| Konu: | Kişisel Verilerin Otomatik İşleme Tabi Tutulması Karşısında Bireylerin Korunması Sözleşmesine Ek Denetleyici Makamlar ve Sınıraşan Veri Akışına İlişkin Protokolün Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun Tasarısı münasebetiyle |
| Yasama Yılı: | 1 |
| Birleşim: | 75 |
| Tarih: | 19.04.2016 |
HDP GRUBU ADINA MERAL DANIŞ BEŞTAŞ (Adana) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Doğrusu, şu anda üzerinde söz aldığım Kişisel Verilerin Otomatik İşleme Tabi Tutulması Karşısında Bireylerin Korunması Sözleşmesine Ek Denetleyici Makamlar ve Sınıraşan Veri Akışına İlişkin Protokolün Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun Tasarısı -oldukça uzun tabii- ve Ek Denetleyici Makamlar ve Sınıraşan Veri Akışına İlişkin Protokol'e ilişkin söyleyecek çok şey var ama Kişisel Verilerin Korunması Hakkında Kanun'la ilgili Mecliste gerçekten çok büyük tartışmalar yaşandı. Bizler, Halkların Demokratik Partisi olarak bu kanunun Kişisel Verilerin Korunması Kanunu olmadığını, her ne kadar AB uyum sürecinde bu kanunun önümüze getirildiğini ifade ettiysek de AB uyum yasalarına ve ulusal üstü sözleşmelere aykırılığını defalarca, defaatle, çok ısrarla ifade etmemize rağmen iktidar partisinin oylarıyla maalesef, kişisel verilerin korunmasına değil korunmamasına dair kanun -bir fişleme kanunu- herkesin kişisel verilerinin tek elde toplanmasına dair kanun yasalaştı ve şu anda da buna ilişkin protokolü onaylamaya dair bir kanun üzerinde konuşacağım.
Yani ben bunların hepsinin, maalesef, iktidar partisinin, 2002 yılından beri, başlangıçta her ne kadar ufak tefek olumlu adımlar attılarsa da sonrasında uluslararası sözleşmelerin iç hukuka uyarlanması sürecinde her zaman kendi politikalarını, kendi çıkarlarını, kendi bakış açılarını ifade eden bir yöntemle ulusal üstü sözleşmelere dair yasal çalışmalar yaptığını biliyoruz ve burada her zaman, aslında, bu sözleşmelerin ruhuna, esasına aykırı küçük istisnalar gibi görünen ama aslında, uygulamada, yaşamda, maalesef, tüm yasayı, ulusal üstü sözleşmeyi ve Anayasa'yı bloke eden, ortadan kaldıran bir yasama faaliyetine uzun yıllardır tanıklık ediyoruz. Türkiye'de şu ana kadar yapılan birçok değişiklik, yasal değişiklik, takdir edilir ki aslında, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin bu konuda verdiği sayısız kararla mümkün olmuştur. Gözaltı süresi otuz günden dört güne indirildi, devlet güvenlik mahkemeleri kaldırıldı, yine buna benzer birçok mevzuat değişikliği yapıldı fakat bugün, günümüze geldiğimizde özellikle son yıllarda bu değişikliklerin tek tek içinin boşaltıldığı, aslında "darbe" demeden darbenin uygulandığı, "sıkıyönetim" denmeden sıkıyönetim uygulamalarının yaşama geçirildiği, "katliam" demeden toplu insan ölümleriyle karşılaştığımız, "işkence" demeden canlıları bırakalım cenazelere işkence yapıldığı bir dönemde bu çalışmayı yapıyoruz. Ben dikkatinizi, sayın milletvekillerinin ve Türkiye kamuoyunun dikkatini başka bir konuya çekmek istiyorum. Bu nedenle, kişisel verilerle ilgili daha fazla bir şey anlatmayacağım.
