GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: Suçluların İadesine İlişkin Avrupa Sözleşmesine Ek Üçüncü Protokolün Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun Tasarısı münasebetiyle
Yasama Yılı:1
Birleşim:81
Tarih:26.04.2016

HDP GRUBU ADINA AYŞE ACAR BAŞARAN (Batman) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; hepinizi saygıyla selamlıyorum.

Bugün Suçluların İadesine İlişkin Avrupa Sözleşmesine Ek Üçüncü Protokolün Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun Tasarısı ve Dışişleri Komisyonu Raporu üzerinde grubum adına söz almış bulunuyorum.

Evet, biz, uzun bir süredir, özellikle Avrupa Birliğine vize muafiyetiyle ilgili olarak birçok kanun tasarısının bu Meclis gündemine geldiğini gördük, bu da onlardan biri. Açıkçası, geçen konuşmamda da belirttiğim gibi bu sözleşmelerin içeriği çok güzel olabilir, içerisinde çok müthiş kanunlar ve sözleşmeler olabilir ancak ben tekrar asıl meselemize dönmemiz gerektiğini, asıl burada konuşmamız gereken meseleleri konuşmamız gerektiğini düşünüyorum, yani uygulama.

Evet, bu kanun tasarısının içerisinde dikkatimi çeken birkaç şey oldu, öncelikle onlardan başlayarak devam edeceğim. Suçluların iadesiyle ilgili olarak özellikle kişinin rızası aranıyor ancak mevcut, Türkiye'deki sistemde, uygulanan sistemde bu rızanın nasıl alınacağı, bu rızanın nasıl, hangi koşullar altında alınacağı konusunda açıkçası kafamızda birçok şüphe var.

Bunun yanında, evet, bir vize muafiyeti çalışması var. Bununla ilgili birçok sözleşme bu Meclise geliyor, bununla ilgili birçok tasarı geliyor ve buradan geçiriliyor. Ancak şunu net olarak galiba anlamamız gerekiyor ki sadece bu kanunları çıkararak bu vize muafiyetinin getirileceğini düşünmek açıkçası saflık olur. Çünkü bu halk, evet, bu vize muafiyetinin getirilmesini istiyor ama niye istediğini de buradan konuşalım.

Halk bu vize muafiyetinin getirilmesiyle beraber ülkede bu savaş hâlinden, ekonominin -Ekonomi Bakanının da söylediği gibi- felakete sürüklenme hâlinden kaçarak Avrupa'da daha huzurlu, daha özgürlükçü ortamlarda yaşamak; yine, buradaki yoksulluk sınırındaki insanların orada iş aramak için, aş aramak için Avrupa'ya gideceğini, o yolları aşındıracağını biliyoruz. Bu açıdan aslında değerlendirip bu açıdan göz önünde bulundurmak gerekiyor.

Öncelikle, bu kanunları çıkarmadan önce esasında en önemli sözleşme olan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin Türkiye'deki uygulama alanı ve Türkiye'de nasıl ihlallerin olduğunu tespit etmemiz gerekiyor. Bununla ilgili olarak, özellikle son süreçte biliyorsunuz ki açık cezaevlerine dönen sokağa çıkma yasaklarının ilan edildiği yerlerde yapılan hukuksuzluklar, katliamlar bir tarafa, şu anda bir de hiçbir şekilde seslerini ulaştıramayan, hiçbir şekilde onlarla irtibat sağlayamadığımız cezaevleri, siyasi tutsaklar meselesi var.

Evet, 7 Hazirandan sonra özellikle Türkiye'de oluşturulan, planlanan bu savaş konseptinin devreye konulmasından sonra bizler, HDP milletvekilleri olarak, hiçbir şekilde siyasi tutsaklarla görüş yapamadık. Bunun hiçbir hukuki dayanağı ve altyapısının olmamasına rağmen, Adalet Bakanlığı, her defasında, bizlere, cezaevlerine gitmeye izin verme inisiyatifinin kendisinde olduğunu söyledi. Ancak bu konudaki yönetmelik açık ve nettir. Esasında, bizler, milletvekilleri olarak gidip orada siyasi tutsaklarla, diğer bütün tutsaklarla görüşme hakkına sahibiz. Bu hakkımız ilk andan itibaren gasbedilmiş bulunuyor. Bu gasbın nedeni de, esasında, görüşmeye gidemesek bile bize günde onlarca mektupla cezaevlerinde yaşanan hukuksuzlukların, hak ihlallerinin kamuoyuna yansımamasını, bunların üstünün örtülmesi için yapıldığı açık ve net görünüyor.

