GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: Türk Silahlı Kuvvetleri Personel Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı münasebetiyle
Yasama Yılı:1
Birleşim:104
Tarih:21.06.2016

HDP GRUBU ADINA MERAL DANIŞ BEŞTAŞ (Adana) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; hepinizi saygıyla selamlıyorum.

Ben de konuşmama başlamadan önce, dün talimatla tutuklanan Sayın Şebnem Korur Fincancı, Adli Tıp uzmanı, profesör ve insan hakları aktivisti; Sınır Tanımayan Gazetecilerin Türkiye Temsilcisi Sayın Erol Önderoğlu ve gazeteci yazar Ahmet Nesin'in tutuklanmasını şiddetle kınıyorum.

Ve bu kürsüden şunu bir kez daha söylemek istiyoruz: Demin sayın hatipler, iktidar partisi adına konuşan hatipler bunun yargı kararı olduğunu, kendileriyle hiçbir ilgisi olmadığını söylerken bile talimatın kaynağını itiraf etmekten kaçınmadılar aslında. Öyle bir hazırlık yapmışlardı ki, Özgür Gündem gazetesinde nöbetçi genel yayın yönetmeni olan kaç kişinin soruşturma geçirdiğini, kaç kişinin ifade verdiğini, kaçı hakkında soruşturmanın devam ettiğini ifade ettiler. Derslerini iyi çalışmışlardı. Çünkü onlar, muhtemelen, daha önceden kimlerin tutuklanacağını da biliyorlardı.

Yine, diğer hatip, elinde Özgür Gündem gazetesiyle gelerek aslında bu tutuklamaların iktidar partisinden ve saraydan azade olmadığını kendi sözleriyle ikrar etmiş oldular. İkrarın bizim için hiçbir önemi yok, zaten her gün Türkiye'nin gözü önünde basın-yayın özgürlüğüne vurulan darbelere ve iktidarı, sarayı rahatsız eden her sözün cezalandırılacağı konusundaki tehditlere tanıklık ediyoruz. Bu dehşet verici bir gelişmedir.

Türkiye'de bir profesörün, dünyaca tanınan bir akademisyenin, bir insan hakları aktivistinin, Sınır Tanımayan Gazeteciler temsilcisinin, yüzlerce basın-yayın ihlali yazan bir temsilcinin ve bir yazarın, Aziz Nesin'in oğlu Sayın Ahmet Nesin'in tutuklanması konusunda kaybedecek olan bu tutuklama kararını verdirenlerdir. Kaybedeceksiniz. Bu, kaybetmenin son demleridir, son çırpınışlarınızdır. Asla gazetelere, halkın haber alma hakkına yönelik müdahaleleriniz sonuç vermeyecek çünkü bu, tam tersi bir şekilde bütün dünyada şiddetle protesto edilmeye başlandı ve bunun altında kalacaksınız.

Diğer mesele de değerli milletvekilleri: Biraz önceki tartışmada köklü parti olmadığımız yönünde bir söylemde bulunuldu. Doğrusu çok hadsiz bir beyandı. 2002'de kurulan AKP mi köklü, biz köksüzüz? Biz 1990'lı yıllardan beri siyaset yapan bir geleneğin temsilcileriyiz. Bize hadsiz bir şekilde köklü olmadığımızı söyleyenlerin sözünü kendilerine iade ediyoruz. Doğru, 28 Şubatın ekmeğini yiyenler bize köklü olmaktan bahsedemezler, asla bahsedemezler. Biz tarafız, evet, IŞİD'e destek verenlerin, silah yollayanların karşısında tarafız.

BÜLENT TURAN (Çanakkale) - Kandil'in neresindesiniz?

MERAL DANIŞ BEŞTAŞ (Devamla) - Evet, biz de silaha, şiddete ve teröre karşıyız ama sizin gibi bütün dünyaca ispatlanan, IŞİD'e destek gönderen, silah gönderen tırların haberini yapan gazetecileri bile tutuklayan bir gelenek bize köklü olmaktan söz edemez.