Değerli arkadaşlar, biliyorsunuz, KCK operasyonları bir dönemin çok tartışılan meselelerinden biriydi ve maalesef, yakalananlar, tutuklananlar ve yargılananlar Kürtler olunca, Kürt siyasal hareketi olunca, Demokratik Bölgeler Partisi, Barış ve Demokrasi Partisi olunca aslında hak edilen tartışma hiçbir zaman yapılmadı. Türkiye'de hiçbir zaman hiçbir partinin, hiçbir kurumun, hiçbir kesimin on binlerce üyesi tutuklanmadı, yargılanmadı, cezalandırılmadı ama genel olarak toplumsal yaşamda, yargıda, ekonomide, eğitimde, her alanda var olan ayrımcılık, ayrımcı yaklaşım bu yargılamalara ilgide ve ilgisizlikte de kendini çok net bir şekilde gösterdi. 2009 14 Nisanında -keşke dinletebilseydim kendimi ama bunun bir formülü yok maalesef, herkes takdir ettiği üzere ya dinler ya dinlemez- bir operasyon başlamıştı ve içinde belediye başkanlarının, il eş başkanlarının, parti meclisi üyelerinin, merkez yürütme kurulu üyelerinin olduğu demokratik siyaset alanında çalışan binlerce insanımız, arkadaşımız o zaman sabah operasyonlarıyla gözaltına alındı. Bir anımı size anlatacağım: 14 Nisan 2009 tarihinde partiye gittiğimizde arandık avukat olarak. Dediler ki: "Gözaltılar var." 52 kişi gözaltına alındı ve daha gözaltına alınanlar sağlık kontrolünden bile geçmemişti. Biz de televizyonu açtık, dedik ki: Bakalım ne var? Günün ilk saatleri, saat altı, yedi daha. Dörtte, beşte olmuştu ve inanılmaz bir şekilde bazı kanallarda KCK operasyonlarının ne kadar doğru olduğuna, ne kadar haklı olduğuna, bu operasyonların niye yapılması gerektiğine, arka planın ne olduğuna dair sabah sabah köşe yazarlarının, gazetecilerin, koca koca profesörlerin analiz yaptığına tanıklık ettim, bizzat ben yaşadım. Ve bu operasyonun, daha operasyon düğmesine basılmadan ne kadar sistematik bir şekilde hazırlandığını, önceden nelerin planlandığını, nasıl bir operasyonun, yapılacağını canlı bir şekilde yaşadık. Yüzlerce klasör konuldu önümüze ama bu yüzlerce klasörün kapağını dahi açmamıza izin verilmedi. KCK ana davası için söylüyorum, diğer davaların hepsi de aynen bu seyirde yıllarca devam etti ve hâlâ ettiriliyor.
Şüphesiz, bu davalar sadece Diyarbakır'da devam eden KCK ana davası olarak bilinen bir dava değil. O dönemde iktidar partisi bu operasyonların arkasında durdu, bu operasyonların olması gerektiğini, paralel iddialarıyla -aynen bugün başkalarına paralel diyorlar ya- o zaman da Kürt siyasal hareketine, demokratik siyasete paralel yaftalarıyla, bu operasyonlarla ne kadar iyi, güzel bir iş başarıldığını ifade ettiler. Sonra, cemaatle aralarındaki çelişkiden sonra bu operasyonları cemaatin yaptığını, bunların bir kumpas olduğunu ifade etti bizzat Başbakan yardımcıları, bakanlar; Başbakan düzeyinde, Cumhurbaşkanı düzeyinde müteaddit defalar biz bu açıklamaları duyduk. Fakat gelin görün ki çelişki sadece burada değil, şu anda bu davanın, ana davanın -sadece ana dava üzerinden konuşacak olursam- savcıları tutuklu değerli arkadaşlar. Paralel iddiasıyla cemaat yapılanması sebebiyle ana davanın savcıları tutuklandı ve şu anda yargılanıyorlar. Peki, ana davada ne yapıldı? Savcıları tutuklandı ama o savcıların hazırladıkları iddianameler şu anda yargılamaya esas kabul edilerek davalar devam ettiriliyor. Peki, bu davalarda ne var, hangi iddialar var? Emin olun bu iddiaları... 