Bugün biliyorsunuz ki İnsan Hakları Komisyonunun bir alt komisyonu olarak Diyarbakır Cezaevi Komisyonu kurulmuş bulunuyor. 1976 ve 1980 yılları arasında Diyarbakır 5 no.lu Cezaevinde yaşanan hukuksuzlukları, insanlık dışı uygulamaları, tanıkları dinlerken gözyaşları içerisinde kalan sayın iktidar milletvekilleri, çok da geriye gitmelerine gerek yok, bugün eğer cezaevlerine gidip oradaki uygulamaları görürlerse esasında o günleri aratmayan uygulamaların bugün de cezaevlerinde olduğunu kendileri de net olarak göreceklerdir.

Bu açıdan bakılırsa, bugün cezaevlerinde yaklaşık 800 ağır hasta tutsak bulunuyor. Bunların bir kısmı basına da yansıdı biliyorsunuz ki. Birini söyleyelim isterseniz size: Yüzde 80 felçli ancak hiçbir şekilde kendi kendine bakamayacak durumda, hiçbir kişisel ihtiyacını karşılayamayacak durumda olan bir siyasi tutsak şu anda cezaevinde ve bununla ilgili olarak ATK'nın verdiği rapor da maalesef ki yine bir şekilde baskı altına alınarak, bir şekilde başkalarının hegemonyasından zarar görerek kendi kendine yetebileceğine dair bir rapor vermiş bulunuyor. Yüzde 80 felçli olan birinin kendi kendine bakamayacağını hepimiz biliyoruz. Esasında, bize gelen mektuplardan birkaç tanesini zaman yeterse ben sizlere de okuyacağım.

Sayın Metiner bakıyor, galiba Cezaevi Komisyonunda kendisi de varmış ve gidip kendisi de bazı uygulamaları görmüş.

MEHMET METİNER (İstanbul) - Başkanıyım.

AYŞE ACAR BAŞARAN (Devamla) - Birkaç mektubu da gerekirse size okuyabilirim. Ama cezaevindeki siyasi tutsakların bütün işkencelere, bütün hukuka aykırı uygulamalara rağmen tek istekleri var şu anda; ağır hastaların en kısa zamanda salıverilmesi talepleri var çünkü şunu söylüyorlar: "Evet, biz arkadaşlarımıza bakıyoruz..." Şu anda, diğer tutsaklara, o felçli ve hasta tutsaklara bakma yükümlülüğü yüklenmiş. "Evet, biz bakarız onlara ama her geçen gün durumları daha da ağırlaşıyor, her geçen gün ölüme daha da yaklaşıyorlar. Biz arkadaşlarımızın buradan tabutlarla çıkmasını istemiyoruz. Biz arkadaşlarımızın salıverilip uygun ortamlarda tedavi edilmesini istiyoruz." Bunun yanında, hatta buna bile gelmeyerek şunu söylüyorlar: "Revir, R tipi cezaevleri." Şu anda Türkiye'de bulunan R tipi cezaevleri var. Ancak bunların kapasitesi siyasi tutsakların hepsinin barınabileceği kadar yüksek değil.

Yine, bütün hepimizin gördüğü ve basına yansıyan bir hasta tutsağı daha biliyorsunuz. Sibel vuruldu, bağırsakları daha dışarıdayken, daha ameliyattan hemen sonra, hiçbir şekilde gözlem altında tutulmadan cezaevine götürüldü. Orada bakılmasının imkânsız olduğu açık ve net ortada. Oradaki teçhizatın, revirin yeterli olmadığını da biliyoruz.

Bu açıdan, esasında bu kanunları, sözleşmeleri incelemeden önce, en kısa zamanda, hasta tutsaklarla ilgili, bu Meclisten bütün milletvekillerinin ortak ses çıkararak, salıverilmeleri için gerekli adımları atması gerektiğini düşünüyorum.

Bunun yanında, yine, dediğimiz gibi, şu anda cezaevlerinde birçok baskı ve işkencelerin olduğunu biliyoruz. Çıplak aramadan bizim, KJA olarak, bir dernek olarak gönderdiğimiz KJA kartlarının "Görüldü" mühürleri olmasına rağmen, daha sonra yapılan koğuş aramasında bu kartları tuttukları ve barındırdıkları için siyasi tutsaklara disiplin cezası veriliyor. "Görüldü" damgası olan kartlardan söz ediyoruz. Yani, uygulama bu kadar keyfî, bu kadar hukuka aykırı ki insanların kendi denetimlerinden, cezaevinin kendi denetiminden geçen kartlara bile disiplin suçuna neden olarak el koyup tutsaklara disiplin cezası verildiğini görüyoruz.

