GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: Başta hidroelektrik santraller olmak üzere Cerattepe, Yeşil Yol, Kuzey Marmara Otoyolu ve diğer büyük projelerle ekolojik yıkım gerçekleştirildiği ve bu yıkımda sorumluluğu bulunduğu iddiasıyla Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu hakkında gensoru açılmasına ilişkin önergenin (11/9) ön görüşmesi münasebetiyle
Yasama Yılı:1
Birleşim:83
Tarih:02.05.2016

HDP GRUBU ADINA ALTAN TAN (Diyarbakır) - Sayın Başkan, sayın milletvekilleri; Türkiye'de, yatırımların başladığı ve yoğun olarak bu yatırımların devreye girdiği özellikle İkinci Dünya Savaşı'ndan sonraki hükûmetler ve Demokrat Parti döneminden beri bir tartışma yaşanıyor. İktidarda olan partiler sağ, çoğu dönem kapitalist, hatta bazı dönemler vahşi kapitalizm olarak da nitelendireceğimiz yöntemlerle yatırım yaptıklarını söylüyorlar ve gelen muhalefete de şunu söylüyorlar: "Siz ne yapılırsa yapılsın karşı çıkıyorsunuz, yatırımları engelliyorsunuz." Ben daha ortaokul sıralarındaydım, İstanbul'daki birinci köprüyle de ilgili yine Cumhuriyet Halk Partisi ve Adalet Partisi arasında bu tartışmalar yapıldı, ondan sonra da bu tartışmalar hemen hemen bütün büyük yatırımlar gündeme geldiği zaman tekrar konuşuldu ve tartışıldı.

Şimdi, tabii ki meseleye objektif bir gözle bakılırsa, bir ülkede barajlardan tutun, hidroelektrik santrallerden tutun, köprülerden tutun tünellere kadar aklınıza ne geliyorsa, demir yollarına kadar, zaruri ve olması gereken yatırımlar yapılacaktır. Bakın, burada bir parantez açıyorum, zaruri yani mecburi ve olması gereken. Fakat bunun da tam karşısında bir duruş var. Nasıl yapılacaktır bunlar? İşte esas tartışma konusu budur. Dünyanın demokraside en gelişmiş ülkeleri olan -yani şu anki mevcut Batılı demokrasileri kastediyorum- İsveç, Norveç, Danimarka'dan tutun, Almanya, Fransa ve İngiltere'ye kadar otoyollar da vardır, tüneller de vardır, santraller de vardır. Ama, soru şu: Vardır ama nasıl vardır? Hangi şartlarda vardır? Doğayla, ekolojiyle, toplum yararıyla, sıhhatli bir yaşamla bunların ilişkileri nelerdir? İşte esas tartışılması gereken konu budur. Yoksa, Türkiye'de tıpkı vahşi kapitalizmin hiçbir sınır tanımayan yöntemleriyle, yatırım yapıyorum adı altında her tarafı yakıp yıkan bir mantığın karşısında, hiçbir alternatif üretmeyen, sadece itiraz eden marjinal bir yaklaşım da vardır. Ben şahsen ikisinin de taraftarı değilim. Şimdi, doğru bir yatırım nasıl olur ve Türkiye'de yapılan yanlışlıklar nedir, dilim döndüğü kadar bunları anlatacağım ve Sayın Orman Bakanının da bu konuyla ilgili sorumluluğunun altını çizmeye çalışacağım.

