GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: 668 Sayılı Olağanüstü Hal Kapsamında Alınması Gereken Tedbirler ile Bazı Kurum ve Kuruluşlara Dair Düzenleme Yapılması Hakkında Kanun Hükmünde Kararname (1/748) ile İçtüzük'ün 128'inci Maddesine Göre Doğrudan Gündeme Alınmasına İlişkin Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı Tezkeresi münasebetiyle
Yasama Yılı:2
Birleşim:17
Tarih:08.11.2016

MHP GRUBU ADINA KAMİL AYDIN (Erzurum) - Saygıdeğer Başkan, değerli milletvekili arkadaşlar; 668 sayılı Olağanüstü Hal Kapsamında Alınması Gereken Tedbirler ile Bazı Kurum ve Kuruluşlara Dair Düzenleme Yapılması Hakkında Kanun Hükmünde Kararname'nin tümü üzerinde konuşmak üzere Milliyetçi Hareket Partisi Grubu adına söz almış bulunmaktayım. Hepinizi saygıyla selamlıyorum.

Saygıdeğer milletvekilleri, malumunuz, her şeyi bilen, her şeyi gören, duyan ve her şeye gücü yeten yani muktedir olan mutlak bir varlık vardır. İnananlar için o bizler değiliz, o yüce Yaradan'dır. Dolayısıyla, bizler milletin seçilmiş vekilleri olarak yetki ve sorumluluklarımızın bilincinde ve bir o kadar da sahip olduğumuz gücün sınırlı olduğunun farkında olmalıyız. Bu gerçek bizlerin temsil ettiği yasama organı için geçerli olduğu kadar, yürütme ve yargı için de geçerlidir. Bununla söylemeye çalıştığımız şey, yetki ve sorumluluklarımızın merkezinde ülkenin ve milletimizin sorunlarına çözüm üretmek olduğu kadar, yine onlar adına yapılan yanlış, taraflı, haksız, hukuksuz ve zararlı uygulamalara rıza göstermemektir. Yani, siyasal söylemlerimizi ve öngörülerimizi ifade ederken bireysel, ideolojik veya zümresel bir çıkar ve hedeften ziyade, Türkiye ve Türk milletinin ali menfaatlerini öncelemek zorundayız. İşte, böyle bir saikten hareketle bir taraftan 15 Temmuzda bu necip millete yaşatılanların hesabını sonuna kadar sormalı; öte yandan, hukuk devleti ve adalet çizgisinden taviz vermeden meydana gelen mağduriyetleri ortadan kaldırmak zorundayız. Burada en büyük sorumluluk adli ve idari soruşturma yetkisini kullananlardadır; yani mülki amirler, kurum amirleri, bürokratlar ve bakanlık yetkililerinin yanı sıra hâkim ve savcılara çok iş düşmektedir.

Sayın milletvekilleri, bugün ülkemizde ciddi iç ve dış güvenlik sorunlarına neden olan zincirleme olayları anlama, kavrama ve çözüm üretme adına geçmişe kısa bir göz atmak yerinde olacaktır kanısındayım. Çünkü tarihin benzer koşulların oluşması sonucu tekerrür ettiğine inananlardanım, yani tarihi tekerrür ettiren bizim söylemlerimiz, bizim eylemlerimiz, bizim başarı ve başarısızlıklarımızdır.

