| Konu: | Başbakanlığın, Birleşmiş Milletlerin Mali ve Orta Afrika Cumhuriyeti'nde icra ettiği harekât ve misyonlar kapsamında hudut, şümul, miktar ve zamanı Hükûmetçe takdir ve tespit edilmek üzere, Türk Silahlı Kuvvetlerinin yurt dışına gönderilmesi ve Hükûmet tarafından verilecek izin ve belirlenecek esaslar çerçevesinde bu kuvvetlerin kullanılması için Anayasa'nın 92'nci maddesi uyarınca bir yıl süreyle izin verilmesine ilişkin tezkeresi (3/807) münasebetiyle |
| Yasama Yılı: | 1 |
| Birleşim: | 121 |
| Tarih: | 02.08.2016 |
HDP GRUBU ADINA AYHAN BİLGEN (Kars) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Orta Afrika ve Mali'ye asker gönderilmesiyle ilgili daha önceki grup konuşmalarına baktım, Genel Kurulda gruplar adına yapılan konuşmalara baktım. Hani Kasım 2014'ün sonrasında Mali'de, Orta Afrika'da ne değişti Birleşmiş Milletler misyonuyla birlikte, çatışmalar ne kadar azaldı, şiddet ne kadar sonlandı, barışı kurmak, insan haklarını orada egemen kılma adına Birleşmiş Milletler neyi başardı, neyi gerçekleştirdi ki biz şimdi aynı tezkerenin devamı üzerinden tartışma yürütüyoruz? Bir taraftan, meydanlarda Birleşmiş Milletlerin neredeyse varlık sebebini sorgulayan, örgütlenme biçimini, Güvenlik Konseyinin yapısını, Daimî Konseyi sorgulan mesajlar verip öbür tarafta, etnik ve mezhepsel çatışma gibi son derece ciddi bir krize 1 polis göndererek, 3 asker göndererek müdahil olmayı ve bunu da "barış misyonu" diye sunmayı, burada tartışmayı, doğrusu, ben, yani bizi izleyenler açısından da çok ciddi bulmuyorum.
Elbette ki dünyanın herhangi bir yerindeki bir çatışma, bir kriz, bir insan hakları ihlali, aktif dış politika adına hepimizi ilgilendirir, hepimiz bunu önemsemek zorundayız ve nerede bir ihlal varsa orayla ilgili sorumluluk üstlenmeyi de insani değerlerin gereği olarak görmeliyiz. Ülke çıkarlarının da ötesinde evrensel değerler açısından önemsemeliyiz ama basında küçük bir tarama bile yaptığınızda görüyorsunuz ki Mali'de, Orta Afrika'da Birleşmiş Milletler askerleriyle ilgili Türkiye basınına yansıyan birkaç haber var, onlar da sadece mülteci kamplarındaki kadın ve çocuklara tecavüz haberleri.
E, şimdi, bu gücü denetleyebilecek, bu gücün hareket planını yapabilecek bir inisiyatife Birleşmiş Milletlerde sahip miyiz? Hayır, değiliz ama uluslararası taahhütlerimiz dolayısıyla da üzerimize düşeni yapmak zorundayız. Altını çizerek söylüyorum, burada da biz sadece bunun gereğini yerine getiriyoruz.
Değerli milletvekilleri, elbette bu ülkelerde savaşın neden devam ettiğini, savaşı kimin körüklediğini, silah tüccarlarının oradaki çatışmayı destekleyen konumlarını sorgulamadan Birleşmiş Milletler misyonunu tartışmak, sorgulamak da çok önemli değil. Hepimiz biliyoruz ki Orta Afrika'ya ilgi, Mali'ye ilgi, uranyumdan kaynaklanıyor ya da başka değerli madenlerinden kaynaklanıyor. Fransızların orada geçmişte üstlendikleri rolü şimdi de bir şekilde devam ettirme konusundaki girişimleri, çabaları bütün dünya tarafından biliyor. Şimdi, bir taraftan tek tek devletler orada bambaşka işler yaparken bir taraftan da Birleşmiş Milletler âdeta -tırnak içinde söylüyorum- bir paravan yapı gibi bir göz boyama, bir dekor yapılanma gibi orada güya insani, güya barışçıl bir misyon üstleniyor.