Değerli arkadaşlar, şimdi, başta, son dönemlerde en fazla tartışılan HES'lerdir yani hidroelektrik santrallerdir. Bunun gerekçesi nedir? Türkiye'nin ciddi bir enerji açığı vardır, Türkiye kalkınmakta olan bir ülkedir, büyümekte olan bir ülkedir ve bütün büyüyen ülkeler gibi enerjiye ihtiyacı vardır. Bu tespit doğrudur ama sorulacak soru şudur: Siz bu enerjiyi, doğru düzgün bir enerjiyi nasıl elde edeceksiniz? Yani, sadece bulduğunuz her derenin önüne bir set, bir hidroelektrik santral yaparak mı çözeceksiniz, nükleer enerji mi kullanacaksınız, termik santraller mi kuracaksınız, rüzgâr enerjisi mi kullanacaksınız, güneş enerjisi mi kullanacaksınız, yoksa son dönemde gündeme gelen, atıklardan, çöplerden üretilen bir enerji mi kullanacaksınız, doğal gazdan, petrolden mi enerji üreteceksiniz, en doğrusu, en zararsızı -işte şimdi çok moda bir tabirle- yenilenebilir, doğaya, topluma, çevreye zararı olmayan enerjiyle mi yapacaksınız? İşte tartışılması gereken konu bu ve maalesef, bugüne kadar bunca Enerji Bakanı geçti ve bunca bu mevzuyla ilgili toplantı ve tartışma yapıldı, Türkiye'nin enerji envanteri ve çözüm önerileri bu Mecliste tartışılamadı. Bir sefer, önümüze koyduğumuz perspektifte bile yüzde 25'lere, yüzde 30'lara varan bir tartışma konusu var. Yani önümüzdeki dönemde Türkiye'nin ihtiyacını belli çevreler 10 olarak ortaya koyuyorsa, bunun karşılığında daha objektif tartışmalarda bunun 7-7,5 olduğu ortaya çıkıyor, yani yüzde 25'lik, yüzde 30'luk bir fark var; bir.

İki; Türkiye'nin hidroelektrik santraller vasıtasıyla, barajlar vasıtasıyla elde edebileceği enerjinin bir sınırı var. Peki, Türkiye'nin güneş enerjisi potansiyeli ne kadar? Türkiye'nin rüzgâr enerjisi potansiyeli ne kadar? Türkiye'nin atıklardan, çöplerden elde edilebilecek enerji potansiyeli ne kadar? Ben bütün Meclise sesleniyorum: 550 kişilik Mecliste en fazla 50 arkadaşımızın bu konuda bilgi sahibi olduğunu düşünmüyorum. Bunları bir önümüze koyalım. Mesela geçen hafta İsveç'in Enerji Bakanı Türkiye'deydi. Midyatlı bir Süryani ailenin çocuğu, elektriği olmayan bir köyden çıkıp İsveç'te Enerji Bakanı olmuş. Yani bu da enteresan bir durum, bir örnek. Verdiği röportajda kendi ailesi, geçmişiyle ilgili, bugün İsveç'le ilgili de bir şeyler söylüyor, diyor ki: "Biz şu an İsveç'in enerjisinin yüzde 40'ını atıklardan ve çöplerden elde ediyoruz ve öyle bir noktaya da geldik ki şu an İsveç'in çöpü yetmiyor, biz Norveç'ten ve İtalya'dan çöp ithal ediyoruz." Ben bu yaşıma geldim, çöpün ithal edildiğini onun cümleleriyle öğrendim.

Onun için, değerli arkadaşlar, "İşte, enerjiye ihtiyacımız var. Siz buna karşı çıkıyorsunuz. E, ne yapalım? Biz de bulduğumuz her bir şeyi yapıyoruz, siz bizi engelliyorsunuz..." Bu çok ucuz ve basit bir yöntem.

Lütfen, bizim önümüze önce doğru düzgün rakamlar koyun. Bizim okuduğumuz, öğrendiğimiz, doğru bildiğimiz rakamlar ne kadar doğru, tartışalım bunları ve ondan sonra bu rakamlar üzerinden, Türkiye bu enerji açığını nasıl sağlayabilir, doğru olan enerji politikası nedir hepimizin içine sinen, ondan sonra bunlar üzerinden tartışalım; bu bir.

İkincisi, HES'lerle ilgili tartışmalar. İşte, gördünüz, Türkiye'nin neresinde varsa -burada rakamlar var- 2003 tarihi itibarıyla 4628 sayılı Elektrik Piyasası Kanunu çerçevesinde Su Kullanım Hakkı Anlaşması Yönetmeliği ve takip edilen yasal düzenlemelerle Türkiye'deki bütün akarsuların kullanım hakları kontrolsüz bir biçimde özel sektöre devredildi. "Kontrolsüz" dediğimiz vakit kızıyor Hükûmet. Peki, arkadaşlar, kontrolsüz değilse -tırnak içinde- bu kadar sel baskınları, özellikle Karadeniz'de bu kadar facia niye meydana geliyor? Yollar yapıyorsunuz. Mesela Karadeniz oto yolu her sene sular altında kalıyor, bir parçasını sel alıp götürüyor. Eğer kontrollü ise, bütün ÇED raporları doğru ise, bütün tespitler ve analizler hakikaten savunulabilir bir noktada ise bu kadar felaket niye oluyor?

