| Konu: | Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Japonya Hükümeti Arasında Türkiye Cumhuriyetinde Türk-Japon Bilim ve Teknoloji Üniversitesinin Kurulmasına Dair Anlaşmanın Onaylanmasının Uygun Bulunduğu Hakkında Kanun Tasarısı münasebetiyle |
| Yasama Yılı: | 1 |
| Birleşim: | 128 |
| Tarih: | 19.08.2016 |
HDP GRUBU ADINA AYHAN BİLGEN (Kars) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; bu konuya yirmi dakika yetmez ama herhâlde sığdırırız.
Öncelikle, biraz önce burada bir Aslı Erdoğan polemiği olduğu için galiba benim de bir şeyler söylemem gerekiyor.
Değerli milletvekilleri, eğer şu anda milletvekili olmasaydım ben de tutuklu olacaktım çünkü o gazetede yaklaşık yedi yıl yazdım ama kimse bir tek satır şiddeti övdüğümü, insanların ölümüne sevindiğimi iddia edemez. Benim için bu ne kadar geçerliyse Aslı Erdoğan için de o kadar geçerlidir. Hazreti Ali'nin çok güzel bir sözü var, diyor ki: "Kişi bilmediğinin düşmanıdır." Aslı Erdoğan'ı duymamış olabilirsiniz, bilmek zorunda, okumak zorunda değilsiniz ama Aslı Erdoğan, değerli arkadaşlar, Boğaziçi mühendislik mezunu, sonra CERN'de yani Avrupa Konseyinde nükleer araştırmalarda yüksek lisans yapmış, sonra fizik doktorası yapmış ve sadece "Tahta Kuşlar" kitabı 9 dile çevrilmiş yani burada yazdıklarını okumasak da bilmesek de hepimizin gurur duyması gereken bir edebiyatçıdır, yaşayan edebiyatçıların belki en iyilerinden birisidir. Keşke okuyup bilerek eleştirseydik, tartışsaydık ve keşke dünya, böyle bir edebiyatçıyı sadece bir gazetede köşe yazdığı için tutuklamakla Türkiye'yi duymuş olmasaydı.
Yine, değerli milletvekilleri, aranızda gazetecilik, dergicilik yapanlar var. Biliyorsunuz ki köşe yazarları gazetenin yayın politikasından sorumlu değildir, hatta köşeler genellikle kurtarılmış bölgeler gibi görülür, birçok yazar böyle tarif etmiştir köşeleri. Gazetenin yayın politikasıyla ters düşen şeyler yazarsınız, gazetenin yönetimi bazen sizi beğenmez, tahammül etmez, çıkarır; bazen de buna tahammül gösterir, siz yazmaya devam edersiniz. Ama, Aslı Erdoğan'ın suç işlemediğini ispat etmek zorunda olduğunu ifade eden cümleler duyulması bu Meclis için bir ayıptır çünkü Aslı Erdoğan'ı sevmeyebilirsiniz, kitaplarını beğenmeyebilirsiniz ama kişinin masumiyetinin esas olduğunu bu çatı altındaki herkesin kabul etmesi gerekir çünkü yemin ettiğiniz Anayasa böyle diyor, burada çıkardığınız yasalar böyle diyor. Aslı Erdoğan suç işlemediğini ispat etmek zorunda değil arkadaşlar, tersi geçerlidir. Aksi takdirde, böyle bakarsanız, tarih boyunca, Türkiye tarihi boyunca Menderes'in de kendisinin suç işlemediğini ispat etmesi gerekirdi, 1970'lerde idam edilenler de, 1980'den sonra her kesimden, her çevreden idam sehpasına gönderilenler de suç işlemediğini ispat etmek zorunda kalırlardı. Hâlâ cezaevlerinde 28 Şubat döneminde içeri girip çıkamayanlar var, suçsuzluklarını ispat edemiyorlar ama sonuçta bir cezaya mahkûm olmuşlar.
Değerli milletvekilleri, Türkiye-Japonya tarihi -tabii, bütün süreyi kullanmak istemiyorum gecenin bu saatinde ama- Abdülhamid'in o bildiğimiz meşhur Ertuğrul Fırkateyni'yle başlayan ilişkileriyle bugünlere geldi. Özellikle ticari ilişkiler, kültürel iş birlikleri, bu konuda kurulmuş vakıfların Türkiye'de yürüttüğü güzel, değerli çalışmalar var.