Şimdi, bir misyonu tartışırken o gücün hedefiyle o hedefe ulaşma ihtimali arasındaki dengeyi incelersiniz. Gerçekten vizyon doğruysa, misyon doğruysa biz bu yaptığımız işle bu misyona hizmet ediyor olur muyuz olmaz mıyız, bunu sorgularsınız. E, şimdi, eser ortada. Darbe yapılmış ülkeler var. Her iki ülkede de Mali'de de Orta Afrika'da da sivil hükûmetler çatışmaları önleyemiyor iddiasıyla askerler darbe yapmışlar, sonra kaos büyümüş, çatışma, etnik, mezhepsel çatışma derinleşmiş, Birleşmiş Milletler de oraya barış gücü göndermiş.
E, şimdi, bu çatışma niye devam ediyor, Birleşmiş Milletler neden etkin değil, neden başarılı olamıyor; bunları tartışmıyoruz burada, tartışamıyoruz, böyle bir veri de sunulmuyor. Biraz önce Millî Savunma Bakanımızın sunduğu, paylaştığı bilgilerde de buna dair ölçülebilir, değerlendirme yapılmaya değecek bir veri yok ortada. Peki, bir yılda olan biteni değerlendirmeden bir işin devamına, tekrarına burada karar vermenin anlamı nedir?
Değerli milletvekilleri, Hükûmete yakın -bakın, diğer sivil toplum örgütlerini bir tarafa bırakıyorum- yarı resmî pozisyondaki AFAD ve İHH'nın ve İHH'ya yakın birtakım sivil toplum örgütlerinin Mali'yle ilgili, Orta Afrika'yla ilgili, çatışmalar ve bu çatışmalarda Birleşmiş Milletler askerlerinin nasıl bir rolü, nasıl bir pozisyonu olduğuna dair yazıp çizdiklerine baktığınızda bile, burada, sadece prosedürü tamamlamanın ötesinde bir sorgulamaya ihtiyaç olduğu, bir tartışmaya ihtiyaç olduğu, orada Birleşmiş Milletlerin itibarının, Birleşmiş Milletler askerlerinin Mali'deki halklar, Orta Afrika'daki halklar nezdindeki algısının çok da meşru, çok da alkışlanan bir pozisyonu olmadığını görüyorsunuz.
"Biz bunun içinde olalım, dışında kalmayalım; dışında kalırsak, işte, bizim etkimiz olmaz, orada Birleşmiş Milletler askerleri, Avrupalılar, Batılılar kötü şeyler yapıyorlar." demenin inandırıcı bir tarafı yok çünkü oradaki polis, asker sayınızla Birleşmiş Milletlerin toplam gücünün kıyasını, karşılaştırmasını yaptığınızda, sizin polisinizin, askerinizin orada diğer ülke asker, polislerinin yaptığı insan hakları ihlallerini önleyici, engelleyici, denetleyici bir rolü olamaz. Bizde orada askerin, polisin ne yaptığını parlamenter denetim imkânı da yok, böyle bir mevzuat da yok. Yani, geçtiğimiz günlerde İncirlik'e gelme konusunda ısrar eden Alman parlamenterler gibi bizim de gidip "Acaba Afrika'daki Türk Silahlı Kuvvetlerinin ya da Emniyet mensuplarının davranışları nasıl, Mali halkı bundan memnunlar mı? Gerçekten Orta Afrika'dakiler 'Ne güzel, Türk askerleri var.' diyorlar mı, demiyorlar mı?", bunu görme, ölçme imkânımız da yok. Dolayısıyla, aslında, bugün burada yaptığımız, bir taraftan sokakta, miting alanlarında Batı'ya karşı olan tepkiyi yönetmek, algıyı yönetmek üzere Birleşmiş Milletlerle ilgili, Batı'yla ilgili, son derece ağır sözler söyleyip, öbür tarafta da "Başka bir şansımız yok, başka bir yetkimiz, gücümüz yok." deyip burada prosedürü tamamlamanın ötesinde bir şey ifade etmiyor.