Ve yine aynı şekilde rakamlar var. Sayın Bakan da bu konuyla ilgili bunu bir övünme olarak takdim ediyor. 2003 senesinde 86 olan HES sayısı son -yani eldeki rakamlara göre, belki daha da fazladır bilemiyorum- 422'ye çıkmış durumda.

Peki, Türkiye'nin bunun dışında bir çözümü yok mu? İşte, benim o birinci maddede üzerinde durduğum bu. Benim de mesleğim -yani yeri geldiği zaman söylüyorum- inşaat mühendisiyim, bu konuları bilen birisiyim. Ama, enerji konusunun doğru düzgün bir ortaya konulması lazım, böyle paldır küldür tartışmalarla değil.

Ve daha sonra, değerli arkadaşlar, yine en önemli tartışmalardan biri, bu yeni, İstanbul'daki üçüncü köprü, yine aynı şekilde üçüncü havaalanı; büyük yatırımlar. Tabii, bu büyük yatırımlar gündeme geldiği vakit... Ben dün İstanbul'da bir toplantıyla ilgili, yani hemşehrilerimizin, Diyarbakırlıların bir toplantısıyla ilgili Polonezköy ve Riva tarafındaydım, bir evdeydim bir ihtilafla alakalı, bir çözümle alakalı ve orada, yeni üçüncü köprü otoyolunun geçtiği 5-6 güzergâhtan geçtim o orman yollarından geçerken. Şimdi, tekrar söylüyorum, Norveç'te de otoyol var, gördük, İsveç'te de var, Almanya'da da var. Ama, bu otoyollar, bu üçüncü havaalanları, bu üçüncü köprüler ne kadar doğru, ne kadar yanlış; bir şeyleri yakarken yıkarken, keserken elde edeceğiniz fayda ne, yerine koyacağınız ne? Soru şu: "15 milyonluk İstanbul, kardeşim, bunları yapmayalım da yaya veya atla mı gidelim bir yerden bir yere?" İşte, bam teli bu.

Bu İstanbul neden 15 milyon oldu arkadaşlar? 1994'te, Sayın Erdoğan İstanbul Belediye Başkanı olduğu vakit İstanbul'un nüfusu 7 milyon. Bu 7 milyon niye 15 milyon oldu? Birinci sorum bu. İnan edin, eğer İstanbul bu şekilde büyümeye ve büyütülmeye devam ederse, kanserli, hormonlu bir yapı gibi beş sene sonra 20 milyon olacak, on sene sonra 25 milyon olacak. Siz Boğaz'ın üzerine 7 köprü daha yapsanız çözemeyeceksiniz bunu; 4 tane daha alt geçit, üst geçit, tüp geçit yapsanız çözemeyeceksiniz; bir havaalanı daha yapsanız yine çözemeyeceksiniz; böyle bir çözüm yok. Bütün İstanbul'un kuzey ormanları; Şile'den, Polonezköy'den, Riva'dan Belgrad ormanlarına kadar, bunların tamamını kesip hepsini yol, tünel, köprü yapsanız yine yetmeyecek.

Ben bir sefer daha bu kürsüden anlattım; bugün Almanya'nın nüfusu 85 milyon, toprakları ise Türkiye'nin topraklarının yüzde 40'ı kadar. En büyük şehirleri Berlin ve Hamburg; 3 milyon, 3,5 milyon. Frankfurt'un nüfusu 780 bin, Köln'ün ve Düsseldorf'un nüfusları dokuz yüzer bin. 4 milyonluk şehri yok Almanya'nın, bırakınız 15 milyonu; toprağı da bizim yüzde 40'ımız kadar.

