GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: Ankara ve İstanbul'da meydana gelen 4 ayrı terör saldırısı öncesi gerekli önlemleri almadığı iddiasıyla İçişleri Bakanı Efkan Ala hakkında gensoru açılmasına ilişkin önergenin (11/7) ön görüşmesi münasebetiyle
Yasama Yılı:1
Birleşim:75
Tarih:19.04.2016

HDP GRUBU ADINA SIRRI SÜREYYA ÖNDER (Ankara) - Sayın Başkan, değerli arkadaşlar; bu gensorunun beyhude olduğunu söyleyerek söze başlamak istiyorum çünkü İçişleri Bakanı İçişleri Bakanlığını bırakmış durumda. Mülga bir bakanlıktan söz ediyoruz. Yetkilerinin yüzde 80'ini Genelkurmaya devretmiş bir bakanlık var önümüzde.

Şimdi, gensoruyu verecekseniz Genelkurmay Başkanına verin; ona da usul müsait değil ama acı gerçek bu. Siyaset ya da yönetim askerin eline teslim edilince... Askerin aldığı eğitim iki türlüdür: Ölmek ya da öldürmek. Şimdi, eğitimini böyle alan, karşısındakini de dost ya da düşman kuvvetler olarak gören bir anlayışa siz sosyokültürel, ekonomik, tarihsel, bir sürü arka planı olan ve bir tarihsellik taşıyan bir meseleyi teslim ettiğinizde işte önümüze böyle ölümler gelir -hepsi bu vatanın evladı, hepsi gencecik fidanlarımız- bu Meclis de bir taziye evi yerine döner. Hiçbir gün olmuyor ki normal gündeme geçmeden önce grup başkan vekilleri o gün hayatını yitiren canlarımıza bir taziye konuşması yapmadan başlamamış olsun.

Bakanlık mülga da Hükûmet var mı? Hükûmet de mülga. Üstelik, belki Bakanlık yüzde 80 dedim, Hükûmet yüzde 100. Güvenliği Genelkurmaya, diğer işleri de Cumhurbaşkanına havale etmiş, kırk dönüm bostan, yan gel yat Osman modundalar! Bundan memlekete ne hayır gelir?

Bu Hükûmetin başı bize şunu söylüyor büyük bir öfkeyle, Ziya Paşa'dan bir alıntıyla: "Siz herkesi kör, âlemi sersem mi sanırsınız?" diyor. Ben bu Başbakandan şüpheleniyorum, bunun Sayın Cumhurbaşkanımıza bir kastı olduğunu düşünüyorum. Ya şekerini yükseltip hastanelik edecek ya tansiyonunu yükseltip hastanelik edecek, bir kastı var çünkü bunları söylerken bir yandan da çözüm, müzakere ve benzeri mekanizmaları zorluyorlar. Söyleyeyim böyle burada esip gürlediklerine bakmayın. Bu koltuklar böyle boş kalmayacak yani. Bunu bu Ziya Paşa'dan bir beyitle Sayın Başbakana söyleyeyim: "İdraki meali bu küçük akla gerekmez, zira bu terazi bu sıkleti çekmez." Siz bu ülkeden bu temsiliyeti alıp götüremezsiniz. Şimdi arkadaşlarımız grup toplantısı yapıyorlar, bir kararlaşma çıkacak o grup toplantımızdan.

Şimdi, Ziya Paşa demişken Başbakanın kavram dünyasında... Bu kadar muhafazakâr, bu kadar İslami referanslara vurgu yapan bir Başbakanımız var ama kavram dünyası hep Batılılardan. Daha önce de söylemiştim: "Sur'u Toledo yapacağız." dedi. Medeniyet şehirleşmeyle başlar, şehirden önce olanlara kültür diyoruz biz. Medeniyet kentle birlikte başlar ve onu insanlar yapar, o kentler de insanları etkiler, böyle bir karşılıklı hâlleşme içindedirler. Başbakanın aklına bir tane İslam kenti gelmiyor, "Sur'u Medine yapacağız." diyemiyor mesela, üstelik medeniyetin bizdeki karşılığının adını aldığı kent. Ya da "Amasya yapacağız." diyemiyor ya da "Edirne yapacağız." diyemiyor; ilginç bir şey, aklına gele gele Toledo geliyor. Bu Ziya Paşa da öyle. Tercii Bend'ini okuduğunuzda şirke kadar giden bir adamdır. Halife Abdülaziz'e kafa tutmuş, sürgün edilmiş bir şairdir; ben severim ama Başbakanın sevmesinde bir sıkıntı var, referansını oradan vermesinde bir sıkıntı var. Sürekli sorgulamış, nebilerin, velilerin, resullerin başına gelen bu işler için Cenab-ı Hakk'a soru tevcih etmiştir Terciii Bend'de, sonunda bir acziyeti vardır. Sayın Mehdi Eker iyi bilir, ayıktırmaları lazım; hem bu kadar Batı ve Batılı değerlere karşıtlık üzerinden bir politika izliyoruz hem de ne zaman paçamız sıkışsa aklımıza, kavram dünyamızda, Batı'dan başka bir şey gelmiyor diye.