7 bin küsur sayfaydı -731 diye hatırlıyorum- iddianame. Bu iddianamede yok yok ama şu anlamda yok yok: Yani, her türlü trajikomik, komik, ne bileyim yani şaka gibi anlatılabilecek; bir partinin faaliyetleri, bir derneğin faaliyetleri, bir kadın hareketinin faaliyetleri o iddianamede suç unsuru olarak, suç delili olarak konuldu ve tartışıldı. Size sadece birkaç örnek vereyim: Belediye başkanı -davada- belediyeye gittiği için... İddia, sevk maddesinin gerekçelerinden biri bu, belediyeye toplantıya gitmiş. İl başkanı il binasına girerken fotoğraflanıyor, belediye başkanı belediye binasına girerken fotoğraflanıyor. Bir isim vereceğim: Yaşar Sarı. O zaman DİSKİ'nin Genel Müdürüydü. Dört yıl tutukluluğunu önleyemedik. Yaşar Sarı'nın evi Diyarbakır Yerel Yönetimler Bürosu'nun yanılmıyorsam dördüncü katındaydı, katı yanlış söyleyebilirim. Her gün Yaşar Sarı fotoğraflanmış. İddianamede şöyle yazıyor, diyor ki: "Yaşar Sarı şu saatte Yerel Yönetimler Bürosu'na gitti, şu saatte çıktı." Ya, Yaşar Sarı da gelip diyor ki: "Benim evim orada. Ben bir saatte gidiyorum evime, sonra sabah çıkıyorum. Gün içi gidip yemeğimi yiyorum, öğlen saatinde, çıkıyorum. Burası benim evim yani ben evime gidip geliyorum." Bunu anlatıp ikna edene kadar, dört yılı aşkın bir süre Yaşar Sarı tutuklu kaldı. Evinin ispatı bir tarafa, bunun bir iddia olarak, bir tutuklama gerekçesi olarak oraya sunulması yargının geldiği aşamayı, hukuk ayıbını gerçekten gözler önüne sermesi açısından ibret vericidir.
Başka bir iddia, "Hasankeyf Sular Altında Kalmasın" kampanyası. Çevre hareketleri, partinin çevre komisyonu ve DTK'nin çevreyle ilgili birimleri Hasankeyf'e ilişkin kampanyalar yapmışlar ve Hasankeyf'in korunmasına dair uluslararası düzeyde, ulusal düzeyde ne kadar büyük kampanyaların yapıldığını ilgilenenler çok iyi bilir. Ve Hasankeyf'in nasıl tarihî bir miras olduğunu yine buradan söylemek isterim, görmeyenlerin de mutlaka gerçekten görmesi gereken bir yer. Ama, iddianameye nasıl konu olmuş? İddianamedeki cümleyi söylüyorum, diyorlar ki: "Hasankeyf, PKK gerillalarının orayı geçiş güzergâhı olarak kullandığı; su altında kalmaması için bu eylemi yapanların, bu yolu kesmek istememeleri sebebiyle örgüt adına suç işledikleri..."
Şimdi, bunlar o kadar komik gibi görünüyor ama bu iddialarla oradaki tutuklular beş yıl tutuklu kaldılar ve hâlâ bu yargılama devam ediyor. Peki, niye anlatıyorum bu davayı? Bu davanın şu anda geldiği aşama itibarıyla üzerinde büyük bir oyun oynanıyor, büyük bir projenin bir parçası olarak bu dava devam ettiriliyor. Peki, nedir bu davanın özelliği? Bu davanın içinde DTK eş başkanları var; yargılananlar arasında, bu davanın sanıklar arasında -sanık demeye dilim varmıyor- bu davanın mağduru olanlar arasında 8 milletvekili arkadaşımız var. Bu davanın yine, mağdurlarından şu anda Mardin Büyükşehir Belediyesi Başkanı, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Eş Başkanı var ve başka, Batman, diğer birçok ilin belediye eş başkanları, belediye meclis üyeleri, merkez yürütme kurulu üyeleri, parti meclisi üyeleri var. Ve bu davaya ilişkin savcıları tutuklayan akıl, "Kumpas yapıldı." diyen akıl şimdi yeni bir heyet görevlendirmiş ve bu heyet haftanın her günü duruşma yapmak istiyor. Rivayet odur ki -bu sadece bir rivayet değil tabii, veriye dayalı- üç ayda, haziran ayına kadar bu davanın bitirilmesi talimatı verilmiş. Avukat arkadaşlarımız hâkimin reddini, başkanın reddini, her türlü hukuki yolu deniyorlar ama gelin görün ki mahkemenin hukuk falan taktığı yok. Hatta, yine rivayet odur ki mahkeme başkanı ve üyeleri sıklıkla Ankara'yı ziyaret ediyorlarmış; artık, kimi ziyaret ediyorlar, nasıl talimat alıyorlar bilemiyoruz.
