GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: Millî Eğitim Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarı ve Teklifleri münasebetiyle
Yasama Yılı:2
Birleşim:25
Tarih:23.11.2016

MHP GRUBU ADINA KAMİL AYDIN (Erzurum) - Teşekkür ederim.

Sayın Başkan, çok kıymetli milletvekilleri; ben de birinci bölüm üzerine Milliyetçi Hareket Partisi adına söz almış bulunmaktayım. Yüce Meclisi saygılarımla selamlıyorum.

Konuşmama başlamadan önce, öncelikle TEOG sınavına girip terleyen yavrularımıza başarılar diliyorum ve onlara büyük sabır ve metanet gösteren ailelerini de yine kutluyorum.

Efendim, birkaç saat sonra 24 Kasımı gösterecek takvimlerimiz. Malumunuz, yarın Öğretmenler Günü. Tabii, Öğretmenler Günü'nü kutlarken öncelikle bize bir harf değil, çok harf öğreten öğretmenlerimizi burada yâd etmek istiyorum. Bize biz olmayı öğreten, ebediyete intikal etmişlere rahmet, hayatta olanlara da sağlık, afiyet dileyerek sözlerime başlamak istiyorum.

Fakat, bir grup var ki onlara da buradan atıfta bulunmadan geçemeyeceğim. Bunu bir hatıramla inşallah taçlandırıp öyle Öğretmenler Günü'nü daha anlamlı ve veciz bir şekilde ifade etmeye çalışacağım. Efendim, üniversite yıllarımız... Anadolu'nun iki ilinden gelmiş, hedefleri öğretmenlik olan 2 arkadaştık. Çok zor şartlardaydık, 12 Eylülün o ağır şartları henüz olmuştu. Ranzamı -altlı üstlü, Kredi Yurtlarda- Fevzi Katar diye, Elâzığ'ın yiğit, yağız bir delikanlısıyla paylaşma imkânım oldu. Bu kardeşimiz de ben de gerçekten ekonomik olarak düşük gelirli sayılabilecek bir aile geçmişinden gelen fakat idealleri yüksek 2 öğretmen adayıydık. Okulumuzu bitirdik, hayallerimize Allah'a şükür kavuştuk. Ben akademik çalışmalarımı yapmak üzere bir eğitim kervanına katıldım; o Fevzi kardeşim de, o Elâzığ'ın yiğit insanı da öğretmen oldu. Fakat, 1994 yılında, bu sevgili kardeşim memleketinden çok uzak olmayan Tunceli'nin Pertek ilçesinde teröristler tarafından lojmanından dışarı çıkarılıp katledilen 5 kişiden birisi oldu. İnanın hatırladığım en önemli şey, bu kardeşim ve benim ilk kredimizle aldığımız bir parkaydı; bazen o giyerdi, bazen ben giyerdim. Bir de onun memleketinden tahin gelirdi, benimkinden pekmez; karıştırır sabah kahvaltılarını birlikte yapardık. Bu arkadaşımız 11 nüfuslu bir ailenin tek umuduydu ve kendisi öğretmenlik gibi kutsal bir vazifeyi ifa ederken maalesef hain teröristler tarafından kahpece katledildi.

Şimdi, sevgili kardeşimin şahsında eğitim camiasının bugüne kadar şehit olan bütün neferlerini -onlar kutup yıldızlarıdır, özellikle eğitim camiasının gerçekten aydınlatıcı kutup yıldızları olduklarına inandığım için söylüyorum- onları huzurunuzda rahmetle anıyorum, minnetle anıyorum. Allah onların şehadetini bizim üzerimizden eksik etmesin.