Değerli arkadaşlar, önümüzdeki kanun tasarısı doğrusu üzerinde çok uzun değerlendirmeler yapılması gereken bir tasarı ama ana hatlarıyla şunları ifade etmek istiyorum, en son sözü ilk olarak söyleyeyim: Bu bir dokunulmazlık yasa önerisidir. Bu, askere bölgede yaşanan, Türkiye'nin farklı illerinde yaşanan suçların cezasız kalması, bu suçları işleyen faillerin geçmişe dönük olarak aklanması ve dokunulmaz kılınmasıdır. Buradan, bu Parlamentodan halkın seçtiği milletvekillerine dokunulmazlığı kaldıran Parlamento, askere dokunulmazlık yasasını getirmektedir ve aslında bu, adına "OHAL" demeden, adına "sıkıyönetim" demeden, adına "darbe" demeden bir darbedir. Bu, iktidarla ve muhalefet partileriyle birlikte askerin ittifakıdır, bunun akdidir, bunun sözleşmesidir. Bunu bu kadar açıkça ifade etmek lazım.

Millî Savunma Komisyonunda üç saat gibi kısa bir sürede görüşüldü ve Komisyondan geçti. Bu kanun tasarısı, Türkiye Cumhuriyeti devletinin askerî ve sivil bürokrasisinin, başta Kürt halkı olmak üzere, ülkedeki tüm muhalif ve devrimci güçlere karşı tarihsel bir blok olarak kendini yeniden tahkim etmek istediği bir içeriğe ve özelliğe sahiptir. Söz konusu bu tasarı, cumhuriyetin kuruluşundan bu yana belli reddiyeler üzerine kurulu ideolojik ve politik bir hattın yeniden ve yeniden üretilmesini sağlayacak tekçi anlayışın bir yüzyıl daha sürdürülmek istendiğinin aleni kanıtıdır.

Evet, daha önce bu kürsüden defalarca söylediğimiz ve bütün dünyanın bildiği, "93 konsepti" olarak hafızalarımızda yer alan sürecin yıkıcı etkileriyle hesaplaşılmadan ve bunlarla yüzleşilmeden yeni bir 93 konseptiyle karşı karşıyayız. Peki, 93'te, "93 konsepti" olarak ifade edilen, "90'lı yıllar" olarak ifade edilen dönemde -o döneme tanıklık eden insan hakları savunucularından ve hukukçularından biri olarak- gerçekten ne yaşandı 90'lı yıllarda? İktidara geldiği zaman o süreçle yüzleşeceğini, hesaplaşacağını, devletin gerekirse özür dileyeceğini söyleyen iktidar partisi ne oldu da 180 derece böyle bir dönüşüm gösterdi?

Doğan Güreş-Tansu Çiller ikilisinin o dönem yaşattıkları şimdi tekrar sahneye çıkmış durumda. O günleri anlatan bir kitap var. Sayın Fikret Bila'nın "Komutanlar Cephesi" kitabında bir bölüm var, sizinle paylaşmak istiyorum. Şunu söylüyor Sayın Doğan Güreş, o dönemin Genelkurmay Başkanı: "Her istediğimi yapabilecek bir ortam veriyorlardı bana. Fiilen dolduruyordum. Sanki sıkıyönetim varmış gibi fiilen dolduruyorduk. Öyle çalışıyorduk. Durum onu gerektiriyordu." Yine aynı kitaptan: "Demirel de memnundu. Valilerin hiçbiri bana bir şey demiyordu, 'Yetki sende değil.' demiyordu, hepsi ne dersem yapıyorlardı. Çok iyi bir koordinasyon vardı. Valiler neyle mücadele ettiğimizi biliyorlardı ve ellerinden gelen katkıyı yapıyorlardı. Haklarını teslim etmek lazım. O zamanki emir komutayı şimdi çiz desen çizemem ama fiilen bizim isteklerimiz, kararlarımız yerine geliyordu." Bu kitaptan bir alıntı değerli arkadaşlar.