Değerli milletvekilleri, güvenlik konusu, elbette ki, aynı zamanda teknik ve uzmanlık gerektiren bir konudur. Dolayısıyla, güvenlik bürokrasisinin bir güvenlik sorunuyla ilgili ne düşündüğü, nasıl yaklaştığı elbette ki uzmanlık boyutuyla, teknik boyutuyla yine en çok askerlerin, polislerin, istihbarat birimlerinin işidir. Fakat dünyada artık demokrasi, kaliteli demokrasi, nitelikli demokrasi başka kavramlarla tartışılıyor ve bu kavramsal çerçeve içerisinde özellikle de "darbe" gibi son derece geri, son derece ilkel ve bir ülkede adının anılması bile, bir ihtimal olarak konuşulması bile kabul edilemeyecek şeyleri engellemenin, önlemenin önemli supaplarından birisi -burada daha önce birkaç kez ifade ettim, artık bu net, aslında bir uluslararası mekanizmaya dönüşmüştür; bununla ilgili çalışan kuruluşlar var, NATO içerisinde birimler var- güvenlik bürokrasisinin sivil ve parlamenter denetimi meselesi. Bütçeden tehdit tespitine kadar, operasyonlara kadar, sivil halka zarar verilip verilmediği konusuna kadar her şeyi Parlamentonun denetleyebilmesi, görebilmesi, sadece Parlamentonun değil, aynı zamanda sivil örgütlerin de, bu alanda çalışan, bu konuyla ilgili insan hakları örgütlerinin de denetleme yapması, demokrasinin olmazsa olmazı olarak kabul ediliyor.
Birkaç gündür tartışılan, Cumhurbaşkanının da önerdiği Genelkurmayın Cumhurbaşkanına bağlanması meselesi ya da kuvvet komutanlıklarının Millî Savunma Bakanlığıyla ilişkisi, hukuku elbette ki demokratikleşme açısından olumlanabilir ama bir boyutuyla olumlanabilir. Siyasi iradenin güvenlik bürokrasisine tam hâkimiyeti açısından elbette ki değerli bir girişim olabilir ama yine biliyoruz ki yürütmeden çok yasama organının denetlemesi ve sivil, tarafsız, bağımsız örgütlerin bu denetim işlevini yapabilmesi bunun asıl güvencesidir. Şimdi, bunu gündeme almadan yani Parlamento denetimini gündeme almadan, sivil denetimi tartışmaya bile henüz niyet etmeden, cesaret etmeden sadece Silahlı Kuvvetleri, Genelkurmay Başkanını Cumhurbaşkanına bağlamak ya da Millî Savunma Bakanlığının pozisyonunu güçlendirmek, olumlu gibi gözükse de sonuç itibarıyla bizim derdimizi çözmeye, bizim 15 Temmuzda yaşadığımız, daha önce defaatle yaşanan ve yapısal, köklü değişiklikler yapılmazsa ileride de muhtemelen yaşanabilecek olan bu tip gelişmeleri önlemeye asla yetmez.
Değerli milletvekilleri, galiba darbelerle mücadele konusunda en çok üzerinde odaklanılması gereken, yoğunlaşılması gereken şeylerden birisi de Parlamento denetiminin, sivil denetimin kurumsallaşmasının önündeki engelin ne olduğuyla bütün açıklığıyla yüzleşmektir. Eğer siz insan hakları örgütlerinizi, sivil toplum örgütlerini ya da Parlamentodaki partileri de bir tehdit unsuru gibi görüyorsanız, ötekileştiriyorsanız, düşman kategorisinde görüyorsanız, elbette Silahlı Kuvvetlerle ilgili, güvenlik güçleriyle ilgili alanı mahremleştirirsiniz, esrarengizleştirirsiniz ve onu korumak için aslında şeffaflığını önleyecek işler yaparsınız. Ama uluslararası angajmanlarınız, uluslararası taahhütleriniz, anlaşmalarınız, SEİA'lar yani 1950'den beri Amerika Birleşik Devletleri'yle yapılan savunma ekonomik iş birliği anlaşmaları, askerî eğitimler, silah alımları, NATO içindeki pozisyonunuz, zaten aslında artık bu teknolojiyle, bugünkü iletişim imkânlarıyla mahrem olmaktan çıkmıştır, gizlilik özelliğini büyük oranda kaybetmiştir.