Peki, bu İstanbul'a bu kadar yüklenmek niye? Yani bir yandan yükleniyorsunuz, nüfus getiriyorsunuz; bu nüfus hareket edemiyor, yaşayamıyor, yatırımları gerekçe gösteriyorsunuz. Bu, bir fasit döngü. Acilen İstanbul'un yarısının boşaltılması lazım, acilen. İstanbul'u kurtarma bakanlığı kurulması lazım bu köprülerden ve tünellerden önce. E, nasıl, biz milletin kafasına silah dayayıp zorla mı çıkaralım? Hayır. Bunu siz de söylediniz bir zamanlar, CHP de son seçim döneminde, seçim vaatleri içerisinde, programı içerisinde Anadolu'nun merkezî bir yerinde 3 milyonluk yeni bir şehirden bahsettiler. "Cazibe merkezleri." dediniz, nerede bu cazibe merkezleri? İstanbul'a yapacağınız yatırımın dörtte 1'iyle en az 10 tane nüfusu 2 milyon olan cazibe merkezi şehir kurmanız lazım. Konya'nın şu an merkez nüfusu 1 milyon 300 bin, Antep'in 1 milyon 400 bin, Diyarbakır'ın 1 milyon, Denizli -daha az- 650-700 bin civarında. Siz bölgesel olarak 10 tane şehri -Eskişehir, Denizli, Konya, Antalya, Samsun, Erzurum, Diyarbakır- bunları İstanbul'a yapacağınız dörtte 1 yatırımla en az ikişer milyonluk şehirler hâline getirirseniz -buna Urfa da dâhildir- en az İstanbul'un 7-8 milyon nüfusunu geri çekersiniz.

Haydarpaşa Limanı hâlâ İstanbul'un göbeğinde. E, çıkaralım, bunu nereye götürelim? Sinop'a. Peki, ithalat, ihracat nasıl olacak, havaalanı nasıl olacak, gümrük nasıl olacak, bankalar nasıl olacak? İşte, Devlet Planlama Teşkilatı bunun için kuruldu. Çanakkale Boğazı mı hazırlanacak, Ege'de başka bir yer mi hazırlanacak...

Umman'a gittim ben iki ay evvel -Umman hiç aklımıza gelmeyen bir yer- bütün limanı, iki yüz, üç yüz, dört yüz yıllık tarihî limanını 200 kilometre ötede "Sohar" diye bir şehre götürüyor Umman'daki akıl. Bütün ithalatı, ihracatı 200 kilometre şu anki başkentinden uzakta başka bir yerde planlıyor. Peki, bunları planlamazsanız, bunları yapmazsanız, inan edin, İstanbul'un bütün ormanlarını keseceksiniz. Zaten imar yoluyla şehir içindeki bütün ağaçları kestiniz, gitti. Fikirtepe'ye -Sayın Başkanım da burada, kaç dönem İstanbul'da Belediye Başkanlığı yaptı Erol Bey, bizim de Komisyon Başkanımız- 4,14 emsal verdiniz, 4,14 emsal.

Peki, bu şekliyle İstanbul nereye gidecek? Çamlıca'da otuz beş sene evvel babam bir yer aldı, imarı yok diye tekrar sattı, geri verdi; şimdi bütün hepsinde villalar oldu. Yani bu şekliyle, değerli arkadaşlar, ağaçlar da gidecek, ormanlar da gidecek, sular da gidecek. Onun için bunları makro şekilde düşünmemiz lazım.

Yoksa, efendim, "İstanbul'a üçüncü köprü çok güzel oldu. İşte bak, ne güzel, hemen, iki senede bitirdik, üç senede bitirdik." E, bitirdin ama bunu yapmana gerek yoktu başka şeyler yapsaydın. Havaalanını yaptın, havaalanını yapmana gerek yoktu. İşte tartışmayı buralara getiremezsek biz, buralardan cazibe merkezlerini konuşamazsak, ülkenin -aynen enerjide olduğu gibi- nasıl bir yatırıma, nasıl bir şehirciliğe, nasıl bir planlamaya ihtiyacı olduğunu tartışamazsak bir polemiktir gider işte, "Biz yatırım yapıyoruz, siz de engelliyorsunuz, her şeye hayır diyorsunuz." Hayır, her şeye hayır demiyoruz.

