GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: HDP Grubu önerisi münasebetiyle
Yasama Yılı:1
Birleşim:128
Tarih:19.08.2016

AYHAN BİLGEN (Kars) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Türkiye'nin dış politikasıyla ilgili aslında bir muhalefet partisi adına değerlendirme yapmadan önce galiba Hükûmet adına yapılan Suriye'yle ilgili kritik, önemli değerlendirmenin altını çizmek, dikkatlerinize sunmak ihtiyacı duyuyorum. Başbakan Yardımcısının, Suriye politikasının büyük riskler içerdiğini ve başından beri önemli yanlışları Türkiye'nin yaptığını ifade etmesi, itiraf etmesi son derece önemlidir. Yanlışın neresinden dönülürse kârdır ama bu yüzleşme, bu yanlışı itiraf yeni yanlışları beraberinde getirmemelidir. Türkiye, Suriye politikasında bu pozisyonu takınırken, bu tavrı sergilerken gerçekçi olmayan ama sunumu, iddiası son derece insani bir gerekçeye dayanan yaklaşım sergilemişti. Suriye'de sivillere yönelik tutum, sivillerin demokratik haklarına yönelik tahammülsüzlük ve Suriye yönetiminin doğrudan doğruya halka yönelik baskıcı uygulamaları Türkiye'nin aktif bir dış politika sergileyerek burada duyarlılık sergilediği, duyarlı, insan hakları merkezli bir yaklaşım sergilediği iddiası üzerine oturuyordu. Elbette dünyanın neresinde bir insan hakları ihlali varsa Türkiye'nin bu konuda duyarlılık sergilemesi doğrudur ve bu anlamda aktif dış politikayı da burada galiba hiçbir parti reddetmez, hiçbir parti eleştirmez. Ama birçok konuyu üst akılla izah edip, kurguyla, komployla ele alıp ama Suriye'deki gelişmeleri, sanki arkasında hiçbir kurgu yokmuş gibi, hiçbir plan yokmuş gibi dümdüz okumak son derece tutarsız bir yaklaşımdır. Elbette, ülkelerdeki gelişmeleri tamamen kurgusal, tamamen, işte, dünyanın batısında organize edilmiş bir operasyon gibi ele almak nasıl doğru değilse, nasıl eksikse, aynı şekilde, bunu yok saymak, işin bu boyutunu görmezlikten gelmek, hafife almak yani dümdüz okuma yapmak da o kadar eksiktir.

Dünya, özellikle dış politikada vizyon sahibi olmayı, değerleri önemsemeyi, tutarlı bir vizyona sahip olmayı önemser ama bir o kadar dış politikada gücü, gerçekçiliği de bir realite olarak ele almayı gerektirir. Türkiye, son beş yılında Orta Doğu'ya çeki düzen verme, Orta Doğu'da rejimleri belirleme, ülkelerin iç işlerini dizayn etme iddiası üzerine kurulu bir dış politika sergiledi. Oysa, Türkiye'nin, ne ekonomi politik gücü ne diğer caydırıcı güç unsurları ne dış politika hareket kabiliyeti bu konuda bu denli aktif, bu denli müdahaleci bir pozisyon sergileme imkânına, gücüne sahip olmadığını herkes biliyordu. Nitekim, geldiğimiz nokta da bu yaklaşımın oldukça hayalci olduğunu, oldukça riskli olduğunu ve Türkiye'yi de ciddi bir yalnızlaşmaya, ciddi bir maceracılığa ittiğini gösterdi. Kaldı ki özellikle insan hakları konusunda, demokrasi konusundaki duyarlılığa dayalı bir dış politikanın tutarlı olması gerekir. Suriye'deki rejimi antidemokratik olduğu için eleştirmek, karşısında olmak ama bunu yaparken Suudi Arabistan'la iş birliği yapmak hiçbir şekilde izah edilebilir bir durum değildir. Suudi Arabistan'la İslam ordusu kurmaya varana kadar giden bir ilişkinin sonunda gelip tekrar Esad'la diyaloğa dönmek galiba bu tutarsızlığın, bu çelişkili tavrın ve ilkeli olmayan yaklaşımın bir sonucudur.

Değerli milletvekilleri, Türkiye'nin dış politikadaki en temel handikaplarından birisi de, nasıl savaşın arifesine gelecek kadar keskin, hızlı bir tavır sergiliyorsak, o savaş noktasına geldiğimiz ilişkiyi de kolayca hemen bir ittifak ilişkisine dönüştürebileceğimiz zehabıdır, zannıdır. Nasıl bir uçak geriliminden bütün ilişkileri kesme aşamasına geldiğimiz Rusya'yla sergilenen tavır düne kadar yanlış idiyse, aşırı idiyse, abartılı idiyse, bir ziyaretle, birkaç ziyaretle bütün ilişkilerin düzeltileceği ve bir anda kırkyıllık dost pozisyonunun sergileneceği beklentisi de gerçekçi değildir.