Şimdi, dünyadan saklayamadığınızı, gizleyemediğinizi kendi toplumunuzdan, Parlamentodan, sivil toplum örgütlerinden niye saklayacaksınız? Onu gizlediğinizde gerçekten güvenlik adına bir şey yapmış olabilir misiniz? Kaldı ki artık "güvenlik" kavramının salt devlet güvenliği değil, insan güvenliği, toplum güvenliği perspektifiyle ele alınması gerektiği; tam da ancak toplum o sürece katıldığı ölçüde, güvenlik mekanizmaları içerisinde işlevsel rol oynayabildiği ölçüde gerçek kalıcı güvenliği, insan güvenliğini sağlamanın mümkün olduğu dünyada konuşuluyorken, tartışılıyorken bizim hâlâ bu tartışmayı erteliyor olmamız, aslında birilerinin, başka birilerinin, elinde silahı olanların, tankı topu olanların gücünü topluma karşı, seçilmiş siyasetçiye karşı kullanma yetkisini, inisiyatifini kendinde görmesine de fırsat vermektedir.
Darbeyle mücadele adına, darbecilerle mücadele adına 15 Temmuzdan bu yana, son on gün içerisinde yapılanlara baktığımızda da başka kaygılar taşımamız gerekiyor. Burada belki bazılarının çok yakından tanıdığı, benden çok daha eski hukukları bulunan birtakım gazetecilerin sadece o gazetelerde yazdıkları için tutuklanmış olmaları, aslında Türkiye'deki klasik, geleneksel terörle mücadele mantığının tipik bir yansımasıdır. İş, neticesiyle ölçülür. Eğer bugüne kadar bu mantık, bırakın güvenliği sağlamayı, barışı, huzuru sağlamayı, aksine, ters tepen, toplumda kopmayı, kırılmayı derinleştiren sonuçlar doğurmuşsa, bunu bir kez daha bir başka yapı üzerinde denemek, test etmek çok akıl kârı bir iş değil, çok yerinde, isabetli bir güvenlik yaklaşımı da değil. Özgürlüğü tehdit ettiği gibi aslında bu yaklaşım, güvenliği de tehdit ediyor.
Bakın, sadece bir bankada para işlemi yaptığı için, bir kitabevinden üst üste birkaç kez alışveriş yaptığı için insanlar -tırnak içerisinde ifade ediyorum- "terör örgütü üyesi olmak" ya da "müntesibi olmak" gibi kavramlarla -kararnamede bu ifadeler geçtiği için söylüyorum- tutuklanıyorlar, görevlerinden alınıyorlar. E şimdi, dostlukta aşırı gittiğinizde düşmanlıkta da aşırı gidersiniz ölçüsüyle galiba bir kez daha yüzleşmek zorundayız. Çünkü dostlukta aşırı giderken yapılan uyarıları dikkate almayıp, ne yazık ki arkasından da düşmanlıkta aşırı gittiğinizde, haksız yere de bir sürü insanı cezalandırdığınızda, işsizlikle terbiye ettiğinizde ya da okuduğu gazete dolayısıyla korkuttuğunuzda, tedirgin ettiğinizde, peşinen suçlu pozisyonuna ittiğinizde, aslında başka bir tehlikeyi kendi ellerinizle hazırlamış olursunuz.
Değerli milletvekilleri, son bir hafta, on gün içinde yaşananlara baktığımızda, galiba sormamız gereken en ciddi sorulardan birisi, bu yapılanma, askere, polise, yargıya, mülki idareye bu kadar kolay sızmış, bu kadar güçlü biçimde yer bulmuş, öyle ki kurmayların, generallerin neredeyse üçte 2'sini etkileyecek, kapsayacak düzeye ulaşmış ama belediyelerde, siyasi partilerde kendisine yer bulamamış. Yani, Türkiye'de belediyeler, partiler daha korunaklı, daha disiplinli, daha güçlü istihbarata sahip yerler, onun için mi buralarda bu örgütlenmeyle ilgili rakamlar telaffuz edilirken askerdeki, polisteki, hâkim, savcı içerisindeki ya da mülki idare içerisindeki sayıyla kıyaslanmayacak kadar mütevazı rakamlar? Buralar cazibe merkezi olmadığı için mi? Ya da soruyu böyle soralım: Yani, bir siyasi partiyi ele geçirmek, belediyeyi ele geçirmek çok kritik ve stratejik değil ama askeriyeyi, polisi, yargıyı ele geçirmek stratejikse o zaman oturup demokrasimize ağlayalım çünkü bir partiyi ele geçirmenin bir değeri yoksa, belirleyici, kritik bir anlamı yoksa ama güvenlik güçlerini ele geçirmek kritikse o zaman Türkiye demokrasisi, henüz, ne yazık ki, bırakın tam demokrasiyi, temsilî demokrasi düzeyinde bile değil demektir.