Doğru işler yapın, güzel işler yapın; Almanya'yı, İsveç'i, Norveç'i, neyse işte, biraz evvel Umman'ı örnek verdim, başka yerleri... Fas'ta bile doğru düzgün bir planlama dönemi başlıyor. Ülkenin en büyük ve en ileri üniversitesini -bir AK PARTİ'li milletvekiliyle beraber, Meclis görevlisi olarak gitmiştik- sahilden 300 kilometre ötede, en dağlık bölgede kurmuşlar. Yani getirip onu da başkentin veya en kalabalık şehrinin içine kurmamış. 200 bin öğrenciyi, 300 bin öğrenciyi hiçbir altyapısı olmayan bir şehre koyduğunuz vakit orada da çok büyük sorunlar yaşayacaksınız ve bugün İstanbul'a yapılan her yatırım...

Hani, kişi başına bir yatırım maliyeti var. Konya'da yaşayan bir şahsın yıllık yatırım olarak devlete maliyeti ile İstanbul'da yaşayan bir şahsın kişi başına düşen yatırım miktarı arasında 3 kat, 4 kat, 5 kat -şehirlere göre- maliyet var. Bursa'nın bütün şeftali bahçeleri gitti. Ben ilk olarak Bursa'ya 1964 yılında gittim, daha ilkokula başlamadan. O Bursa yok bugün, yok. Peki, bu, doğru bir kalkınma metodu mu, doğru bir sanayileşme mi, doğru bir yatırım politikası mı?

Ve gelelim Güneydoğu Anadolu'yla ilgili GAP projesine. Bu kürsüden defalarca gündeme getirdik, defalarca tartıştık, bütün zabıtlarda var, belki de Türkiye'nin, en kolay, bu göç meselesini, nüfus dalgalanmasını absorbe edecek, bir sünger gibi çekecek bir proje var önümüzde. 22 baraj, 19 tane hidroelektrik santral, 3 milyon 800 bin kişiye iş imkânı -devletin raporlarında bunlar var- ve 20 milyonluk bir nüfus. Şu an bölgenin nüfusu 8,5 milyon yani Gaziantep dâhil, Adıyaman dâhil, Şırnak dâhil 8,5 milyon. 20 milyona çıkacak, bunu devlet söylüyor. E, çok iyi işte, çıksın. Kanalları bitir, sulamaları yap; ciddi bir nüfusu çeksin tekrar, tersine göç olsun. Barajların yüzde 86'sı, 87'si bitti, sulama kanalları daha yüzde 24'te. Defalarca söyledik bunu ve Hükûmetin beş-altı sene evvelki, yine, bilmem kaçıncı Hükûmet programında, 2014 senesi hedef olarak konuldu ama şu an 2016'nın ortalarına geliyoruz, hâlâ bu kanalların bitirilme oranı yüzde 24'ü, yüzde 25'i geçmedi.

Peki, neden bu nüfus planlamaları yapılmıyor? Toprağa su verdiniz. Bir diğer sorun, mesela, Şanlıurfa'da Harran Ovası ilk sulanan bölgelerden birisidir, toprakta müthiş bir tuzlanma var bugün. "Eğer böyle giderse, on beş yıl sonra, yirmi yıl sonra artık o toprağın toprak olma özelliği, ürün verme kabiliyeti kalmayacak." diyor. Kim diyor? Bu işin uzmanları diyor, tıpkı Çukurova'da olduğu gibi.

İşte, dolayısıyla, konuyu toparlarsak değerli arkadaşlar -Sayın Orman Bakanı da alınmasın lütfen- ormanı da korumanın, tarlayı da korumanın, doğayı da korumanın yolu doğru düzgün bir yatırım politikasından, planlamadan geçiyor. Bunları yapamadığımız vakit tarlalarımız tuzlanır, ormanlarımız telef olur gider bu yatırımların gerekçesi olarak ve bu hayat yaşanılmaz bir hâle gelir.

Bölgedeki orman yangınlarıyla ilgili, arkadaşlarım konuştu; bunların hiçbir gerekçesi olamaz, bir an önce durdurulması lazım.

Hepinize saygılarımı sunuyorum.

Teşekkür ederim. (HDP sıralarından alkışlar)