GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: Millî Eğitim Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarı ve Teklifleri münasebetiyle
Yasama Yılı:2
Birleşim:24
Tarih:22.11.2016

HDP GRUBU ADINA MERAL DANIŞ BEŞTAŞ (Adana) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; ben de Millî Eğitime yönelik kanun tasarısıyla ilgili söz almış bulunmaktayım.

Önce, bu Millî Eğitimde neler oluyor? Gerçekten, şu anda iktidarın öğretmenlere, eğitime yaklaşımı nedir? Aslında, en çok tartışılan meselelerden biri. Şunu söylemek istiyorum: Gerçekten, şu anda Türkiye'de birçok alanda olduğu gibi eğitim alanında da iktidar kendine biat edecek, itaat edecek mülakatlarla yeni bir sözleşmeli öğretmenlik müessesesini yerleştiriyor ve bu gerçekten, 25 Temmuz 2016 tarihinde zaten yayımlanan 668 sayılı OHAL KHK'siyle mülakatla alınan ve buna dayalı sözleşmeli öğretmen alımı zaten şu anda uygulamaya geçirilmiş durumda ve bu durumda da zaten, KHK'lerle iktidarın her konuda olduğu gibi eğitim alanında da Meclisi, Parlamentoyu tümüyle devre dışı bıraktığını ve bu konuda tümüyle kendi iradesini yaşama geçirdiğini görüyoruz. Tam anlamıyla, Meclis baypas edilmiştir.

Peki, bu sözleşmeli öğretmen alımı neye dayanıyor? İktidarın gerekçeleri şunlar: Darbe girişimini gerçekleştiren paralel yapılanmanın mülakatlar aracılığıyla devlet kadrolarına tekrardan girmelerinin engelleneceği iddia ediliyor. Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerindeki öğretmen ihtiyacının karşılanacağı ve öğretmen kalıcılığının sağlanacağı, iddialardan ikincisi. Diğeri ise sözleşmeli öğretmenlerin sorunsuz olarak kadroya geçmek için daha etkin bir çalışma yürüteceklerine yönelik savdır. Bu her üç gerekçe de gerçekle, hayatla, Millî Eğitim kadrolarının pratiğiyle ve şu anki uygulamayla kesinlikle uyuşmuyor.

Bir kere, paralel yapılanmanın devlet kadrolarına yerleşmesi, iddia edildiği gibi KPSS nedeniyle gerçekleşmedi. Bilakis, 2010'dan bugüne, özellikle kamuda üst sınıf pozisyonlar için başlatılan ve daha sonra neredeyse her kademeye yaygınlaştırılan mülakatlarla gerçekleştirildi. KPSS aracılığıyla kamuda göreve başlayan paralel yapıyla ilişkili kişiler ise doğrudan sınavın kendisi nedeniyle değil, sınav sorularının belirli çevrelerce servis edilmesi sonucu yerleştirilmiştir. Özellikle 2010 ve 2012'de bu konunun kamuoyuna mal olması sonucu oluşan tepkilere ise dönemin Hükûmeti hiçbir şekilde kulak asmamış, kulak ardı etmiş ve etkin bir soruşturma yürütülmesini de engellemiştir ve sağlamamıştır.

Yine, ikinci tezde ise diyorlar ki: "Bölgede, Kürt illerinde, kürdistanda öğretmenleri tutamıyoruz, bu nedenle buna başvuruyoruz." Bir kere, öğretmenlik toplumla iç içe olan bir meslektir. Öncelikle, politika, bölgedeki toplumsal sorunların çözümüne yönelik olmak zorundadır. Bölgedeki öğretmenlerin sürekli tayin istemelerinin nedeni hâlâ sağlanamamış olan barış ortamıdır. Şu anda çatışmaların, şiddetin, karşılıklı ölümlerin devam etmesi sebebiyle öğretmenler gitmek istememektedir. Hükûmetin barış ortamını sağlamaktan ziyade, böyle palyatif çözüm önerileriyle ve gerekçelerle bu sava sığınması da ayrıca büyük bir acziyetin göstergesidir.