Ama bu anlaşmada iki nokta dikkat çekiyor; birisi, kurulacak olan üniversitenin, Türk-Japon Üniversitesinin eğitim dili -belki anlaşma metnine bakmamış olabilirsiniz- Türkçe değil, Japonca da değil, İngilizce. Şimdi, bir dilin bilim dili olmasının galiba ilk şartı önce o dile o halkın, o ülkenin, o ülkeyi yönetenlerin kendisinin inanması gerekiyor. Ben yabancı bir dilin, İngilizcenin öğrenilmesi, İngilizceyle eğitim konusunu falan burada birkaç dakika içinde tartışacak değilim ama siz köprü yapıyorsunuz, geçiş ücretlerini dolar üzerinden belirliyorsunuz, üniversite kuruyorsunuz, eğitim dilini İngilizce yapıyorsunuz ama kürsüye çıktığınızda, meydanlarda millîlik, bağımsızlık hamaseti yapıyorsanız bunun ayrıca bir tartışma konusu olması gerekiyor.
Değerli milletvekilleri, eğer çocuklarımız ilkokuldan üniversiteye kadar İngilizce dersi alıyor ama iki cümle kendini ifade edemiyorsa bu galiba öncelikle ana dillerini öğretmediğimizle ilgilidir; diğer ana dilleri bir tarafa bırakıyorum, Türkçeyi öğretemediğimizle ilgili bir sorundur. Ama, tabii, Japonya açısından İngilizce ayrı bir garabettir çünkü galiba hepiniz hatırlarsınız, İkinci Dünya Savaşı'nın bitiş saldırısı insanlık tarihinin büyük bir ayıbıdır aynı zamanda. Hiroşima ve Nagazaki'ye Amerika Birleşik Devletleri'nin attığı atom bombalarıyla on binlerce insan ölmüştür ve Japon imparatorundan Japon halkını Amerikalılar kurtarmıştır, bunu tırnak içerisinde söylüyorum ve tam hani "celladına aşık" pozisyonu; Japonya'nın Anayasası'nı da Amerikalılar yapmıştır. Onun için de çok dikkat çekici bir 9'uncu maddeleri vardır Japon Anayasası'nın. Japonya, savaşa karşı olduğunu Anayasası'na yazan ve sonunda da savaşa karşı olduğu için ordu kurmama deklarasyonunda bulunan bir devlettir. Tabii ki biz "Dünyada silahlar olmasın, ordular olmasın." diyen bir yerden bakıyoruz. Birkaç yıldır Japonya ordu kurmaya çalışıyor ama Japonya'nın güvenliğini de orayı bombalayan Amerika sağlıyor, Anayasası'nı da Amerika yaptı dolayısıyla da İngilizce eğitim galiba Japonlar açısından ayrıca başka ironik bir anlam ifade ediyor.
Bu anlaşmada bir başka önemli nokta değerli milletvekilleri, rektör seçimiyle ilgili. Tabii, garip bir tesadüf müdür bilmiyorum ama bugün Japonya'yla, işte, üniversite kuruluş anlaşmasını konuşuyoruz, rektör seçimiyle ilgili tek yetkili Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı. Akademik kadronun bu konuda hiçbir yetkisi yok yani akademik kadro rektör seçme kabiliyetine, hakkına, yetkisine sahip değil, bunu haiz değil, bu anlaşmada en azından böyle tarif ediliyor. Ve dün de buraya, Meclise -yani ben talihsizlik olarak ifade etmekle yetineceğim- rektör seçimleriyle ilgili Türkiye'nin zaten bu saçma sapan sisteminden daha geri bir düzenleme getirilmeye çalışıldı.
Değerli arkadaşlar, biz 12 Eylül darbesiyle yüzleşeceksek, hesaplaşacaksak galiba başlamamız gereken yerlerden birisi üniversitelerin kışlalaştırılmasıdır. Öğretim üyelerine güvenmeyenler YÖK'ü kurdular, üniversitelerin kendi kendini yönetemeyeceğini düşünenler YÖK'ü kurdular ki bu akademisyenler, işte, hani serbest bırakırsanız ya davulcuya ya zurnacıya gider, dolayısıyla devlet onları yönetsin, onların yöneticilerini seçsin diye YÖK'ü kurdu. Orada bugün işte çokça, sadece bugünkü Cumhurbaşkanının değil, daha önceki cumhurbaşkanlarının da zaman zaman hepimizin tepki gösterdiği, 6'ncı sırada seçilen kişiyi de, 1 oy almış kişiyi de rektör atadığı örnekler biliyoruz. Ama bu bile demek ki, böyle bir demokrasi bile bize bol geliyor ki dün burada rektörlerin Cumhurbaşkanı tarafından atanmasıyla ilgili bir teklif geldi, muhalefet tarafından tepkiyle karşılanınca geri döndü. Şimdi de biraz sonra oylayacağımız anlaşmada Türk-Japon Üniversitesinin rektörünün Cumhurbaşkanı tarafından atanmasını onaylamış olacağız.