Bu anlamda, ittifak değişikliklerinin çok uzun stratejik planlamalara dayanması gerektiği, bir kızgınlıkla bir ittifaktan çıkıp öbür ittifaka girmenin çok dünya gerçekliğiyle bağdaşmaz olduğu da ortadadır.

Bu anlamda, Avrupa Birliğine yönelik taahhütler, Avrupa Konseyiyle ilgili sorumluluklar ve bu eksendeki söylemler de önümüzdeki dönemde ciddi baş ağrıtacaktır. Özellikle sonbahardaki zirveler hem Avrupa Konseyinin toplantıları hem Birleşmiş Milletlerdeki Genel Kurul Türkiye'nin önüne neredeyse izleme pozisyonunu doğuracak kadar büyük tartışmaları getirebilir ve yine, Rusya başta olmak üzere Türkiye'nin kimi müttefiklerinin Türkiye'nin Suriye'deki ilişkileri dolayısıyla, terör örgütlerine destek gibi iddialar dolayısıyla Türkiye'yi ciddi biçimde tartışılır bir ülke pozisyonuna getirecektir.

İsrail'le ilişkiler muhtemelen bugün daha ayrıntılı konuşulacak, tartışılacak ama eğer hak temelli bakıyorsanız, yine, dış politikanızı bunun üzerine kuruyorsanız, işgal edilmiş topraklar, 1948-1967 sonrası durum, mültecilerin sorunları, Gazze'ye yönelik ambargo konularında ciddi yapısal bir değişim olmadan birazcık ahbap çavuş ilişkisiyle, işte, nasıl özür dilendiği bile bilinmeyen, diplomatik mekanizmalarda karşılığı olmayan süreçlerin sonunda bir anda yeniden barış atmosferine dönmüş olması elbette kamuoyunda da şüpheyle, tereddütle karşılanıyor.

Biz, Türkiye'nin bölgede kendisine tehdit olarak gördüğü ya da politikalarını eleştirdiği her ülkeyle savaş noktasına gelmesinden yana değiliz. Orta Doğu'da bulunan bütün halkların, bütün inançların, bütün kimliklerin birlikte barış içinde yaşamasına tarafsız bir katkı sunması, aktif ama taraf olmadan katkı sunması mümkünken, bir taraftan antisemitik bir dil kullanıp, açıkça bir savaş narası niteliği taşıyacak söylem sergileyip ama arkasından da ticari ilişkileri oldukça iyi götürmek, ama bir taraftan da kamuoyunda, toplumda son derece hamaset dolu bir söylem kullanmak aslında dış politikadaki en önemli risklerden birisidir. İçeride hesabını veremeyeceğiniz hiçbir ilişkiye dış politikada girmemeniz, hiçbir angajmana girmemeniz ama aynı şekilde, hamaset ve meydan okuma içeren bir söylem kullanıyorsanız da bunun bedelini, bunu riskini göze almanız gerekir.

Değerli milletvekilleri, Orta Doğu'yla ilişkilerde, bölgeyle ilişkilerde galiba en kritik konulardan birisi, en az iç politikayı ilgilendirdiği kadar Irak'la ilişkileri, Suriye'yle ilişkileri, hatta İran'la ve Kafkasya'yla ilişkileri de şekillendirecek konulardan birisi, Kürt sorununda sergilenen tutumdur. Eğer Irak'ın kuzeyinde birtakım gelişmelere olumlu yaklaşıyorsanız bunu Suriye'deki Kürtler için de isteyeceksiniz; aynı şekilde Balkanlardaki, Bulgaristan'daki, Yunanistan'daki Türkler için ne istiyorsanız bunu Irak'taki, Suriye'deki Kürtler için de isteyebileceksiniz. Böyle davranmadığınızda etnik ya da mezhepsel kriterlerle dış politika yürüttüğünüz kaygısı, şüphesi herkeste güçlenir. Oysa ilkeler ve değerler ekseninde bir yaklaşım sergiliyorsanız Şii ile Sünni arasında bir ayrım gözetmeksizin bir yaklaşım sergilemek, Kürt ile Türkmen arasında bir ayrım gözetmeksizin daha insani perspektifle yaklaşmak zorundasınız.

Birkaç noktaya daha değinerek sözlerimi bitireceğim. Bunlardan birisi, dış politikanın katılımcı ve toplumsal denetime açık tutulması konusudur, ki bu artık dünyada dış politikanın en önemli yöntemlerinden birisidir yani sivil diplomasiye dış politikayı açmak, dış politikayı sadece devletlerarası ilişkiden ibaret görmemektir.

İkincisi de: İkili ilişkilerde kişisel ilişkileri teamülün, geleneğin önüne geçirmemektir. Türkiye artık soğuk savaş dönemi algılarıyla dış politika geliştiremez ama Orta Doğu'da etkili, güçlü bir aktör olmanın yolu da önce kendi iç barışını tesis etmek ve sosyolojik gerçekliği dikkate alarak dış politikasını inşa etmekten geçer.

Herkesi saygıyla selamlıyorum. (HDP sıralarından alkışlar)