Yine, bu cezaevlerinde, özellikle denetimli serbestliklerle ilgili olarak, tutsaklara dayatılanın aslında oradaki, şu andaki cezaevlerinde sorgunun devam ettiğinin, insanlar ceza aldıktan sonra bile cezaevinde tekrar cezalandırılmalara maruz kaldıklarının en açık örneği, denetimli serbestlikten yararlanabilmek için onlara pişmanlık yasasının dayatıldığı, pişmansalar ancak denetimli serbestlikten, en önemli hakları olan denetimli serbestlikten yararlanabilecekleri söyleniyor.

Bunun yanında, biliyorsunuz ki ağırlaştırılmış müebbet diye verilen bir cezamız var ve bunların, bu tutsakların müddetnamelerinde "ölünceye kadar" ibaresi geçiyor. Bir tutsağın aldığı cezanın, bir şekilde infazının hesaplanması ve infaz rejimine göre belli bir süre sonra aslında salıverilmesi gerekiyor. Ancak mevcut düzenlemede, müddetnamede "ölünceye kadar" ibaresi var ve bu tutsakların hiçbir şekilde serbest bırakılma, şartlı salıverilme imkânından yararlanma hakları maalesef ki yok.

Biliyorsunuz ki Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne aykırı bulunan bu ağırlaştırılmış müebbet cezalarıyla ilgili olarak AİHM'in Türkiye'yle ilgili verdiği bir karar da var, 2014 yılında Sayın Öcalan'la ilgili olarak verdiği ağırlaştırılmış müebbettin esasında Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 3'üncü maddesine aykırı olduğu yönünde bir karar var ama bu karar hâlâ Türkiye'de uygulanmış değil ve Sayın Öcalan'ın yanında şu anda 100'den fazla tutsak ölünceye kadar müddetnameleriyle cezaevlerinde gün saymıyor, ölümü bekliyor maalesef.

Dediğim gibi, bunun en önemli nedeni umut hakkıdır. Şu anda cezaevlerindeki, bu müebbet hapis cezasına çarptırılmış insanların elinden bir gün serbest bırakılacakları umudu, umut hakları ellerinden alınmıştır ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin verdiği 3 kararda da; bunların biri Birleşik Krallık kararıdır, biri Sayın Öcalan'ı ihlal için verilen karardır, bir de Vinter kararı vardır; incelemenizi ve bu yönde vicdanınızı da dinleyerek bu insanlarla ilgili olarak en kısa zamanda aslında bu Mecliste bir düzenleme yapılması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü umut hakkı, bir gün salınabilme umudu hakkı insanlar açısından, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin de verdiği kararda belirttiği gibi, aslında insan onuru açısından çok önemli bir durumdur.

Yani buradaki bir sürü saydığımız, cezaevlerindeki sıkıntıları, dediğim gibi, Sayın Metiner aslında biliyor. Yani bu koşullarda bu kadar hak ihlali olurken bizler vize muafiyetinin Türkiye'ye verileceğini düşünüyorsak, tekrar başa dönüyorum ve yanılıyoruz diyorum. Çünkü yine az önce söylediğim bu ağırlaştırılmış müebbet cezasının varlığı bile esasında Avrupa'da bu, şu anda geçirmeye çalıştığımız kanun çerçevesinde iade edilmeme nedenidir. Çünkü Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi iade açısından şunu söylüyor, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin verdiği kararlar bu yöndedir: Eğer bir ülkede kişilerin aldığı cezaların infazı sonucunda salıverilme ihtimalleri yoksa yani ölünceye kadar cezaevinde tutuluyorlarsa bu ülkelere hiçbir şekilde iade yapılmaz. Yani bu kanun çok güzel olabilir, evet, usulde, görünende içerikleri çok uygun olabilir ama esası ve usulü incelememiz gerekiyor.