Değerli milletvekilleri, bu, aslında sadece bir üniversitenin, yeni kurulacak bir üniversitenin meselesi değil; bu, bizim demokrasiye nasıl baktığımız meselesidir. Eğer demokrasiyi sorumluluğu paylaşma, birlikte yönetme, uzlaşma olarak görüyorsak, böyle okuyorsak bütün yetkileri kendimizde toplamayız, aksine, bundan kaçınırız; mümkün olduğu kadar yetkileri devretmeye, paylaşmaya çalışırız, bütün toplumun kendi kendini yönetebileceğine inanırız; sivil toplumun, meslek örgütlerinin, akademinin neye layıklarsa kendi aralarında bir iş bölümü olarak kendi yöneticilerini seçebileceğini varsayarız ve hayata böyle bakarız ama biz hayata başka türlü bakıyorsak, aksine, bütün yetkileri bir kişide toplayıp aslında o bir kişiyi çok büyük bir yükün, çok büyük bir sorumluluğun, tarihî, ağır bir vebalin altında bırakırız. Dolayısıyla, aslında üniversitelerde rektörlerin seçimiyle ilgili galiba -bugünkü anlaşmada da gösteriyor, dünkü girişim de gösteriyor ki- önümüzdeki dönemde ileri demokrasinin gereği olarak artık 12 Eylül Anayasası'nın bile, 12 Eylül düzenlemelerinin, YÖK Kanunu'nun bile gerisinde bir noktaya doğru itileceğiz, sürükleneceğiz.
Değerli milletvekilleri, biliyorsunuz, köylerde muhtar seçimlerinden sonra bazen o kadar büyük kırgınlıklar olur ki, öyle gerilimler olur ki dört yıl, beş yıl küslükler, kavgalar bitmez, bir sonraki seçime kadar devam eder. Ben dün, rektörlerin neden Cumhurbaşkanı tarafından atanması gerektiği, neden seçim olmaması gerektiğiyle ilgili buraya sunduğunuz gerekçeye baktığımda da aynı tespiti gördüm. Kırgınlık olur, kaos olur; dolayısıyla seçim kötüdür. Kırgınlığa, kaosa sebebiyet vermemenin de en iyi yolu Sayın Cumhurbaşkanının herkesi temsilen herkes adına, hepimiz adına en doğru rektörü atamasının en iyi çözüm olduğu yaklaşımını, tarzını gördüm.
Daha fazla uzatmayacağım ama izninizle çok kısa bir şeyi daha belirteceğim. Belki İsrail'le ilgili anlaşmada da tekrar huzurlarınıza geleceğim ama Meclis tatile girecek ve aslında 15 Temmuzda ciddi biçimde ders almamız gereken tarihî bir dönemeçten geçtik; daha açık, daha doğrudan söyleyeyim direkten döndük ama bu yaşanan büyük badireden ne kadar ders çıkarttık, nasıl ders çıkarttık bilmiyorum, takdirinize bırakıyorum ama ben vicdanen rahatsızım. Bu bir yıllık dönemde Türkiye toplumunun Parlamentodan beklediği ağır yükü, büyük sorumluluğu yerine getirip getirmediğimiz konusunda ben kendimi vicdanen rahat hissetmiyorum. Muhalefet milletvekili olarak elimizden gelen buydu; belki daha fazlasını, daha iyi bir dil kurmayı, daha yapıcı muhalefet yapmayı, sizinle daha iyi iletişim kurmayı ve belki daha sağlıklı kararların çıkması konusunda daha iyi şeyler yapabilirdik o bizim eksiğimizdir ama bizim ne kadar eksiğimiz varsa takdir edersiniz ki güç, sayı elinde olan iktidar grubunun daha fazla sorumluluğu var. Ben özellikle İnsan Hakları Komisyonu üyesi olarak hani utandığımı ifade edeyim sadece, daha ileri ifadeler kullanmayayım çünkü cezaevlerinde, gözaltı merkezlerinde yüzlerce işkence iddiası varken biz bir tek gözaltı merkezine gidemedik değerli arkadaşlar, bir tek cezaevi ziyareti yapılmadı. İddia bunlar yani yanlış olabilir; heyet kurulur, komisyon çalışır, gider ve hiçbir şey olmadığını, hiçbir haksızlık olmadığını, kimseye kötü muamele, onur kırıcı muamele yapılmadığını komisyonumuz tespit eder, biz de göğsümüzü gere gere, yüzümüzün akıyla çıkarız bütün dünyaya deriz ki: "Kimseye adaletsizlik yapılmıyor." Sayın Başbakanın son grup konuşmasında söylediği gibi, en ağır cezayla, adaletle yargılamayla hükmetmiş oluruz, bundan da hepimiz gurur duyarız. Ama, ne yazık ki komisyonlarımız bu kadar çalıştırıldı, çalışmasına bu kadar izin verildi, fırsat verildi. Ben en azından kendi adıma eksikliğimi, özrümü beyan etme ihtiyacı hissettim.
Herkesi saygıyla selamlıyorum. (HDP sıralarından alkışlar)