Yani "Fiilen hukuku ihlal ediyorsunuz, şimdi hukuka uygun hâle getirmek için çaba gösteriyorsunuz." Böyle dediniz değil mi? Bütün diskurunuz ve eleştiriniz bunun üzerinden gelişti. Peki, bizim söylediğimiz neydi? Bağlamından kopartılan neydi? Bağlamından kopartılan şuydu: 2007 yılında Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesini bu Parlamento karar altına aldı mı? Aldı. 2014'te de Cumhurbaşkanını halk seçti mi? Seçti. Peki, Cumhurbaşkanını halkın seçmesiyle birlikte bu ülkede durum ne oldu? Buradaki sistemin adı ne oldu? Kıymetli arkadaşlar, eğer ben yanlış okumadıysam -bir siyaset bilimi hocası olarak söylüyorum- bir ülkede cumhurbaşkanı seçimle geliyorsa, parlamento seçimle oluşuyorsa ve parlamentonun içinden bir hükûmet ortaya çıkıyorsa bunun adı yarı başkanlıktır, başka bir şey değildir.
MAHMUT TANAL (İstanbul) - Yok, yok, yanlış.
MEHMET NACİ BOSTANCI (Devamla) - Öyledir, öyledir.
ALİ ŞEKER (İstanbul) - Parlamenter sistem.
MEHMET NACİ BOSTANCI (Devamla) - Mahmut Bey, git literatüre bak. Cumhurbaşkanını halk seçiyorsa, parlamentoyu da halk seçiyorsa ve parlamentonun içinden de hükûmet çıkıyorsa yarı başkanlıktır. Dışarıdan olursa...
MAHMUT TANAL (İstanbul) - Yok yok.
ALİ ŞEKER (İstanbul) - Her değiştiğinde sisteme mi uyacağız biz yine?
MEHMET NACİ BOSTANCI (Devamla) - Tabii ki başka hukuki düzenlemeler var.
MUHARREM ERKEK (Çanakkale) - Değerli Hocam, Cumhurbaşkanını halkın seçtiği parlamenter sistem bu.
ALİ ŞEKER (İstanbul) - Tamam, parlamenter sistem seçsin yine.
MEHMET NACİ BOSTANCI (Devamla) - Söylenen şu, bizim dediğimiz şu: Arkadaşlar diyoruz, Cumhurbaşkanını halkın seçmesiyle birlikte ortada sisteme ilişkin bir dengesizlik durumu söz konusu, bunu yerli yerine oturtmak lazım.
ALİ ŞEKER (İstanbul) - Dengesiz işler yapmayın o zaman.
MEHMET NACİ BOSTANCI (Devamla) - Bunun için gerekli olan Anayasa değişikliklerini yapmak lazım. Ha, biz ne diyoruz? Biz "Başkanlık gelsin." diyoruz. Siz de buna itiraz ediyorsunuz, son derece saygıdeğer. Edin ama neye itiraz ediyorsunuz? Komisyon kurduk, Anayasa Komisyonu değil mi? 24'üncü dönemde de vardı. CHP'li arkadaşlar dediler ki: "Başkanlığı getiremezsiniz, başkanlığı tartışamazsınız, başkanlık diktatörlüktür." Ya, bir dakika. Başkanlığa ilişkin daha teklif ortaya gelmiş değil, ortaya ne konulduğu belli değil. Eğer bunlar demokratik hassasiyetten kaynaklanan eleştiriler olsaydı, ben o zaman şöyle beklerdim: "Sizin getirmiş olduğunuz teklifte şu, şu hususlar, uygulamalar demokrasiyle uyuşmuyor kardeşim. O bakımdan da getirdiğiniz teklif demokrasiye uygun değil. Siz, evet, diktatörlüğe, despotluğa yol açacak tarzda bir sistem değişikliği öneriyorsunuz." Hayır, CHP bunu demiyor, "Getiremezsin, yapamazsın, teklif dahi edemezsin..." Bunun demokrasiyle ne alakası var? Sabah akşam demokrasiden bahsediyorsunuz. Yüzde 50 oy almış bir iktidar partisinin kendi teklifini getirmesine bile yüzde 25 oy almış bir siyasi parti ambargo koyma hakkını görüyor kendinde. Ya, insanlar şöyle düşünür: "Yüzde 25'le başkalarının da ne düşüneceğine, ne yapacağına karar veren bir parti, Allah korusun, yüzde 35 oy alsa ne yapar?" diye insanlar endişelenir arkadaşlar.