Batı'nın "hasta adam" olarak nitelediği Osmanlı 19'uncu yüzyılın ikinci yarısında oldukça zor bir süreçten geçmektedir. Örneğin, tarih 26 Ağustos 1896 ve İstanbul'daki Osmanlı Bankası baskına uğrayarak işgal edilir. Bu yıllar, farklı etnik ve dinî unsurların Batılı devletlerce sürekli provoke edildiği bir dönemdir. Özellikle, Berlin Antlaşması sonrası Osmanlı devleti yakın takibe alınmış ve bu dönemde birtakım komiteler gizli cemiyetler hâlini alarak silahlı isyan ve başkaldırılarıyla hazırlık aşamalarını tamamlamışlardır. Örneğin, 1885 yılında Van'da kurulan Armenakan Komitesi silahlı terörü yöntem olarak seçen ilk ihtilal komitesi olmuştur. 1887'de Cenevre'de kurulan Hınçak Komitesi ve 1890'da Tiflis'te kurulan Taşnak Komitesi Avrupa müdahalesini sağlayarak bağımsız Ermenistan'ı kurma yolunda terörü bir yöntem olarak uygulamaya koymuşlardır. 1890 Haziranında başlayan ve 1896 yılında doruğa ulaşan isyanları bu tür komiteler gerçekleştirmiştir. Bu noktada gerçekleşen olaylar Osmanlı Devleti için önemli bir dış politika sorunu olmuş, Batılı devletlerin bir iç mesele olan bu soruna müdahale etmeleri sağlanmış ve Osmanlı üzerindeki baskı politikalarının artmasına neden olmuştur. Bunu da basın yoluyla başarmışlardır. Batı'nın benzer tutumunun Millî Mücadele ve cumhuriyetin ilk yıllarında da özellikle teali cemiyetleri aracılığıyla devam ettiğini biliyoruz. Fakat, daha yakın tarihimize geldiğimizde benzer şeylerin Türkiye'yi yakından ilgilendiren Irak'ın işgali sürecinde yaşandığına tanıklık etmekteyiz.

1991 yılında ABD ve İngiltere ortak kuvvetlerinin daha sonra işgale dönüştürdükleri ilk Irak operasyonu sonrası Saddam'ın zulmünden kaçan peşmergeler, biraz da Çekiç Güç marifetiyle 1 koyup 100 alacağımıza inandırıldığımız bir dönemde güvenlik amaçlı Türkiye'nin güneyine yerleştirildiler. Sayıları yüz binleri bulan peşmergelere Türk milletinin ve devletinin her zamanki tarihî misyonu gereği evini ve yüreğini açması fazla takdir bulmazken aksine Batı medyasında yani BBC gibi -sözüm ona- çok ciddi yayın organlarında uluslararası yardımların sığınmacılara ulaşmadığı çünkü Türk askeri tarafından yağmalandığı söylenmekteydi. Bu haber için sunulan görüntü ise bölgede geçici kurulan askerî fırınlarda pişirilen ekmekleri dağıtan askerlerdi. Benzer şeyleri yani çifte standart içeren tutum ve davranışları bugün de görmekteyiz. Somut bir örnek vermek gerekirse, en son, malum, milletvekillerinin, efendim, tutukluluk sürecine, gözaltı sürecine baktığımızda Batı medyasının gerçekten tek yönlü bir projeksiyon sunması dikkatleri çekmektedir. Hiç unutmuyorum, cumartesi tesadüfen CNN International'a bir bakma fırsatı buldum. İstanbul'a canlı bağlanıldı ve aynen İstanbul muhabiri Ripley diye birisinin verdiği cümle aynen şöyle: "Efendim, Türkler bir taraftan ISIS -onların 'ISIS' dediği, bizim 'DEAŞ' ya da 'IŞİD' dediğimiz terör örgütüyle- ve bir taraftan da Kürtlerle savaşıyorlar." İnanın, kanım dondu. Yani insan biraz merhamet eder, gerçekten bu kadar da olmaz. Birine "IŞİD", birine "Kürtlerle savaşıyor." demek ne kadar hakkaniyetli olur? Hepimiz söylem analizi yapacak kabiliyetteyiz bu Mecliste Allah'a şükür. IŞİD'in nasıl bir terör örgütü... Eğer etnik bir yapıya atfen söylüyorsan ona "Araplar" demiyorsun ya da "Müslümanlar" demiyorsun ama diğerine niye "Kürtler" diyorsun, niye bizim kardeşlik hukukumuzu zedeleyecek ille de provokatif söylemleri dünya kamuoyuyla paylaşmaya çalışıyorsunuz? Böyle bir şey yok, böyle bir şey olmadı ve kınıyorum burada.