Yine, maalesef ki, dediğimiz gibi son süreçlerde cezaevleri yanında cezaevine gidene kadarki koşulları da göz önünde bulundurmamız gerekiyor. Zaten bizim partimize yönelik, her tarafta, ağızlarından çıkacak en ufak bir kelimede binlerce yöneticimizin, belediye eş başkanlarımızın, belediye meclis üyelerimizin tutuklandığını biliyoruz ama tutuklanmakla kalmıyorlar. Tutuklanma zaten artık Türkiye açısından bir tedbir değil, bir cezalandırma yöntemi olarak kullanılıyor ancak bunun yanında bir başka durum daha var: Bu insanların çoğu daha karakollarda, emniyetlerde işkenceye maruz kalıyorlar; özellikle kadın ve çocuklar açısından cinsel tacize varıncaya kadar, tecavüz tehditlerine varıncaya kadar birçok kötü muameleyle cezaevine kadar götürülüyorlar ancak gittikleri cezaevlerinde de kalmıyorlar. Biliyorsunuz ki şu anki tutsakların çoğu, özellikle bu son süreçte alınan belediye eş başkanlarımız, meclis üyelerimiz ve parti yöneticilerimiz çok kötü koşullarda sürgüne tabi tutuluyorlar yani kendi memleketlerinden, kendi oturdukları yerdeki cezaevlerinden çok daha uzaklara, Trabzon'a, Rize'ye, Ankara'ya, birçok cezaevine sürgün ediliyorlar. Bu da şunu ortaya çıkarıyor: Bir taraftan tutsaklara, tutuklulara işkence yapılırken, onların hakkı hukuku çiğnenirken bir taraftan da aileye zulmediliyor. Çünkü görüşmeye giden ailelerin hiçbiri bu kadar uzun yolu katedip, gelip maalesef ki görüş yapamıyorlar ve insanların çoğu, bu tutsakların çoğu ayda belki bir ya da hiç görüş yapamıyorlar.

Ben gelen mektuplardan sadece bir tanesinin kısa bir bölümünü okuyacağım, uygulamaları biraz anlamanız açısından. Gerçekten, hani bütün o ağır tutsaklar, müebbet cezaları, yapılan çıplak aramalar, işkenceler, bunların hepsi çok büyük, gerçekten korkunç uygulamalar. Ama bu biraz benim yüreğime dokunan bir uygulama olduğu için ben buradan okumak istiyorum. Sizin de yüreğinize dokunacağını umarak okuyorum esasında: "Adalet Bakanlığının talimatıyla ne kadar plastik su kovası, sepet, tabure, çekpas sopası, muşamba güya fazlalıktır diye toplatıldı. Bunların yanı sıra su pet şişelerinide -spor yapmak için onlardan bir şeyler yapmışlar- topladılar. Benden bir kırık su kovası aldılar. Yıllardır kâh tabure olarak kâh bulaşık ve benzeri yıkarken küçük sebze, meyve veya bulaşık sepetinin üstüne koyuyordum, işe yarıyordu, onu da aldılar. Ondan sonra öğrendim ki yan hücrede, komşumda su kovası olmasına rağmen ondan almamışlar." Yani düşünün ki şu anda tutsaklara yapılan uygulama bu. Ve bir kırık su kovasını bile bu insanlara fazlalık gören bir cezaevi yönetimi ve cezaevi sistemimiz var.

Onun için, dediğim gibi evet, kanunlarımız çok güzel olabilir, belki şu anki mevcut Ceza İnfaz Kanunu'nun da çok güzel olduğunu savunabiliriz ya da ceza tevkif evleriyle ilgili olarak yönetmeliğin de belki çok iyi ve düzgün olduğunu düşünebiliriz ama maalesef ki uygulamaların ne boyutlara geldiğini hepimiz biliyoruz. Biz bu mektupları nasıl aldık derseniz, biz görüş yapamadığımız için, gidip tutsaklarla görüşemediğimiz için mektup gönderdik. Ancak bazı cezaevleri -başka bir zaman size onu da okurum, mektubu- bizim gönderdiğimiz mektupları bile, milletvekillerinin gönderdiği mektupları -ki içeriğini buradan bile okuyup bütün basına bile deklare edebiliriz- bile aslında uygun olmadığını söyleyerek tutsaklara vermemiştir. Yani gelinen uygulamanın boyutu bu.

Bence -dediğim gibi- bu kanunlar üzerinde konuşup "Vize muafiyeti kalkar mı kalkmaz mı?" tartışmalarını bir tarafa bırakalım. İnsanların "Vize muafiyeti olsa da, bir an önce Avrupa'ya kendimi atsam da Türkiye'deki bu antidemokratik uygulamalardan kurtulsam." düşüncelerini bir tarafa bırakıp, bu ülkeyi yaşanılabilir, özgür, eşitlikçi bir ülke hâline getirelim. Ve her tarafta cezaevi açacağımıza, dediğim gibi "Bunların nedeni nedir? Bir ifade özgürlüğü için insanlar nasıl cezaevine atılabilir?"i gelin burada konuşalım. Bunların daha uygun ve daha doğru olduğunu düşünüyorum.

Hepinizi tekrar saygıyla selamlıyorum. (HDP sıralarından alkışlar)