KAZIM ARSLAN (Denizli) - Korkmayın, korkmayın!
MEHMET NACİ BOSTANCI (Devamla) - Şimdi, Sayın Kılıçdaroğlu, parlamenter sistemi savunduklarını ifade ediyor, yüz kırk yıllık bir gelenekten bahsediyor. Eğer bu anlatıya bakacak olursak Türkiye'de yüz kırk yıldır parlamenter bir gelenek var. Ben de düşünüyorum şimdi, "Bu gelenek yüz kırk yıl nasıl oldu?" diye. 1876 değil mi Anayasa'nın ilanı ve Parlamentonun teşekkülü? Sonra, Osmanlı-Rus Savaşı, Parlamento yok. Sonra, 1908'de İkinci Meşrutiyet Dönemi'nde yeniden Parlamento açılıyor. İttihat ve Terakki... 1913 Babıali Baskını, İttihatçı zabitler milletvekillerinin sırtına tabanca dayamış bir vaziyette karar aldırıyorlar. Parlamenter geleneğe bak? Sonra, Birinci Dünya Savaşı ve nihayet 29 Ekim 1923, cumhuriyet... Arkadaşlar, "Yüz kırk yıllık gelenek." dediğinizin içinde eğer 1876'daki Anayasa'yı esas alacak olursak -hadi diyelim ki- rejimin adı "meşruti monarşi." 29 Ekimde -cumhuriyet- rejim değişmiş. Yani, sizin gelenek dediğiniz şeyde gelenek yok aslında. 29 Ekim 1923 cumhuriyetin ilanı, ondan bir ay önce de Cumhuriyet Halk Partisi kuruluyor, biliyorsunuz, eylül ayında ve tek parti, bütün milletin partisi olarak kuruluyor -o dönemki anlayış öyle- sonra da 1946, 1950, malum bildiğimiz tarihsel gelişmeler. Hangi gelenek? 1950'den sonraki dönemde de parlamenter sistemin ne kadar baskı altında olduğunu, vesayet altında olduğunu, neyi konuşup neyi konuşamayacağını hepimiz az çok okuduk, yaşı erişenler de yaşadı; 1960 darbesi, 1971, 1980, 1997... Daha sayayım mı? Ortada bir gelenek falan yok, ortada parlamenter sistemin iyi kötü yola devam etmeye çalıştığı bir durum var. Üstelik, bütün bunlar söylenirken "Siz rejim değişikliği yapacaksınız." diye itiraz ediliyor ama o yüz kırk yıllık geleneğin içinde zaten rejim değişikliği var; o "süreklilik" diye arz ettiğiniz, aktardığınız hususun karşısında bir rejim değişikliği var. Yani, mantıken burada bir tutarlılık görmek çok da mümkün değil.
Şimdi, bir başka örnek vereyim bu "bağlam" meselesiyle ilgili. 29 Ekim Salı günü Sayın Genel Başkan, Sayın Kılıçdaroğlu grup toplantısında konuşuyor. Bakın, muhalefeti hep cankulağıyla dinliyoruz.
MUSA ÇAM (İzmir) - Biz de sizi dinliyoruz Hocam.
ÖMER FETHİ GÜRER (Niğde) - Faydalanmıyorsunuz ama.
MEHMET NACİ BOSTANCI (Devamla) - Şehitlik ve ona ilişkin bürokratik uygulamalara dair, fark olduğuna dair bir değerlendirme yapıyor. Biz şunu biliyoruz: Şehitlik yüce Allah'ın makamında rütbesi olan bir iştir, insanların yaptığı ancak bürokratik düzenlemeler olabilir, onun ötesine geçmez. Bürokratik düzenlemelerde fark olduğuna dair bir şey söylüyor fakat bunu söylerken -dikkatle dinledim- bakın şöyle bir cümle kullanıyor: "İşte o Hükûmet bölücü bir Hükûmettir." diyor. Kime? Bu Hükûmete diyor, "Bölücü bir Hükûmettir." diyor. Şimdi, bölücülüğün Türkiye'de müktesebatını hepiniz hatırlarsınız. Ben düşünüyorum -bir CHP'li olarak bakacak olsam- demek ki Türkiye'de bölücü bir Hükûmet iş başında. Sayın Kılıçdaroğlu bu cümleyi söyler söylemez grup toplantısında bulunan kıymetli CHP'li arkadaşlar da yüzlerinde bir gülümseme, hararetle alkışlıyorlar. Ben CHP'lilerin vatansever olduğundan eminim ve eğer gerçekten Sayın Kılıçdaroğlu'nun dediğine inansalar, memleketin başında bölücü bir Hükûmet var diye düşünseler asla alkışlamazlar, vah vah ederler "Nasıl oldu da bölücü bir Hükûmet iş başına geldi?" diye. Peki, neyi alkışlıyor bu arkadaşlar? Aslında, Hükûmetin bölücü olduğuna falan inanmıyorlar. "Sayın Genel Başkanımız Hükûmete bu vesileyle ne güzel çakıyor." diyorlar değil mi? Alkışladıkları bu. (AK PARTİ sıralarından alkışlar) Peki, ne üzerinden çakıyor? Bölücülük üzerinden çakıyor. Yapmayın, bu kavramları bu kadar ucuz, bu kadar ulu orta kullanmak doğru mu arkadaşlar? Bölücülükten bahsediyorsunuz. Tamam, AK PARTİ'yi eleştirin ama memlekette "bölücülük" deyince insanların aklına gelen ile eleştiri getirdiğiniz hususlar arasındaki bağı, dengeyi, kavramın taşıma kapasitesini hesap etmek gerekmez mi?