Evet, konsept gereği, 93 konsepti gereği iş tamamen askerlere, özel harekâtçılara havale edilmişti. Ülkenin gündeminde yargısız infazlar, faili meçhuller, köy boşaltmalar, korucular, örtülü ödenekler, olağanüstü hâl yasaları, çeteleşmeler, uyuşturucu, her türlü olay o dönem maalesef yaşandı ve sonuçta dönemin Genelkurmayı tarafından "düşük yoğunluklu savaş" olarak tarif edilen dönem kanunsuzluk, fütursuzluk, aymazlık, ülkenin gerçeği hâline geldi. Görsel ve yazılı medyanın hatırı sayılır propagandasıyla tahammülsüzlük ve linç kültürü toplumun olağan refleksi hâline getirilerek vakayiadiyeden sayıldı. "En iyi Kürt ölü Kürt'tür." resmî görüşü toplumun ortalama duygusu hâline getirildi. Bu ortalama duygudan bütün Kürtler payını maalesef fazlasıyla alacaktı çünkü on binlerle ifade edilen faili meçhul cinayetler, yargısız infazlar ve bugün hâlâ sonuçlarıyla yüzleşemediğimiz, hesaplaşamadığımız karanlık bir tarihsel aralıktan söz ediyorum.

Evet, o dönemde bizzat cenaze törenine katıldığım Sayın Vedat Aydın'ın katledilmesiyle aslında bir start da verilmiş olmuştu 1991 yılında. Kaçırılma ve alıkoyulmasıyla faili meçhuller aslında başlamıştı ve Tansu Çiller-Doğan Güreş ikilisi bu konuda, her zaman olduğu gibi, desteklerini sonuna kadar devam ettirdiler. "Louis Bonaparte'ın On Sekiz Brumaire'i" adlı kitapta yazar, lll. Napolyon'un gerçekleştirdiği darbeyi, amcası Napolyon Bonaparte'ın daha önce gerçekleştirdiği darbeyle kıyaslar ve daha sonra popüler olacak şu cümleyi yazar kitapta: "Hegel, bir yerde şöyle bir gözlemde bulunur: Bütün tarihsel büyük olaylar ve kişiler hemen hemen 2 kez yinelenir. Hegel eklemeyi unutmuş, ilkinde trajedi, ikincisinde komedi olarak." Fakat biz komedi olarak yaşamıyoruz bu süreci, çok ağır katliamlar, insan hakları ihlalleriyle birlikte bu sürecin içinde, tam göbeğinde yer alıyoruz.

Evet, şu anda, iktidar partisinin kuyruğuna takılan ana muhalefet partisi ve diğer partiye de gerçekten sormak istiyorum: Önce denenen ve bize büyük trajediler yaşatan, hâlâ ülkemizin en karanlık dönemi olarak adlandırılan 90'lı yıllar konsepti, 93 konseptinin hiçbir işe yaramadığını görmemiz için ne gerekiyor? Gerçekten, bunun için bir iç savaş mı yaşamamız gerekiyor? Bir iç savaşı önlemek bu Parlamentonun en büyük görevlerinden biridir.

Bu ülkede yaşayan herkesin, Türkiye'deki bütün farklılıkların, bütün dillerin, kimliklerin, inançların ve kültürlerin kardeşçe, eşit bir şekilde bir arada yaşayabileceği bir Türkiye inşa edebiliriz. Bunun yolları var ama aynı koşulları tekrar getirerek, maalesef, aynı sonuçlardan kaçınmamız mümkün değil. Evet, OHAL dönemi, OHAL döneminde oluşturulan yasalar ve gerçekten, öldürme anlamına gelen OHAL sistemi istisna olarak konulmuştu ama maalesef, burada, tümüyle şöyle bir durum vardı: Düşük yoğunluklu savaşın kontrol edilebilir ve kabul edilebilir bir seviyede tutularak ortaya çıkan siyasal belirsizlik ve yönetememe krizinin dengelenerek siyasal düzenin devamını sağlamaya dönük bir düzeni ifade eder uluslararası terminolojide. Fakat Agamben bu durumu şöyle izah eder, günümüze tam olarak uyuyor: "Modern totalitarizm, istisna hâli aracılığıyla yalnızca siyasi hasımlarını değil, şu ya da bu nedenden ötürü siyasi sistemle bütünleştirilemeyecekleri belli olan yurttaş kesimlerinin bedenen ortadan kaldırılmasına izin veren yasal bir iç savaş olarak da tanımlanabilir. Evet, şu anda gündemimizde olan kanun tasarısı yasal bir iç savaş olarak, aslında, tanımlanabilecek bir yasa önerisidir.