Şimdi gene Ziya Paşa'dan gidelim. Ziya Paşa iyi, çok hikmetli sözler söylemiş: "Bil illeti, kıl sonra müdâvâta tasaddî/Sen her merhemi her yaraya derman mı sanırsın?" İşte, sıkıntı burada. Çünkü hastalık doğru teşhis edilemiyor. Mesele doğru teşhis edilse buna Genelkurmayın ilaç olmayacağı, askerî yöntemlerin ilaç olmayacağı da belli olacak. Muhalefet, iktidar, Mecliste bu konuyla ilgili konuşma yapan arkadaşımız gelsin buraya, bir deney yapalım -eminim, siz de bu müşahedede bulunmuşsunuzdur- ben arkamı döneyim, onun ne söyleyeceğini harfiyen söylerim. İktidar, muhalefet ve biz, kendimizi de katarak söyleyeyim.

Şimdi, istatistikler... Şehit sayıları, hendek sayıları vesaire istatistikten ibaret ve "Sen vaktinde bunu demiştin, öteki bunu yapmıştı, şu şunu doldurmuştu.", bundan ibaret bir şey. Bu hani sosyoloji bölümünün 1'inci sınıfında bile konuşulmaz, bundan daha fazlasına ihtiyacımız var. Çünkü, işte, illeti, tedavisine başlamadan önce teşhis etmeliyiz. Bakın bakalım, ne olmuş ya da bu çözüm süreci niye başlamış? Bugün sıraladığınız, 3 partinin ortak sıraladığı kavramsal olgular var ya, bunların hepsi çözüm süreci başlamadan önce de vardı ve çözüm sürecinin başlama gerekçesiydi. Zaten bir sorun olmasa, bu kadar derin, köklerde beslenen kaynakları olmasa ve akla gelebilecek -elhamdülillah bir tek tank sokmamıştık mahallelere, onu da soktuk- bütün yöntemler denenmemiş olmasa niye oturup konuşalım?

Askerî çözümlerin iki yolu vardır dedim; ölmek, öldürmek. Şimdi dokunulmazlıklar kaldırılacakmış. İki sonucu vardır; mahkûm etmek, beraat etmek. Ama, siyasetin ayrı bir boyutu vardır, o da uzlaşmak; üçüncü bir seçeneğe kapı aralar. Askerî yöntemler ve yargısal yöntemler tarihsizdir. Her maç sıfırdan başlar ama siyaset, konuşma, arama, bunlarda olmayan bir başka boyutu içerir, o da tarihselliğidir. Biz, bizden önce denenmiş yöntemlerin faydasını, zararını, hasılasını süzebilecek akıllar olduğumuz için bize Genelkurmayın dışında böyle bir Meclis yapmışlar ya da mahkemelerin dışında bir mekân ihdas edilmiş, gelin bu meseleyi... Sizin de konumunuz, göreviniz bu demiş ama burada büyük bir vekil çoğunluğu çıkıp bir Genelkurmay temsilcisinin söylemesi gereken, o söylediği zaman anlaşılır bir tarafı olan şeyleri burada dile getirip duruyor; küfür, hakaret, ilzam, bunlar da gırla gidiyor.