Değerli arkadaşlar, burada en çok konuşulan konulardan biri "tarafsız yargı", "bağımsız yargı", "Bağımsız yargı istiyoruz." değil mi? Bunlar hep söylendi. Başka neler söylendi? Bazı hararetli konuşmacılar geldiler buraya -sizden de çok geldi- "Hesap vereceksiniz!", "Yargılanacaksınız!" dediler böyle gözümüzün içine bakarak. Bir dakika, ne oldu bağımsız yargıya, tarafsız yargıya? Şöyle deseler anlarım: "Yarın tarafsız, bağımsız yargı gelince hakkınızda bir soruşturma yürütülecektir herhâlde, tahmin ediyoruz, biz hâkim değiliz ama sonra ne olur bilmiyoruz." Hadi bu kabul edilebilir mantıken. "Yargılanacaksınız!", "Hesap vereceksiniz!" deyince insan otomatik olarak şöyle düşünüyor: Acaba "tarafsız ve bağımsız yargı" derken "Hele biz bir iş başına gelelim, bizim tarafsız ve bağımsız yargıyı görürsünüz." tarzında bir gizli fanteziniz mi var? (AK PARTİ sıralarından alkışlar)
MUSA ÇAM (İzmir) - Yapma Hocam, hiç alakası yok. Nereden çıkarıyorsunuz?
MEHMET NACİ BOSTANCI (Devamla) - Evet, evet.
MUSA ÇAM (İzmir) - Bekir Bey arkada, o bile gülüyor sizin söylediğinize.
MEHMET NACİ BOSTANCI (Devamla) - Sonra, eski bir devrimci romantik retorik vardır; böyle, çıkardı çocuklar -ben de Siyasalda okurken- "Halka hesap vereceksiniz." diye bağırırlardı. Baktım, CHP Grubunda da o romantik geçmişi hatırlatan nostaljik sözler söyleniyor bizim için, "Halka hesap vereceksiniz." diye. Gerçi burada da söylendi "Halka hesap vereceksiniz." diye. Ya, arkadaşlar, demokratik sistemin içindeyiz, zaten hep halka hesap vere vere geliyoruz; siz de veriyorsunuz, biz de veriyoruz. Buradaki sonuç, halka verilen hesabın sonucu. (AK PARTİ sıralarından alkışlar)
Peki, FETÖ'yle mücadele... Sayın Genel Başkan FETÖ'yle mücadele konusunda bence bir kolaj mantığıyla birtakım olayları aldı, oradan bir senaryo çıkarttı, bir anlatı çıkarttı.
ÖMER FETHİ GÜRER (Niğde) - Ya, senaryo olur mu Hocam ya!
MEHMET NACİ BOSTANCI (Devamla) - Aynı mantıkla, kolaj mantığıyla başka tür bir senaryo da çıkartabilirsiniz. Temel duruşunuz nedir, önemli olan bu.
ALİ ŞEKER (İstanbul) - Bizim temel duruşumuz belli başından beri.
MEHMET NACİ BOSTANCI (Devamla) - Sayın Genel Başkan burada bir saat konuştu, emin olun dikkatle dinledim. Dedim ki acaba her "FETÖ" dediğinde AK PARTİ'ye buradan bir ihale çıkartan bu konuşma tarzının ötesinde ayrıca "Ya kardeşim, biz de FETÖ'yle şöyle mücadele ettik, şöyle mücadele edeceğiz, şunları da yapmak lazım." diye bir şey söyleyecek mi? Söylemedi, tek kelime söylemedi.