Değerli arkadaşlar, dün Yüksekova'daydım, Gever'deydim. Onu saatlerce anlatma olanağım yok, bir dakikayla söyleyelim: Orayı, emin olun, kim giderse gitsin, Türkiye olarak hissetmez. Defalarca kimlik kontrolü bir yana, sadece bombalanan yüzlerce bina tespit ettik. Çatışma izi yok. Sokağa çıkma yasağı sadece binaların ortadan kaldırılması için kullanılmış.

Biz, 5 kişilik bir heyet, basın açıklaması yaptığımız sırada 2 tane akreple basın açıklaması yapmamız bile engellendi. Orada bir yasa yok, bir hukuk yok, bir sivil siyaset yok; orada sadece silah var, güç var, zor var ve karşısında konuşabileceğin, muhatap olabileceğin hiçbir güç söz konusu değil. Orası Türkiye'nin bir iliyse, bir ilçesiyse Ankara bunu maalesef görmek zorunda ve bu sorunu çözmek zorunda. Bu sorunun çözümü de silah ve savaş değildir, bu sorunun çözümü de ölüm üzerine kurulamaz, güvenlikçi politikalar üzerine kurulamaz; bunu defalarca denedik, denendi Türkiye'de ve her seferinde büyük acılara sebebiyet verildi.

Değerli arkadaşlar, OHAL süresinin faturası çok ağırdır, hepimiz çok iyi biliyoruz ve iktidar partisi iktidara geldiğinde, vesayetle, OHAL döneminde yaşananlarla, 93 konseptiyle mücadele edeceğini söyledi. Şu anda bu yasa tasarısına destek veren, bizim gibi, sivil siyasetin en önemli, yegâne temsilcisi Halkların Demokratik Partisi dışında, Meclisteki 3 parti de bu darbe anlaşmasına tam destek vermektedir. Hâlbuki bu anlaşma, bu sözleşme, bu akit gerçekten iç savaşa götürecek, gelecek günlerin karanlığını daha da zifiri hâle getirecek bir tasarı olarak önümüzde duruyor ve bu yasalaşırsa sadece Yüksekova'da, Nusaybin'de, Silvan'a ya da Sur'da uygulanmayacak, bu Cerattepe'de de Gezi'de de Yozgat'ta da Çorum'da da Gündoğdu Meydanı'nda da Kızılay Meydanı'nda da uygulanabilecek bir yasadır çünkü bu yasanın amacı kesinlikle muhalefeti, muhalefet odaklarının tümünü ortadan kaldırmaktır. Çünkü şu anda inşa edilmek istenen adım adım faşizmdir, tek adam yönetimidir ve gerçekten faşizme karşı direnenler en son sözü söyleyecekler, buna hiçbir kuşkumuz yok.