Son bir hafta, on gün içerisinde yapılan işlerin büyük kısmı, değerli milletvekilleri, bugün hoşumuza gitse de gitmese de kızgınlıkla, öfkeyle, tepkiyle, elbette ki bir kısmı haklı tepkiyle, dikkate almasak bile bir süre sonra Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinden Türkiye aleyhinde karar olarak önümüze gelecek. Bunun hiç duymazlıktan gelinecek, görmezlikten gelinecek bir tarafı yok. Yani siz 15'inci maddeyle ilgili, "Sözleşmenin 15'inci maddesiyle ilgili bildirimde bulundum ben." deyip işin içinden çıkamıyorsunuz, böyle bir şey değil bu. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 15'inci maddesinin gereğini yaptığınızda, canınızın istediğini yapma hakkını falan elde etmiş olmuyorsunuz. Buna rağmen kısıtlamalar var, buna rağmen düzenlemeler var, buna rağmen vazgeçilmeyecek sorumluluklar var.
Örneğin, suçun, cezanın geriye yürümemesiyle ilgili düzenleme, en temel düzenlemelerden. Yani siz bu yapılanmayla ilgili, elinizdeki bütün devlet imkânlarına rağmen, istihbaratınıza rağmen, güçlü imkânlarınıza rağmen bu örgütün, bu yapının bu kadar tehlikeli olduğunu tespit edememişsiniz, 17-25 Aralığa kadar tespit edememişsiniz en azından ya da 15 Temmuza kadar tespit edememişsiniz. Yani eski parti yöneticileri, Hükûmet temsilcileri, Parlamento temsilcileri çıktılar, dediler ki: "Biz bu kadar vahim olduğunu ancak dün gece anladık." Şimdi, devlet, elindeki bütün bu imkânlara rağmen bu tehlikeyi ancak yeni anlamış olacak ama herhangi bir öğretmen o bankaya para yatırılmayacağını ya da bir yazar o gazetede yazmanın "darbecilik" anlamına geldiğini, "darbeyi desteklemek" anlamına geldiğini bilecek(!) Böyle bir şey olabilir mi? Yani sizin bilemediğinizi, sizin tespit edemediğinizi sıradan bir vatandaş, bir akademisyen, bir gazeteci hangi donanımıyla, hangi imkânlarıyla tespit edecek de önceden buna karşı tavır takınacak?
Değerli milletvekilleri, bir demokrasi tartışmasında galiba kararlılığın ölçütü iyi niyet değildir. Hani o meşhur ifadeyle cehennemin yolu da iyi niyet taşlarıyla döşelidir bazen. İyi niyet, sonuçta ölçülebilir bir şey değil, sorgulanabilir bir şey değil. Hiçbirimiz, birbirimizin demokrasiyle ilgili samimiyetini ölçecek araçlara sahip değiliz, hiçbirimizin darbe karşıtlığıyla ilgili niyetini test edecek imkânlara sahip değiliz. Bu konuda bir tane ölçüt vardır, o da tutarlılıktır. Eğer dışarıya yansıyan davranışlarınız, aldığınız kararlar, yaptığınız açıklamalar darbe konusunda, demokrasi konusunda tutarlılık içeriyorsa, gerçekten kararlılıkla mücadelenizden söz etmek mümkündür.
Her şeyi bir tarafa bırakıyorum, sadece son birkaç gündür, yeni bir anayasa tartışmasında, Parlamentoda temsil edilen üçüncü gruba sahip bir partinin dışlanarak anayasa yapılabileceğine dair irade beyanının kendisi, aslında bu sürecin ne kadar tehlikeli yönetildiğini, ne kadar toplumda kamplaşmayı derinleştirecek biçimde yönetildiğini göstermeye tek başına yetiyor galiba.
Herkesi saygıyla selamlıyorum. (HDP sıralarından alkışlar)