ALİ ŞEKER (İstanbul) - "Gerçek FETÖ'cülerden hesap sorun." dedi.
MEHMET NACİ BOSTANCI (Devamla) - Ama ne zaman AK PARTİ'ye çakacak Sayın Genel Başkan FETÖ üzerinden çaktı. Bende şöyle bir izlenim oluştu, onu söyleyeyim: FETÖ sadece AK PARTİ'yi eleştirinin bir aracı, evet, bütün anlatımın oturduğu hikâye budur. Geçmişe gitti, geçmişte 2004 MGK kararları vesaire, oradan AK PARTİ'ye bir ihale çıkarttı. Bugüne geldi, oradan bir ihale çıkarttı. Artık herkes şu 17-25 Aralık hikâyesinin ne olduğunu biliyor. Sonuçta bir de kasa, kutu mevzusuna atıf yaparak aynı FETÖ diskuru içerisinden bir eleştiri daha getirdi. Buna çok üzüldüğümü ifade etmeliyim.
Kıymetli arkadaşlar, bakın, bu FETÖ dediğimiz yapı karanlık bir yapı. Böyle, tarihe tersinden bakmayalım, 15 Temmuz 2016'da bunlar darbe yaptı, oradan geriye doğru bakarsanız başka türlü okursunuz, geçmişten bakarsanız başka türlü okursunuz. Bunlar meşruiyet ile gayrimeşru organizasyonun iç içe olduğu bir yapı. Kendilerini sureti haktan göstermek için her şeyi yapmışlar, yaptılar, toplumun içine nüfuz ettiler. On binlerce, yüz binlerce insana ulaştılar, onlardan yardımlar aldılar. "Kuyu kazıyoruz Sudan'da, Afrika'da fakirlere yardımcı oluyoruz." Bütün bu hazırlık ve tahkimat kırk yıllık süre içerisinde iktidar odaklı bir tahkimattı. Bakın, AK PARTİ hasımlığından bahsetmiyorum, iktidar odaklı. Kırk yıl önce bunlar yola çıkarken 2010'lu yıllarda iktidarın kim olacağını bilebilirler miydi? Hayır. Siz olsaydınız aynı işler sizin başınıza gelecekti.
FETÖ ne zaman FETÖ oldu? Bu sureti haktan görünmeye çalışan, gayrimeşruluğu çekirdeğinde organize etmiş yapı ne zaman FETÖ oldu? Bir: 15 Temmuz; mutabık mıyız? 15 Temmuz, mutabıkız. İkincisi, 17-25 Aralıktır. Niçin? İkisi de aynı genetik koddadır. Bakın, bana hiç "Balyoz", "Ergenekon" demeyin, onlar mevzi olaylardır.
BÜLENT YENER BEKTAŞOĞLU (Giresun) - Hocam, bizi güldürme gözünü seveyim!
MEHMET NACİ BOSTANCI (Devamla) - Halkın seçtiği bir iktidara karşı polis, istihbarat ve hukuk organizasyonu üzerinden bir darbe girişiminde bulunmuşlardır.
ALİ ŞEKER (İstanbul) - İktidara dokunana kadar inanmayacaksın!
MEHMET NACİ BOSTANCI (Devamla) - 15 Temmuz ve 17-25 Aralık aynı genetik koddaki iki iştir, onun dışındakilerin hiçbiri öyle değildir. 17-25 Aralıkta da yapılan, biz iktidarda olduğumuz için bize karşıdır.
Orada FETÖ'cülerin ortaya koyduğu ve kamuoyunu iktidara karşı hareketlendirmek için kullanmaya çalıştığı kimi verilere aklınız yatmış olabilir, ayakkabı kutusuydu filan gibi kışkırtıcı unsurlara. Ama sizden şunu ayırt etmeniz beklenirdi: Halkın seçtiği bir iktidara karşı girişimde bulunan karanlık bir örgüte tavır almak ile öbür ayırdığınız konuları kendi hukuki zemininde tartışmak veya orada speküle etmek tarzında bir ayrım, siz onu yapmadınız. Orada 17-25'te FETÖ kamuoyunu hareketlendirmek için iktidara karşı ortaya ne malzeme koyduysa siz de o malzemeyi AK PARTİ'ye karşı kullandınız; asıl yanlış olanı, benim için trajik olanı, hâlâ kullanmaya devam ediyorsunuz, bu bana tuhaf geliyor.