Bu örnekleri neden verdim veya buradan nereye gelmeye çalışacağım? Sayın milletvekilleri, dünyada bütün siyasi, stratejik, kültürel, ekonomik, hatta askerî dengeler güç merkezlidir yani günümüz postmodern kuramlarında da tanımlandığı gibi güç, bilgi dâhil her şeyi maniple eder ve yönlendirir. Yani, "dünya 5'ten büyük" demenin bir kıymetiharbiyesi yoktur. Dolayısıyla, bu acı dünya gerçeği ışığında Türkiye Cumhuriyeti devleti olarak bizim de bu uluslararası arenada yapmamız gerekenleri iyi hesaplamamız lazımdır. Benzer tutum ve yaklaşımlar söylem formatını değiştirmiş olsa da yüz yıl öncesinden farklılık arz etmemektedir. Büyük oyun devam etmekte, Batı, bölgedeki varlığımızdan rahatsız olmayı sürdürmektedir. Çünkü sıradan insanlar, halk ya da toplum bir tarafa, Batılı devletler ve güçler Türkiye ve Türk milletiyle her zaman bir mücadele veya hesaplaşma içerisinde olmuştur. Diğer bir ifadeyle, ilk resmî veya kurumsal karşılaşma sayılan Haçlı Seferleri'nden bu yana Türk milletinin ve devlet geleneğinin Anadolu'daki varlığı hep rahatsızlık yaratmış ve Batı'da intikam duygularını tetiklemiştir. Türk milletiyse en zor şartlarda bile bir, iri ve diri kalarak gereğini yapmaya çalışmıştır. Diğer bir ifadeyle, nifak tohumlarının nüfuz edemeyeceği biçimde safları sıklaştırarak ebet müddet özelliğimizi korumaya gayret etmiştir. Bunun da en yakın örneği, Sevr dayatmalarını yok hükmünde sayarak her türlü baskı, işgal, manda ve himayeye karşı çıkan millî diriliş tavrıdır.

Bugüne gelindiğinde, Türkiye özellikle son on dört yılda iyi yönetilmemesinin de katkısıyla gerek dışarıda ve gerek içeride bir terör sarmalı içerisine sokulmuştur. Bu durumu perçinleyen üst düzey birtakım açıklamalar ve itiraflar hafızalarımızda tazeliğini korumaktadır. Milliyetçi Hareket Partisi bu anlamda, gerçekten, üzerine düşeni yapmıştır. Dün, her zaman terörle müzakere değil, mücadele edilmesi gerektiğini; terörün kaynağında kurutulması gerektiğini, yani Kandil'se Kandil'e gidilip müdahale yapılmasını söyleyen bir harekettir. Ama maalesef, buna o gün kulak kapatanlar bugün gazetelerde manşetlere taşınıyor. Efendim, bilge bir büyükelçimiz demiş ki: "Bizim Başika'da ya da Musul'da başarılı olabilmemiz için Kandil'e müdahale etmemiz lazım." E, "Günaydın!" derler adama. Aradan üç yıl geçmiş, bugün asıl kaynağın, asıl nifakın Kandil'de neşvünema bulduğunu keşfetmiş bu çok bilge büyükelçimiz.

İBRAHİM ÖZDİŞ (Adana) - Daha önce de söylüyordu.

KAMİL AYDIN (Devamla) - Evet, şimdi, bakın, bunu sürekli söyleyen bir hareketin mensubu olarak Allah'a şükür alnımız açık, yüzümüz ak. Niye? Çünkü biz dedik ki: Olağanüstü, evet, kaçınılmazdır. Sınır ötesinde güvenlikli bir bölge olması gerekir, Türkiye aksi takdirde büyük bir göç hücumuna uğrar. Bunları söyledik ama bugün pişmanlıklarımızı yavaş yavaş ifade ediyoruz. Ne diyoruz? "Irak'ta hata yaptık ama aynı hatayı Suriye'de yapmayacağız." Neydi o hata biliyor musunuz? Irak'ta peşmergeyi dost zannettik, ona güvendik ama bugün de aynı hatayı az daha PYD ve YPG sarmalında yapacaktık, Allah'a şükür yapmadık. Bu, gerçekten, Türkiye adına önemli bir adımdır, bunu da söylemeden geçemeyeceğiz.