Şimdi, hendek meselesi... Sayın Bakan da burada, arkasından konuşmuş olmayalım. İlk hendek ne zaman açıldı? Lice-Bingöl kara yolunda, çözüm süreci patinaja bindiği zamanda. Bir Millî Güvenlik Kurulu toplantısı vardı, Sayın Bakan İmralı heyet üyeleri olarak bizimle görüştü, bu hendeklerin kabul edilemez olduğunu söyledi ve buna siyaset kurumunun bir çözüm üretmesi gerektiğini iletti. Ben, Sayın Pervin Buldan, Sayın İdris Baluken, kalktık o gece Lice'ye gittik, hendeği kazanlarla konuştuk. 2 uzman çavuşumuz da -birisi Nurdağılı, birisi Kilisli- alıkonulmuştu. Sayın Bakan, bunun hiç kabul edilebilir bir şey olmadığını ve bu meselenin acilen siyaset eliyle çözülmesi gerektiğini söylemişti.

Sorduk, niye böyle yapıyorsunuz? Dediler ki: "Burnumuzun dibine -Lice kırsalını bilenler bilir- bir kalekol yapılıyor." Vaktinde bir Rus generalin söylediği sözü akla getiriyor, Türk Genelkurmayından ya da siyasetçilerinden birine demiş: "Bu kadar orduyu niye besliyorsunuz? Bize karşı besliyorsanız az, başkalarına karşı besliyorsanız çok." Oraya bir kalekol yapılıyor ancak görenler görür; o halkın nazarında da -işte, tarihselliğe vurgu yaptım- Lice'de 1990'lı süreçlerde karakol demek kabristanın kapısı demekti, oraya sağ girip sağ çıkan çok az insan vardı ve üstelik suç tarihi ortada, birçoğu haraç ve başka türlü yaptırımlar uygulanmak üzere kaçırılıyordu çünkü gerilla dağda. Orada işi olanı, gücü olanı... Bir suç örgütü oluşmuştu JİTEM namında. Bu Hükûmetin ileri adımı bir tek şu oldu: O en eli kanlı dönemlerde, en faşist zulmün uygulandığı dönemlerde onlar hayâ ettiler, "JİTEM diye bir şey yoktur." dediler. Bu Hükûmet bundan hayâ etmedi. JİTEM'in bütün artıkları bölgeye doluşmuş durumda. Hükûmet biçare, İçişleri Bakanı naçar ve bunu savunuyorlar. Her gün oradan bir halkın ulusal izzetine, şerefine, haysiyetine fotoğraflar, yazılar, muameleler sergilenip duruyor. Bu, Hükûmetin ileri adımı; öbürleri hayâ etmişti, bunlar hayâ etmiyorlar. Peki, bu, çözüm mü? Bu, yol mu?

Sayın Bakan Başbakanlık Müsteşarıyken tarihî el yazmalarını -tarihselliği olan- günümüz Türkçesine kazandırmıştı, bir seti de bende var. Hepsini önemli ölçüde, önemli bir kısmını okumuşum. Anadolu sosyolojisinden bihaberler, dar bir taassup anlayışına odaklanmışlar ve bu Anadolu sosyolojisini bilenler de unutmuşlar. Anadolu heterodoksisi bu toprakların derdine derman, o el yazmalarının birçoğunda da o var. Nedir? Şöyle özetleyebiliriz: Türklük dediğimiz şey, insanın ontolojisiyle ilgilenmiyorlar, "Biz insanın hâlleriyle ilgiliyiz..."