Saygıdeğer milletvekilleri, Millî Eğitim Bakanlığımızın bünyesinde, eğitimin tüm aşamalarında ve eğitimin bütün paydaşlarını kapsayan son zamanlarda bir sorunlar sarmalıyla karşı karşıyayız. Mütemadiyen, gerçekten, Türkiye'de bütün bakanlıklarda olduğu gibi Millî Eğitim Bakanlığında da bir sorun yumağı bizleri meşgul etmektedir. Şimdi niye bunu söylüyorum? Çünkü, eğitimin önemli paydaşları var: Bir tarafta öğrencilerimiz var, büyük bir sayı; bir tarafta onların velileri var yani bizler varız; bir de eğitim ve öğretim faaliyetinde bulunan büyük bir kadro var. Bu üç paydaşı da dikkate aldığımızda, gerçekten eğitimin bu üç ayağını da çok yakinen ilgilendiren birtakım sorunlar yaşıyoruz. Bunları çok kısa başlıklar altında ifade etmeye çalışacağım. Bunların en başında... Bakın, şimdiye kadar birçok konuşmacı şu anda görüşmekte olduğumuz kanunla ilgili, detaylı, maddeler üzerinde konuştular ama geneli gözümüzden kaçırmamak lazım. Çünkü, projeksiyonu iyi yaparsak sorunları çözmede daha anlaşılır olur, önümüzü daha rahat görürüz kanısındayım. Şimdi, bunlara baktığımızda, bir kere, hâlâ daha fiziki şartlarında eksiklikleri olan birçok okulumuz var -evet, kayda değer bir büyüme, gelişme bu zamanın ruhuna uygun olarak buna tanıklık etmekteyiz ama- hâlâ velilerden katkıda bulunulmasını isteyen birçok okulumuz var, hâlâ bir sınıfta birkaç sınıf eğitim yapıldığına tanıklık etmekteyiz, hâlâ temizlik malzemesi velilerden istenen bir eğitim konseptimiz var maalesef.

Bunun yanı sıra, bakın, sürekli değişen bir sınav formatıyla karşı karşıyayız, bu, eğitimin bütün aşamalarında öyle. Yani daha önceleri bir anasınıfı, okul öncesi eğitim mantığından, bir anda ne olduysa 4+4+4'e geçtik, baktık ki olmadı, tekrar sistemi değiştirmeye çalışarak yeniden okul öncesi eğitime bir dönüş. Sınavların artık isimlerini tutamıyoruz hafızamızda. Yani "SBS" mi desem, "OKS" mi desem, "TEOG" mu desem, hangisi size neyi hatırlatır inanın karıştırıyoruz zaman zaman bizler de. Bu, ortaöğretim için de geçerli, üniversite aşamasına gelmiş evlatlarımız için de geçerli. Tamamen bir tutarlı olmayan, bir deneme yanılma mantığıyla kurulup bozulan bir eğitim sistemiyle baş başayız. Bunun en üstünde, bakın, çok güzel bir metafor olacak ama bakanlıklar arasında da en çok bakan değiştiren Millî Eğitim Bakanlığı, enteresandır. Ha, demek ki istikrar sıkıntımız var. Eğer gerçekten istikrarlı bir şekilde... Çünkü, en uygulaması başarısız olabileceği öngörülen bir proje dahi eğer istikrarla takip edilirse başarıya dönüşür ama en başarılı projelerden hızlı değişimler sağlayarak sürekli başkasına geçişler olursa bu allameicihan olsa başarıya muhtaçtır. Dolayısıyla, bizim, Millî Eğitim Bakanlığındaki ta Bakan değişikliğiyle başlayan istikrarsızlık sınav formatlarıyla devam ediyor, müfredatlar da bunun cabası. Niye? Çünkü, bakıyoruz müfredatlar sürekli değişkenlik arz ediyor. Şimdi, buna bir de son zamanlarda Talim Terbiye Kurulunun yayımladığı kitaplara bakıyoruz. Bu kürsülerden söyledik, geçen seneki kitapları inceleme imkânımız oldu, inanın o kadar büyük anakronistik yani tarihî hatalar var ki. Ya, düşünebiliyor musunuz, Floransa'yı Fransa'ya götürüyor tarih kitapları 9'uncu sınıf kitabında. Efendim, 1997'de Başbakan olan Sayın Turgut Özal deniliyor. Yahu 1997 ve rahmetli Özal. Şimdi, efendim bir medeniyet haritasıyla karşılaşıyoruz, haritada Avustralya kıtasına Avusturya büyük yazısı yerleştiriliyor. Şimdi böyle bir Talim Terbiye, böyle bir yayım mantığı olmaz. Şimdi nedenlerini söyleyeceğim, önce cem edeyim hepsini sayayım sırayla ondan sonra Sayın Bakanım da burada, onlara da bunun nedenini arz edeceğim.