Çok önceden yapılması gereken stratejik hamleleri yapamamaktan kaynaklı Suriye ve Irak'ta yaşananlar Türkiye'nin aleyhine olmuştur. Bir yandan PKK ve onun Irak ve Suriye uzantıları, öte yandan IŞİD ve FETÖ gibi terör örgütleri ve bütün bu terör örgütleriyle doğrudan veya dolaylı iletişim sağlayan, lojistik, askerî ve diplomatik destek veren ABD, AB, Belçika, Almanya, kim olursa olsun, bu gibi devletler Türkiye'yi köşeye sıkıştırıp uluslararası alanda yalnızlaştırmaya çalışmaktadırlar.

Bu konuda bardağı taşıran en son örneklere dikkatinizi çekmek istiyorum. Belçika mahkemesinin verdiği bir karar, malumunuz, PKK bağlantılı bir davada terör örgütünün mücadele ve savaş içinde olan bir yapı olduğuna karar vermesidir. Yani, gerçekten, uluslararası boyutta bunu nasıl izah edebilecekler? Yani Türkiye Cumhuriyeti devleti yetkililerinin Amerika'da 11 Eylül eylemini yapan El Kaide'ye "Bir mücadele veren, savaş içerisinde olan, hak arayışı içerisinde olan bir örgüttür." demesi ne kadar uluslararası camiada kabul görür? Aynı şey değil mi? Belçika mahkemesi de PKK bağlantılı bir davanın sonucunda bir terör örgütü olmadığını çok net bir şekilde söylüyor, "Türkiye'de mücadele veren bir örgüt" şeklinde tanımlamaya çalışıyor. Benzer tavır Almanya'dan da geldi. Taleplerimiz oldu, uluslararası bağlayıcı birtakım anlaşmalar ışığında birtakım taleplerde bulunduk. Ne dedik? Dedik ki: "FETÖ bağlantılı kişilerin iadesi ve mal varlıklarına el konulması." Oradan da yine aynı şekilde olumsuz cevaplar aldığımız açık bir gerçektir.

Gerek uluslararası camiaya gerekse içerideki vatandaşlarımıza Türkiye Cumhuriyeti devletinin bir hukuk devleti olduğunu icraatlarla ve alınan kararlarla hatırlatmak, inandırmak zorunluluğu vardır. KHK'ların bu bağlamda ele alınıp yorumlanması gerekir. Yani OHAL kapsamında hızlı karar alıp uygulama ihtiyacından doğan acil durumlarla ilgili yararlanmaları gerekliyken bunu bir fırsat bilip olağan Parlamento çalışması ve kararıyla çıkarılacak merkezî birtakım kanunları ilave etmek etik değildir, ya da yetkileri artıran idari ve adli yetkililerin ekstradan durumdan vazife çıkarmasına müsaade edilmemelidir. İdari soruşturma yapan mülki amirlerin, bürokratların, rektörlerin ve birim amirlerinin anayasal sınırların veya hukukun dışına çıkmamaları gerekmektedir. Aynı şey soruşturma yapan savcı ve hâkimlerimiz için de geçerlidir.

Fakat 15 Temmuzdan bugüne kadar geçen süreçte maalesef KHK'lara sığınılarak yapılan birtakım uygulamalar bazı mağduriyetlere, hak ihlallerine neden olmaktadır. Bunların başında, Millî Eğitim Bakanlığı, Türk Silahlı Kuvvetleri, İçişleri Bakanlığı başta olmak üzere çeşitli bakanlık ve kurumlarda mesnetsiz, ispatsız, delilsiz birtakım suçlamalar sonucu insanların, işten el çektirilmesi, atılması veya mahkûm edilmesi söz konusudur. Bu durumda, öngörülen nedenler basitçe, hepimizin bildiği kadarıyla sendika üyeliği, dershane ve özel okullara kayıtlı olma ya da okuma, Bank Asya'da işlem yapma, gazete, dergi aboneliği gibi sudan sebeplere bağlıdır.