Bunlar rivayet değil değerli arkadaşlar, şu anda haftada en az iki üç gün duruşma yapılıyor ve bu talimattan sonra ne yapıldı biliyor musunuz? Gültan Kışanak Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Eş Başkanı olarak bu davanın sanığı değildi, dava, özel bir uygulamayla hemen dosyalar birleştirildi ve bu davaya eklendi. Sayın Ahmet Türk yine aynen KCK ana davaya monte edildi. Sebahat Tuncel, HDK Eş Sözcüsü olarak hemen hızlı bir operasyonla bu davanın sanığı hâline getirildi ve bu operasyona hâlâ devam ediliyor. Yani, HDP, HDK, DTK, DBP, KJA ve daha birçok sivil toplum kuruluşu, demokratik siyaset alanı ve yerel yönetimler bu dava üzerinden tasfiye edilmeye çalışılıyor.
Bugünlerde yaşadığımız hiçbir şeyi bir tek o konu başlığı altında düşünmemenizi öneririm bir kişi olarak, bir milletvekili olarak, bir arkadaşınız olarak. Bunların hepsi birbiriyle bağlantılı yani şu anda bu davayı hızlandırmak, her gün duruşma yapmak istemek, büyükşehir belediye başkanlarını dâhil etmek, gizli tanıkları zorla getirip orada soru sorulmasına bile izin vermemek ya da gizli tanıkların hazırlanmış ifadeleri orada gelip ezbere bir şekilde anlatmasının hiç kimse -burada çok değerli hukukçular var- tesadüf olduğunu ifade etmesin. Hepimiz çok iyi biliriz ki davalar arasında, hele tutuksuzsa ve bu kadar iş yükü ağırsa, en az iki ay, üç ay talik edilir. Eğer bir dava konusunda hızlandırma kararı verilmişse bunun asla ve asla talimattan ve başka bir talimatlandırmadan ve özel bir istemden bağımsız olmadığını ifade etmek istiyoruz. Gerçekten şu anda sadece iletişim tespit tutanaklarıyla ve anlattığım iki üç örnekte trajikomik iddialarla bu kadar insan demokratik siyaset alanından tasfiye edilmek isteniyor. Bunu, dokunulmazlık tartışmasından ayrı düşünmüyoruz. Bunu, şu anda hâlâ tutuklu olan 11'i kadın, 8'i erkek olmak üzere 19 belediye başkanının tutukluluğundan bağışık ve bağımsız düşünmüyoruz, yine 36 belediye meclis üyesinin tutuklanmasından da bağımsız değil.
Şimdi, bu kadar tutuklama başka bir partide olsa... İktidar partisinin belediye başkanı bildiğim kadarıyla hiç tutuklanmadı, Merkez Yürütme Kurulu üyesi tutuklanmadı. Hatta bir ara burada böyle ciddi, hoş bir sohbete tanık olmuştuk "Siyasete müdahale etmeyelim, edilmemeli." diye ama sorun Halkların Demokratik Partisi, muhalefet, Kürtler ve gerçekten demokrasi güçlerinin bu konudaki demokratik muhalefeti olunca biz üç maymunu oynamaya devam ediyoruz ve bu operasyonlar -KCK ana davasını özellikle anlattım, bunun üzerinden aynen dokunulmazlıklar gibi- diğer sivil toplum örgütlerine yönelik, basın yayın organlarına yönelik, kadın örgütlerine yönelik, akademisyenlere yönelik operasyonlardan asla bağımsız değil.