MUHARREM ERKEK (Çanakkale) - Rüşvetler ne oldu, rüşvetler!
MEHMET NACİ BOSTANCI (Devamla) - Peki, siz... Yani "FETÖ'yle mücadele iktidarın görevi." Tamam, iktidarın görevi; sizin hiç mi göreviniz yok? Siz nasıl mücadele ediyorsunuz?
ALİ ŞEKER (İstanbul) - Biz uyardığımızda siz ne yaptınız?
MEHMET NACİ BOSTANCI (Devamla) - Ne yapıyorsunuz FETÖ'ye karşı? Böyle oturdunuz, "İktidar ne yapıyor?", hemen iktidara buradan iki taş atalım; bu pozisyon iyi bir pozisyon değil. Dolayısıyla, mesele memleketse, hani vatansa gerisi teferruattır. Madem öyle, teferruatla uğraşmayın, vatan meselesine gelin, vatan meselesine. (AK PARTİ sıralarından alkışlar)
TÜRABİ KAYAN (Kırklareli) - Siz gelin, siz!
MEHMET NACİ BOSTANCI (Devamla) - Aslında HDP'li arkadaşlara söyleyecek çok sözüm vardı...
MAHMUT TOĞRUL (Gaziantep) - Şu fotoğraflara bak da söyle Naci Bey, şu fotoğraflara bak da söyle.
MEHMET NACİ BOSTANCI (Devamla) - ...fakat Sayın Kılıçdaroğlu diskuru itibarıyla fazlasıyla şu yarım saatlik konuşmamda pay aldı.
Size sadece şu kadarını söyleyeyim kıymetli arkadaşlar: Demokrasi, özgürlükler, serbest irade, hukuk... Çok söylüyorsunuz. Sizin pratiğiniz ne? Bu konularda sıfır, pratiğiniz sıfır arkadaşlar. (AK PARTİ sıralarından alkışlar)
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
SİBEL YİĞİTALP (Diyarbakır) - Pratiğimizi halk mahkûm edebilir, halk; siz pratiğimizi mahkûm edemezsiniz.
BAŞKAN - Efendim, bir dakika ekliyorum.
MEHMET NACİ BOSTANCI (Devamla) - Adınız "Halkların Demokratik Partisi" değil mi?
SİBEL YİĞİTALP (Diyarbakır) - Evet, öyleyiz.
MEHMET NACİ BOSTANCI (Devamla) - Ama ne zaman kendinizi böyle baskı altında hissetseniz "halkımız" diye konuşmaya başlıyorsunuz. Ne oldu "halklar"a? "Halkımız" diye kime söylüyorsunuz? (AK PARTİ sıralarından alkışlar)
SİBEL YİĞİTALP (Diyarbakır) - Halkımıza söylüyoruz.
MEHMET NACİ BOSTANCI (Devamla) - Kime? Kime?
SİBEL YİĞİTALP (Diyarbakır) - Halkımıza söylüyoruz.
MEHMET NACİ BOSTANCI (Devamla) - "Halklar" ne oldu?
SİBEL YİĞİTALP (Diyarbakır) - Sizin halkınıza ne oldu?
MEHMET NACİ BOSTANCI (Devamla) - Kürtler... Kürtler...
SİBEL YİĞİTALP (Diyarbakır) - Onlarca zırhlı araçla ablukaya aldığınız halktan ne bekliyorsunuz?
MEHMET NACİ BOSTANCI (Devamla) - Başka bir partiye oy verdiklerinde saygıdeğer midir, onurlu mudur söyleyin. (AK PARTİ sıralarından alkışlar) Onlara "makul Kürt" diye başlayıp aşağılamaktan baskı uygulamaya kadar her şeyi yapıyorsunuz. Bu mu demokrasi? Bu mu özgürlük? Kendinize bakın, kendinize.
SİBEL YİĞİTALP (Diyarbakır) - Sandıkta halk mahkûm eder, sandıkta.
MEHMET NACİ BOSTANCI (Devamla) - Bu lafları burada gelip retorik olarak kullanmak farklı bir şey, pratiğin içerisinde bunları hayata taşımak farklı bir şey; pratiğiniz sıfır arkadaşlar.
SİBEL YİĞİTALP (Diyarbakır) - Sandığa müdahale edemezsiniz.
MEHMET NACİ BOSTANCI (Devamla) - Saygılarımla. (AK PARTİ sıralarından alkışlar)
BAŞKAN - Teşekkür ediyorum Sayın Bostancı.