Şimdi, bu anlamda, gerçekten elimize çok yoğun bir şekilde şikâyet talepleri gelmektedir. Nedir bunlar? Çok somut bir iki tane örnek paylaşacağım. Geçen hafta memleketimdeydim, din görevlilerinden bir grup geldi, "Sayın Milletvekilim, ne olur, bizler görevden uzaklaştırıldık, tekrar iade edilmemiz için karar geldi ama bir türlü müftü efendi bunu işleme koymuyor..." Niye? "Bekleyin." Neyi bekliyormuş? Kanun hükmünde kararname bekliyormuş. Niye? Çünkü hukuk önünde aldıkları işe dönme kararı yetmiyor müftü efendiye. Bir de bir yerden icazet istiyor, teklif bekliyor. Peki, suçunuz neydi isnat edilen? "Biz seçimlerde AK PARTİ aleyhine çalışmışız." diyor. Başka ne yapmışsınız? "Antipropaganda yapmışız, devlet ricaline saygısızlık yapmışız." Peki, ne diyecektiniz? Ben gerçekten kulaklarımla duyduğum çok çirkin bir şeyi ifade etmek istiyorum. Bir din görevlisi camiye giren bir bakan ya da bir milletvekili için şöyle bir cümle kurabilir mi Allah aşkına? Hepimiz Müslümanız. "Şu anda aramızda falan falan bakanımız var, camimizi şereflendirdiler." Allah aşkına, böyle mi imam isteyeceğiz biz? Allah'ın emrini anlatan, nehyettiği şeyleri anlatan, emrettiği şeyleri anlatan bir imam tiplemesi mi, yoksa orayı siyasi bir arena gibi gösterip kendine bir pozisyon almayı önceleyen bir imam tipi mi istiyoruz?

Şimdi, tabii, intiharlar çoğaldı. Saygıdeğer milletvekilleri, gerçekten bunlar içimizi kanatan şeyler, sizlere de geliyor bu bilgiler. İntiharlar çoğaldı. İmam asıyor kendini, öğretmen asıyor, polis asıyor, yargıç asıyor, asker asıyor. Bir sıkıntı var o zaman, işleyişte, çarkta gerçekten hukuku engelleyen bir sıkıntı var. Bunu bir an önce çözmek zorundayız, bu mağduriyetleri bir an önce yok etmek zorundayız.

Efendim, öte yandan, Hükûmetin Yenikapı'da ete kemiğe bürünen ortak dil ve asgari müştereklerden ortak hareket etme ruhunu incitebilecek siyasi atamaların, kadrolaşmanın ve ayrımcılığın devam etmesi de dikkat çeken diğer olaylardan bir tanesi. Yani bu arada bir de talandan mal kaçırır gibi yeni atamalar, efendim, yeni pozisyon almaları görüyoruz.

Buna geçen hafta bir üniversite açılışında bizatihi tanık oldum. Bakın, otuz yıl üniversiteme emek vermiş bir akademisyen olarak paylaşmak istiyorum. Gerçekten o davete icabet etmek benim için çok duygusal, çok önemli bir durumdu ama maalesef üniversite kuran üniversite olan Atatürk Üniversitesinin açılışında inanın bir cümle kurma fırsatı bulamadım biliyor musunuz? Bürokratlardan, Hükûmet tarafından siyasilerden fırsat kalmadı.

Şimdi, üniversite kuran üniversiteye, bu üniversite kuran üniversite kimliğine inanın yetiştirdiğim doktora öğrencileriyle katkım o kadar büyük ki. İzmir'e, Ankara'ya ve bölgemizdeki birçok üniversiteye eleman yetiştirdim ama orada iki kelime söyleme fırsatı verilmedi. Niye, biliyor musunuz? Çünkü benim oradaki varlığım akademik varlık olarak algılanmadı, maalesef siyasi bir kimlik olarak algılandı. "MHP milletvekili, aman dursun, konuşmasın, bizim milletvekilimiz var." mantığıyla hareket edildi.

Dolayısıyla, değerli milletvekilleri, sıklıkla vurgulamamız ve uygulamamız gereken şeyi ifade etmek istiyorum: Demokratik, sosyal, hukuk devleti olduğumuzu unutmadan ve üniter yapımıza halel getirmeden, sızmalara fırsat vermeyecek biçimde saflarımızı sıklaştırmalıyız. Çünkü, bu kutlu devletten ve bu mübarek topraklardan gayrı ne güvenecek bir güç ne de sığınacak bir coğrafya bulunmaktadır diyorum, hepinizi saygıyla selamlıyorum. (MHP sıralarından alkışlar)

BAŞKAN - Teşekkür ediyorum Sayın Aydın.