Yine, üçüncü sav ise aslında bu konuda Hükûmetin görüşlerini çürütüyor. Yine bu konuda gerçekten meslektaşlar arası iç barış, hukuk zedelenmiş ve bununla ilgili işsiz kalma korkusu yaşayan sözleşmeli öğretmenlerin ekonomik ve sosyal hakları konusunda mücadele yürütmeleri dahi etkilenmiştir. Ama, asıl mesele, Hükûmet sözcülerinin ileri sürdükleri bu savlarda gizledikleri asıl bir amaç var, temel gaye var, o da kendi kadrolarını oluşturma çabasıdır, kadrolaşma çabalarıdır ve bölgede etkin olan muhalif sendika örgütlülüğünü kırmaktır. Bu amacı gizlemek için görünürde kendilerince yeni gerekçeler yaratmaktadırlar. Yani burada şunu özetle söylemek istiyorum: Kesinlikle AKP'ye sadakat, itaat ve biat temel aslında belirleyendir ve bunu gizleme çabaları beyhude bir çabadır.

Değerli arkadaşlar, bu OHAL'in ilanından sonra gerçekten en fazla mesleğinden ihraç edilen, açığa alınan kesimlerden biri de eğitimcilerdir ve şu anda binlerce eğitimci maalesef bu konuda büyük bir sıkıntı içinde, kendi işlerinden, kendi geleceklerinden, çocuklarıyla olan bağlarından kopmuş durumdalar. Size sadece iki örnek vereceğim. Şu anda Diyarbakır E Tipi Cezaevinde tutuklu bulunan Adile Ekinci. Kendisi -bizzat dosyasını okudum- sendikal faaliyetlere katıldığı gerekçesiyle şu anda tutuklu, cezaevinde ve oğlu Agit 4 yaşında. Ailesiyle yaptığımız görüşmede, 4 yaşındaki çocuk şu anda antidepresan kullanıyor, annesi ihraç edilmiş ve annesini görmeye bile gitmek istemiyor. Yine, diğer bir öğretmen Fatma Gülçiçek. 2 yaşında bir çocuk, emzirme çağında Şerman ve egzaması olduğu için maalesef doktorlar cezaevinde kalmasına izin vermiyor çünkü bulaşıcı bir hastalık ve çocuğa orada bakım koşulları yok. Psikiyatriye götürdüler geçen hafta babası ve ailesi, psikiyatr Şerman için şunu önerdi: "Davranış bozukluğu var, bu annesinden ayrı, annesinin kazağını ya da bir kıyafetini gece çocuğa verin, onun kokusuyla uyursa ya da o psikolojiyle belki biraz daha rahatlar." Bunun gibi şu anda yüzlerce öğretmen, eğitimci Hükûmete biat etmediği için, itaat etmediği için, sendikal haklarını kullandıkları için ihraç edildiler ya da cezaevine atıldılar ya da farklı yöntemlerle açığa alındılar.