Son zamanlarda yine beni gerçekten derinden etkileyen Talim Terbiye Kurulunun uhdesinde olan bir olayı aktarmak istiyorum. Çok değerli bir hocamız, bir büyüğümüz, Türk bilim tarihine yazdığı kitaplarla gerçekten anlam kazandırmış bir büyüğümüzden Millî Eğitim Bakanlığı Talim Terbiye Kurulu bir kitap talebinde bulunuyor. "Efendim, bir eğitim sosyolojisi kitabı istiyoruz." "Hayhay." Emekli olmasına rağmen gözlüklerini takıyor, çalışma masasına oturuyor ve bu kitabı revize ederek yayına hazırlıyor. Yayına gönderiyor ama maalesef Talim Terbiyedeki özellikle liyakat esasına göre atanmamış yetkililer tarafından, o kitabın değerini ölçecek kapasitede olamayanlar tarafından basıma uygun görmediler, son raddede kabul edilmedi, reddedildi. Niye, niye? Bahane ne? Yani inanın -isim vermeyeceğim ama- gerçekten Türk bilim hayatında benim gördüğümde heyecanlandığım bir bilim adamı. Otuz kırk yılını Türk bilim hayatına vermiş, Kutadgu Bilig hakkında Türkiye'de ender birkaç eserden birini yazmış önemli hocamızın bu eserine "Yayımlanamaz." diyen o arkadaşları buradan protesto ediyorum, detaylı bilgileri de Bakan Bey'e vereceğim.

Şimdi, niye böyle oluyor? Ne oldu da reddedildi? Neyi eksikti? Efendim, özellikle bu korsan yandaş sendika mantığı mutlaka bir şekilde devreye giriyor; Millî Eğitim Bakanlığının bütün kademelerinde olduğu gibi. Zaman zaman bizi de incittiği için bunu mütemadiyen söylüyoruz, böyle olmaz. Bakın, bir FETÖ olayı yaşadık, bundan hâlâ daha ders çıkarmıyoruz. Niye? Çünkü liyakati ön plana almadık da onun için başımıza bunlar geldi. Ama lafta hep "liyakat" diyoruz, "ehliyet" diyoruz. Peki, işi ehline ne zaman vereceğiz? Allah korusun, felaketlerden sonra mı aklımıza gelecek? Kimdir bunlar, bu büyük eserleri değerlendirme cüretini gösterenler gerçekten kendileri ne kadar büyük, merak ediyorum.

Değerli milletvekilleri, bakın -öğretmen atamalarında mütemadiyen dile getirildi- bir başka sorun, hummalı bir sorun, hepimizin sorunu bu; ne olur artık boşalan kadrolara hızlı bir şekilde atayalım, eğitimsiz okul kalmasın, öğretmensiz okul kalmasın, branşlarının dışında derse giden hocalar olmasın. Herkes, Allah'a şükür, Türkiye Cumhuriyeti devletinde her branşta yetişmiş kardeşlerimiz hazır görev almaya, en zor şartlarda görev almaya hazırlar, bunların önünü açalım bir an önce.