Şu anda Türkiye'de sessiz bir toplum, itaat eden bir toplum, biat eden bir toplum yaratılmak isteniyor ama tabii ki bunu başaramayacaklar. Bunu başaramayacağınızı biz şimdiden görüyoruz, kaybedeceğinizi biliyoruz ama kaybederken bütün toplumu da siyasetçiler olarak ciddi bir şekilde bu kaostan, bu cendereden, bu acılardan korumak gibi, kollamak gibi bir görevimiz var. Yani şu anda zaten iktidar partisi milletvekilleri ve eski Anayasa Komisyonu Başkanı sağ olsunlar çok açık sözlüler gerçekten, her şeyi söylüyorlar "Oğlan bizim, kız bizim.", bir de cinsiyetçi bir bakış açısıyla. Zaten cinsiyetçilik ruhlarına işlemiş gerçekten, kadın bakış açısından hiç eser yok. Diğeri "E, zaten üçü de bizim." diyor, "Biz başkanlık sistemini getirelim ki yargı, yürütme ve yasamayı ayıralım."
Gerçekten ya bütün Türkiye yurttaşlarını aptal yerine koyuyorlar, 78 milyon insanı ya da ne dediklerini bilmiyorlar yani AK PARTİ'nin, iktidar partisinin kendi seçmenine de böyle bir haksızlık yapmaya hakkı yok. Herkesin akli melekeleri kendine göredir, herkesin bir akıl süzgeci vardır. Bu söylenenler karşısında herhâlde bir değerlendirme, bir hesap yapma gibi koşulları vardır ama her söylemle yani âdeta hepimizle alay ediliyor, aklımızla alay ediliyor ve söylenilenlere inanmamız bekleniyor. İşte gerçekten, şu anda yargının içinde bulunduğu durum, bırakın bağımsızlığı, tarafsızlığı, yargı mensupları -hepsini tenzih ediyorum, sınıf arkadaşlarımız var, çok değerli hukukçular var, gerçekten işini yapmaya çalışanlar var ama- herhâlde yaşamlarının hiçbir döneminde bu kadar büyük bir baskı görmediler, böyle büyük eziyetler çekmediler çünkü istemese de o kararı vermek zorunda, vermese sürgün edilecek, yeri değiştirilecek, tutuklanacak, paralelci diye damgalanacak ya da başka başka işler gelecek başına. Şimdi böyle bir yargıya HDP'yi, DBP'yi, DTK'yı, KJA'yı, basın örgütlerini, kadın kurumlarını, bir bütün olarak toplumsal muhalefet odaklarını susturun, konuşturmayın, her söze soruşturma açın talimatı var. Benim seçildiğim ilde, Adana'da zaman zaman basın açıklamalarına katılıyorum sendikaların, derneklerin, sivil toplum kuruluşlarının. Şöyle bir uygulama başlatmışlar: Kim ağzını açıyorsa Adana'da hemen iki gün sonra soruşturma kâğıdı gidiyor, "Niye bunu söyledin?", "Niye orada bulundun?" Bir de açıklamadan sonra bizzat tanık oldum. Hemen, diyelim ki 100 kişilik bir kitle var, 101'inci kişi geldi. 100 kişinin kimliğine zaten bakmış oluyor, o 101'inci kişiyi de çağırıyor, diyor ki: "Bir GBT'ne bakacağız." Yani açık bir alanda, açıklama yapmış. GBT'yi alıyor, ismini kaydediyor ve açıkça tehdit edip "Bir daha bu açıklamalara gelmeyin, başınız belaya girer." diyor. Yani hukuk dışılığın bu kadar diz boyu olduğu, demokratik tepkilerin bu kadar sınırlandırıldığı, hukukun bu kadar ayaklar altına alındığı bir dönemde iktidar partisi şiddete davetiye çıkarıyor. İllegaliteye, yasa dışılığa ve aslında hukuk dışılığa kendisi sebebiyet veriyor. Hukukun arkasında durmadığı için, hukuk kurallarına olan güven yerle bir olduğu için maalesef bunun yegâne sorumlusu iktidar partisi ve uygulamalarıdır diyorum.
Hepinizi saygıyla selamlıyorum. (HDP sıralarından alkışlar)