Millî Eğitime ilişkin ilerleyen bölümlerde yine partimizin görüşlerini ifade edeceğiz ama şu anda Türkiye'de konuşulması yasaklanan Hükûmet tarafından basın-yayın organlarına en sert sansürün uygulandığı, Türkiye'nin üçüncü partisine yapılan darbenin görünmez kılınmaya çalışıldığı gerçeğiyle Meclisin yüzleşmesi gerekiyor. Buradaki milletvekilleri aynı sıralarda oturdukları bir partinin eş genel başkanları ve 8 milletvekiliyle birlikte toplam 10 milletvekilinin şu anda cezaevinde rehin tutulduğu gerçeğini gözardı edemez. Gerçi şu gerçeği de çok iyi biliyoruz: Bu milletvekili arkadaşlarımız şu anda bu sıralarda oturan ve dokunulmazlığın kaldırılmasına olumlu oy veren milletvekillerinin iradesi sonucu şu anda cezaevindeler ve temsil edildikleri seçmen kitlesinin haklarını, özgürlüklerini, siyasetini yürütemiyorlar. Bunu bu Meclisin en temel gündemi kendi üyelerinin şu anda rehin olarak tek kişilik hücrelerde tutulmasıdır. Bundan daha önemli bir gündem yoktur, bundan daha önemli bir gündem olamaz. Eğer demokrasi seçme ve seçilme hakkını, sandıktan çıkma hakkını garantiye alıyorsa, herkesin kendi temsilcisini seçme hakkını veriyorsa ve o sandıktan çıkan iradenin burada tanınmaması söz konusuysa, bu Meclisin kendisine, aynen 15 Temmuz akşamı atılan bombalar gibi darbe atılmıştır. Şu anda asıl darbe ve asıl bombalar 4 Kasım gecesi atılmıştır Meclise çünkü o gece, 6 milyon insanın oyuyla seçilen milletvekillerinin birer suçluymuş gibi, birer mafya örgütünün üyeleriymiş gibi, sanki çok büyük farklı suçlar işlemişler gibi evleri basıldı ve hukuksuz bir şekilde gözaltı işlemi uygulandı. Ankara'da evi bulunan Eş Genel Başkanımız Sayın Figen Yüksekdağ'ın kapısı kırıldı. Onun deyimiyle "haydutlar gibi" güvenlik kuvvetleri gidip o evi basıp bir milletvekilinin, 6 milyon iradenin "Benim liderimdir, Eş Genel Başkanımdır." dediği kadının evini zorla, haydutlar gibi kırıp onu gözaltına almışlardır. Diğer Eş Genel Başkanımız Selahattin Demirtaş'ın evinde ben de bulundum, yetiştim gözaltına. Diyarbakır'ın dörtte 1'i kuşatılmıştı, oradaydım. Kar maskeliler, Özel Harekât timleri, polisler, bütün Emniyet, nereden güç getirilmişse yığılmış, partinin Eş Genel Başkanını gözaltına alıyorlar. Bizim konuşmamıza bile izin verilmedi ve diğer milletvekili arkadaşlarımızla birlikte Diyarbakır Emniyet Müdürlüğüne gece saat bir buçukta götürüldüler.

Peki, bu gerçekten Hükûmet yetkililerinin söylediği gibi zorla getirme kararına ya da ifade vermemeye yönelik bir yanıt mıydı? Büyük bir yalan; asılsız, mesnetsiz bir beyan. Neden bunu söylüyorum? Bir milletvekiline mevcut, yürürlükteki Anayasa'ya göre, Ceza Muhakemeleri Kanunu'na göre, hangi kuralı söylerseniz söyleyin, gözaltı işlemi uygulanamaz. O milletvekillerinin, dokunulmazlığı kalkan milletvekillerinin fezlekeyle sınırlı olarak dokunulmazlıkları kaldırılmıştır. Ve bu da yetmedi, aynı gün -Türkiye'de savcılar arasında ortak bir koordinasyon yoktur, üst bir savcılık makamı yoktur- Bingöl, Diyarbakır, Mardin, Şırnak, Hakkâri hepsi bir anda savcılar -herhâlde bir vahiy geldi bir yerlerden- aynı saatte, eş zamanlı, paralel operasyonlarla aynı dakikalarda gözaltı yaptılar. Birileri uçakları ve jetleri de hazır etmişti. Nedense aynı anda bizim Mardin Milletvekilimiz Gülser Yıldırım özel helikopterle bir saatlik yoldan Diyarbakır'a getirildi. Yine, Ankara'dan gözaltına alınan milletvekillerimiz önce Diyarbakır'a getirildi, özel jetlerle, helikopterlerle Bingöl'e, Şırnak'a ve Hakkâri'ye götürüldü. Bu organizasyon ve bu komplo, bu darbe büyük bir hazırlık sonucuydu.