Değerli arkadaşlar, bu kanun tasarısı gerçekten ne getiriyor? Yani bunu uzun uzun aslında anlatmaya gerek yok, yetki tümüyle askere devrediliyor. 17 maddeden oluşuyor, Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanlarının yargılanması Başbakanın iznine bağlanıyor, ilçelerde görev yapanların yargılanmaları kaymakamın iznine bağlanıyor. Türk Ceza Kanunu'ndaki ertelemeye ilişkin hükümler askerlere de uygulanacak ve Türk Silahlı Kuvvetleri İçişleri Bakanlığının teklifi ve Bakanlar Kurulu kararıyla bütün il merkezlerinde bütün unsurlarıyla düzenlenen operasyonlara katılabilecek. Diyeceksiniz ki: "Şimdi yok mu?" Var, fiilî bir durum var ama bunun yasası çıkarılıyor, bu yasallaştırılmaya çalışılıyor. 1990'lı yıllardan bile bir adım önde olmasının sebebi 1990'lı yıllarda bunlar kabul edilmeyen fiillerdi, kabul edilmeyen cinayetlerdi, şimdi bunların yasal zemini oluşturuluyor. Yine, burada illerde TSK personelinin görevlendirilmesi hâlinde koordinasyon, iş birliği ve gözetimi valiler tarafından yerine getirilecek. Başka hususlar da var: Komutanın yazılı emriyle zaten her türlü işlem yapılabilecek, birlik komutanının kararı yirmi dört saat içinde hâkim onayına sunulacak. Burada yargı da devre dışında, siyaset de devre dışında, her türlü legal kurum devre dışında. Tümüyle askere bir devir işlemi var ve askerî personelin işlediği iddia edilen suçlar askerî suç kapsamında sayılacak. Cinayet de olsa, işkence de olsa, hırsızlık da olsa, uyuşturucu da olsa, başka bir vaka da olsa askerî suç sayılacak ve sivil bir yargılama söz konusu olmayacak. Ve gerçekten, çözüm süreci kapsamında yaşanan o nispi rahatlama ortamı yerini tümüyle daha ağır, daha sert ve vatandaşların birbirine güven duymadığı, herkesin diğeri hakkında şüphe duyduğu, hiçbirimizin can ve mal güvenliğinin olmadığı, düşünce ve ifade özgürlüğünün olmadığı bir döneme doğru adım atacak bir yasa önerisi olarak önümüzde duruyor.

Tabii bu, vesayete karşı olduğunu iddia eden ve Hükûmetin kuruluşundan bu yana "Vesayetle mücadele ediyorum, Ergenekon, Balyoz ve benzeri davalarla bu hesaplaşmayı yapıyorum." diyenlerin, bugün nasıl gönüllü bir şekilde vesayet altına girdiklerini de çok çarpıcı bir şekilde ortaya koymaktadır. Evet, burada bir anlaşma var ama bu anlaşmada ne verildi, ne alındı, bunu Türkiyeli vatandaşların tümünün öğrenme hakkı vardır. Ve "Mahşere kadar devam edecek bu savaş." diyen sarayın demek ki hazırladığı, hazırlattırdığı yasa önerilerinden biri de bu maalesef, önümüzde duruyor. Bu hem askere operasyon yetkisi verecek hem de bu operasyona dair dolaylı olarak askerin dokunulmazlık zırhına bürünmesi vasıtasıyla toplumsal muhalefet paletle ezilmiş olacaktır.

Evet, değerli arkadaşlar, bu yasa tasarısı eğer yasalaşırsa 2010 yılında iptal edilen EMASYA Protokolü'nün yeniden uygulanacağı anlamına geliyor. "Darbeye zemin hazırlıyor." diye eleştirilen, yıllarca bu naraları duyduğumuz, bu açıklamaları duyduğumuz iktidar partisinin açıklamaları yerine şimdi, de facto olarak zaten şu anda Şırnak'ta, Cizre'de, Yüksekova'da, Silvan'da, Sur'da bütün sokağa çıkma yasağı ilan edilen bölgelerde fiilî olarak uygulanan durum resmiyete kavuşmuş olacaktır. Ve gerçekten açık olarak sosyal medyada paylaşılan, ağzımıza almaktan bile imtina ettiğimiz o ağır hakaretler, insanlık dışı sloganlar, insanların yatak odasına kadar girip aşkın nerede yaşanacağını yazan bir dönemden -yazılan bir dönemden- geçiyoruz. Ve burada, gerçekten vatandaşların bir kopuş yaşaması istenmiyorsa, bu zulme karşı kesinlikle bir direniş olduğu da gözetilecek olursa, biz, bunun çok kötü günlerin habercisi olacağını şimdiden görebiliriz.

Değerli arkadaşlar, maddeler üzerinde tekrar tek tek görüşlerimizi ifade edeceğiz ama bu yasaya, bu darbe yasasına, bu vesayet yasasına tümüyle karşı olduğumuzu bir kez daha ifade etmek istiyorum.

Hepinizi saygıyla selamlıyorum. (HDP sıralarından alkışlar)