Özellikle bir başka sıkıntı: Efendim, bir sendika bahanesiyle on binlerce öğretmen açığa alınmış. Yani şimdi, bu sendikayla ilgili artık bürokrasiden, siyasi erkten, Hükûmetten, kamuoyundan, STK'lardan gerekli tepkiler geldi, böyle bir suç unsuru olamaz. Devletin yasal olarak açtığı bir sendikaya üyeymiş de onun için açığa alınmış. O zaman düğmeyi ta yukarıdan başlatmak lazım. Eğer bu sendika bir suçluluk odağı ise bu sendikanın her aşamasında yetki ve sorumluluk alan herkesle işe başlamak gerekir diye düşünüyoruz.

Bir başka, yine öğretmenlerimizin gerçekten talep ve istekleri, özellikle özlük hakları noktasında... Biraz önce rakamsal birtakım veriler verildi, tekrar etmek istemiyorum ama iş şartları çok sağlıklı değil, inanın çalışma şartları çok yerinde değil, kazanımları çok sağlıklı değil. Bu konuda da özellikle Hükûmetimizden destek istiyoruz.

Bakın, yine bir başka kanayan yaradan bahsedeceğim. Şimdi, niyeyse bir kavram kargaşası içerisindeyiz millî eğitim başta olmak üzere, ad koyamıyoruz. Yani, bir buçuk asırlık bir "müfettişlik" kavramımız var, gerçekten çok oturmuş, çok sistematik, çok da işleyen bir kavram. Ya arkadaşlar, şu müfettişlere bir ad koyamıyoruz. İmtihanla yaptık, aldık. Gerçekten, seçilmiş, her biri kendi alanında rüştünü ispatlamış müfettişlerimiz vardı, ilköğretim müfettişleri oldular bir ara. Şimdi, ne oldu? Bunlar, merkezî sınavlarla 90 ve üzeri alan müfettişler bir anda göze batmaya başladı. Yine, sendika devreye girdi, "Efendim, benden olsun." Yani, ben bunu kabullenemiyorum. Bir bürokratın, bir müşavirin, efendim, bir genel müdürün, müsteşar yardımcısının, hatta müsteşarın üzerinde kendini gören bir sendikacıyı ben kabul edemiyorum; bu, ne akla ne mantığa ne ilme ne irfana, hiçbir şeye sığmıyor. Bunların bir an önce gerçekten hadlerinin bildirilip ait oldukları yere gönderilmesi gerekir. Müfettişlerden rahatsız oluyorlar. Ne yapalım? Müfettiş seçme sınav formatını değiştirelim aynen öğretmenlerde yaptığımız gibi. Ne yapalım? Mülakat koyalım. Neyi mülakat edeceğiz? Allah aşkına, otuz yıl emek vermiş, Anadolu'nun her köşesinde öğretmenlik yapmış, maddi manevi bütün varlığını çocuklara adamış, idealist bir yapıyı niye bozuyorsunuz, niye, niye? Yarın Öğretmenler Günü. Yani, o müfettişlere ne diyeceğiz? Adını değiştirelim, o bahaneyle sınav formatını da değiştirelim. Bakanlık müfettişi olsun. Olmadı hayır, maarif diyelim. Hayır, tekrar ilköğretim diyelim, tekrar 'maarif' diyelim. Böyle bir deneme-yanılmayla bu yapıları yapboza çevirirsek sağlıklı bir sonuç alamayız.

Özellikle, bu ikircikli yaklaşımı müfettişlerden hareketle okul yöneticilerine de yapıyoruz. Millî Eğitim Bakanlığının gerçekten düne kadar çok yetenekli, çok kalifiye, çok liyakatli kadrolarını zayi ediyoruz; küstürüyoruz insanları, inanın bir kenara atıyoruz. Bunları artık il millî eğitim müdürlerinden başlayarak aşağıya kadar, silsilesiyle liyakati, ehliyeti yani bugünün ifadesiyle uzmanlığı dikkate alarak, o konudaki yeterliliği dikkate alarak atamaları yeniden gözden geçirelim diyorum.

Yüce heyeti saygıyla selamlıyorum. (MHP sıralarından alkışlar)

BAŞKAN - Teşekkür ediyorum Sayın Aydın.