Savcılara kim talimat verdi? Bunu Meclis ortaya çıkarmak zorundadır. Savcıları kim o gece harekete geçmesi için talimatlandırdı? Savcıların üstü kimdir bu ülkede? "Yargı bağımsızdır." diyenlere söylüyorum. Kendileri yargıdan kaçmak için bin bir yola başvurdular. Kendi avuçlarına, kucaklarına aldıkları yargıyı silah olarak kendi rakiplerine, siyasi partilere yönelik bir silah olarak kullanıyor.

Şu anda Türkiye'de yargı, siyaseti devre dışı bırakmak için... Seçimlerde bizimle yarışılmıyor. Gelin, seçimlere gidelim. Şu anda Mardin Büyükşehir Belediyesi Eş Başkanı 74 yaşında Sayın Ahmet Türk gözaltında. Ya bu utanç o kadar büyük ki söylerken bile emin olun sesimin titremesini engelleyemiyorum. Bu nasıl bir aymazlıktır? Ve sonrasında çıkıp bize deniliyor ki: "Efendim, savcılar bağımsızdır. İfadeye gitmediler, o yüzden alındılar." Bu nasıl bir gerekçedir?

Anayasa burada değerli arkadaşlar. Hepiniz eminim biliyorsunuz, Anayasa 83/3: "Türkiye Büyük Millet Meclisi üyesi hakkında, seçiminden önce veya sonra verilmiş bir ceza hükmünün yerine getirilmesi, üyelik sıfatının sona ermesine bırakılır; üyelik süresince zamanaşımı işlemez." Burada hükümden söz ediyor, bir soruşturmadan değil. Hüküm, kesin hüküm. Balbay kararı var -kendisi de burada- AİHM kararları var, Anayasa Mahkemesi kararları var ama bu birilerine yetmemiş, "Biz, fiilen bu hukuksuzluğu yaşama geçireceğiz." demişler. Şu anda arkadaşlarımız aynı hukuksuzlukla verilen talimatlar sonucunda tek kişilik hücrelerde tutuluyor. Bu, nasıl bir intikam duygusudur? Bu nasıl bir kindir? 1994 yılında bile -o dönemin koşullarını eleştirenler herhâlde şu anda kafalarını kaldırıp yüzümüze bakamıyorlardır- o zaman koğuşlar arasında kapılar açıktı ve milletvekilleri istedikleri görüşmeyi yapıyorlardı. Zincirbozan'da bile, o dönem yatanlar, diyorlar ki: "Biz tatil yaptık darbeden sonra." O kadar rahat cezaevi koşullarında. Şu anda cezaevine alınmaları zaten büyük bir skandal, büyük bir siyasi darbe; bu da yetmiyor, orada tecritle, izolasyonla, bizim arkadaşlarımızla görüşmelerimizin engellenmesiyle ekstra cezalar uygulanıyor.

"Peki, arkadaşlar, ne soruldu milletvekili arkadaşlarımıza, eş genel başkanlarımıza?" diye sorabilirsiniz bize. Çoğunun dosyasını okudum. Bir kere, savcılar sorularında -getireceğim ileriki günlerde, tek tek tutanakları okuyacağım- fezlekeye bağlı soru sormamışlar. "Sizin hakkınızda şu fezleke var, hakkınızdaki iddia bu. Buna ne diyorsunuz?" diye bir soru yok. Genel, herhangi bir soruşturma dosyası gibi bir dolu soru sormuşlar. "Hangi fezleke numarası?", "Dokunulmazlık kalkmış mı?", "Savcı bunu sormaya yetkili mi?", "Bu milletvekilinin dokunulmazlığı var." diye avukatların itirazı da dikkate alınmamış. Daha da ileri gitmişler -şu anda tutanakları getirmedim, ileride getireceğim- Abdullah Zeydan ve Selma Irmak'a -somut örnek veriyorum- savcılık fezlekeye bağlı sorma zahmetinde bulunmuş, demiş ki: "Şu tarihte şu konuşmayı yaptınız, şu tarihte şu etkinliğe katıldınız." Ve karar bölümünde diyor ki: "Şundan serbest bırakılmasına, şu iddiadan serbest bırakılmasına..." Son madde, diyor ki: "Ama çok sayıda propaganda yaptığından, fazlaca etkinliklere katıldığından bunun propaganda boyutunu aştığı ve örgüt üyeliği suçunu oluşturabileceği kanaatiyle tutuklanmasına..."

Hukuk fakültesinde bunu hangi öğrenciye sorarsanız orada savcının suç işlediğini, görevini kötüye kullandığını, aldığı talimat sebebiyle böyle davranmak zorunda bırakıldığını görür ve bu dosyalar... Türkiye tarihinde, bu süreç -4 Kasım darbesi ve sonrasında yaşadıklarımız- kesinlikle Türkiye'nin en karanlık dönemlerinden birini oluşturuyor.

Şu anda burada oturması gereken arkadaşlarımız cezaevindeler. Nasıl böyle bir şey kabul edilebilir? Dokunulmazlığın kaldırılması yargılamaya olanak vermektir. Hükûmet sözcüleri, Cumhurbaşkanı, Başbakan koro hâlinde -ezberlemişler çünkü aynı cümleleri söylemeleri lazım- "İfade vermeye gitmediler." diyorlar. Biz niye ifade vermeye gitmediğimizi biliyoruz. Fezlekeleri hazırlatanların siz olduğunuzu biliyoruz. Bu fezlekelerin soruşturmaya, soruşturmanın iddianameye ve iddianameyi de karara dönüştürmek istediğinizi, yargı üzerindeki operasyonunuzun tam da bu amaçla olduğunu çok iyi biliyoruz. Bizim bağımsız ve tarafsız bir yargı önünde söyleyemeyeceğimiz, savunamayacağımız hiçbir sözümüz yoktur. Yargılandığımız dosyaların hepsi bu kürsüden söylediğimiz sözlerdir. Yeni bir sözümüz yoktur. O dosyaların hepsini, merak eden milletvekili arkadaşım varsa hepsine gönüllü olarak temin edip vermeye hazırım. "Acaba Selahattin Demirtaş ya da Figen Yüksekdağ ya da Selma Irmak ya da Abdullah Zeydan niçin yargılanıyor?" diye merak ediyorsanız, o yandaş medyaya, o çamur medyaya sakın ola ki bakmayasınız. Çünkü onlar iddianamelerden ve fezlekelerden esinlenmiyor, onlar bir propaganda aygıtı gibi çalışıyor.

Faysal Sarıyıldız en çok tartışılan milletvekili arkadaşımızdır. Faysal Sarıyıldız'ın dosyasında savcının kendisi bizzat "Silah bulunamamıştır." diyor, "Silah yoktur." diyor ve bundan kendisi bir iddianame, bir soruşturma dosyası hazırlıyor ama açıyorsun gazeteleri, yok, efendim, milletvekilinin aracında silah, yok şurada şu bulundu... Ya, bu yalanları nasıl üretiyorlar? Biz mahkeme dosyasına mı inanalım, yoksa basının yalan propagandalarına mı inanalım?

Dün de Sayın Ahmet Türk'le ilgili hemen başladılar propagandaya. Valilik de savcıymış gibi, aynen savcılık makamı gibi "İhbar var." diyor. Ya, gerçekten, gülebileceğimiz bir ortamda bunlara kahkaha atarız. Ne ihbarı ya? Ahmet Türk'le ilgili, örgüt üyesi olduğuna ilişkin, gözaltından önce ihbar alınmış. İhbarı organize et, ihbarı al, kimlik yok, adres yok, TC kimlik yok; hepiniz hakkında, hepimiz hakkında vallahi her türlü ihbar yapılabilir. Bu ülkede, Parlamento üyelerinin bu tip komplolarla, cezaevine gönderildiği, rehin alındığı bu ortamda hiçbirimizin, hiç kimsenin, sizin de bizim de hukuk güvenliğimiz yoktur. Gün gelir, devran döner; hukuka dönmezseniz hukuk size döner ve o hukuk size de hesabını sorar diyorum.

Teşekkür ediyorum. (HDP sıralarından alkışlar)