Hep söylüyorum, bu topraklara geldiği zaman hepi topu 150 atlıydı; takatsiz bir Bizans, yorgun bir Hristiyanlık, azalmış bir Yahudilik, dağılmış kavimler... O Türk alperenleri "Biz 72 millete bir nazarla bakarız." dediler, bir; ondan sonra da "Biz insanların hâlleriyle ilgiliyiz." dediler. Bu, Cumhuriyet Halk Partili arkadaşlarımıza da söylenmiş bir sözdür. Şimdi, şöyle bir gerekçe, gerekçe olamaz, buradan bir sıkışmışlık üretilemez: "Biz dokunulmazlığa 'evet' dersek HDP'nin yanında görünmüş oluruz." Öyle değil, bizatihi Sayın Kılıçdaroğlu'nun çok iyi bilmesi gereken de tam bu Anadolu heterodoksisidir çünkü oradan beslenen bir damarın evladıdır. Biz insanların hâlleriyle ilgiliyiz kardeşim. Bugün bu insan mazlum. Sen "Bugün bilmem kimin dişine kan değdi." diyorsun. Bugün sen diyorsun ki: "Türk değilsen itaat et." ya da işte, şöyle, böyle, falan. Necis laflar, necis; bir faydası yok. Bununla baş eğmiş, dizi toprağa değmiş yeryüzünde bir tek kavim yok, yani, bırakın Kürtleri, bununla boyun eğdirilmiş bir tek millet yok. 5 yaşındaki çocuğa bununla bir öğle yemeği yediremezsiniz, uykuya yatıramazsınız. "Biz insanın hâlleriyle ilgiliyiz." "O zaman bunu yapamazsın." diyecek; e, bu da yok. "Ört ki ölem." denilecek günler ama buna da hakkımız yok. Batılı emperyalist devletler ne yapmış? Üzülerek müşahede ediyorum, bütün kalbimle söylüyorum, kendi iç çelişki ve çatışmalarını hep bizim gibi geri bıraktırılmış ülkelere ihraç ederek gelişmelerini ve kendi iç huzurlarını stabil hâle getirmişler. Peki, biz ne yapmışız? Biz kendi içimizdeki iktidar blokunun bütün çatışmalarını -kim olursa olsun, hangi iktidar olursa olsun- Kürt'e ihraç etmişiz, bildiğimiz başka bir şey yok; gittiğimiz Antep, içtiğimiz pekmez; bu kadar. Oysa hasım değil, hısım olmayı seçersek, gerçekten, bu ülkenin insan kaynağının -Türk'üyle, Kürt'üyle, Laz'ıyla, Ermeni'siyle, Süryani'siyle, Arap'ıyla çünkü bu topraklar binlerce yıllık bir genetik mirasın sahibi- bu ülkeyi götüremeyeceği bir yer yok. En milliyetçi hassasiyeti olanlar bile buraya gelip Kürt'ü tahkir etmekten başka bir şey yapamıyorlar. Bununla kimseye diz çöktüremezsiniz, kimseye aman dilettiremezsiniz. Ama, ne olur? Toplumsal maliyeti çok büyük olur.

Bugün de yaşanan budur. Yaşanan, bir Kürt-Türk çatışması değildir; yaşanan, iktidar içi, egemenler arası bir kavgadır. En etkili ve en tarihsel yöntemi buldular, bunun böyle olmadığını göstermek için "Vuralım Kürt'e, nasıl olsa herkes hizalanıyor.", en aklıselimi bile hemen "Taş yok mu, taş?" moduna giriyor. Bugün bir bakanın oğlunun kumarhanede görüntülenmesi de bu iç iktidar kavgasının bir parçasıdır, Davutoğlu'na "Avrupa Birliği seni nasıl muhatap alır? Bir horozlansana, 'Esas yetki Cumhurbaşkanımızdadır.' desene." diyen gazete yazıları da bu iç iktidar kavgasının bir parçasıdır.

Şimdi, biz bütün bunlara burada siyaset yapmak, söze alan açmak için geldik. Bu şartların hepsi ve belki yer yer daha ağırı bundan önceki çatışma dönemlerinde de vardı, üç yıl bir yol aldık. O gün konuşulamayan birçok şey bugün konuşulur gibi geldi ama öyle bir nefret tohumu ekildi, o kadar çok ocaklara ateş düştü ki bugün hep birlikte "hadi" desek bunu sağaltmak için beş on seneye ve çok büyük bir millî seferberliğe ihtiyacımız var. İşte eseriniz, övünün.

Nereye gidilecek buradan? Yenildiğiniz gün şu -ki bu bir tek sizin yenilginiz de olmayacak, hepimizin yenilgisi, topyekûn- yapmayı dilediğiniz şey neyse, varmayı düşündüğünüz hedef neresiyse oraya kazasız belasız, hasarsız, kayıpsız vardığınızı bir an için kabul etsek o gün ebediyen bölündüğümüz gündür işte. Yani "zafer" diye tarif ettiğiniz, murat ettiğiniz, varmak istediğiniz menzile vardığımızda bizi bekleyen felaket daha kötü olacak.

Atacaklarmış bizi Meclisten; buyurun, atın, siz vurdunuz da biz ölmedik mi? En iyi bildiğimiz yer kabristanlar, hapishaneler ama bize diz çöktüremezsiniz, aman diletemezsiniz, tırşikçilik ettiremezsiniz; etrafınızda onlardan bol miktarda var. Bu ezberle hizalanacak çok cudam bulursunuz ama bizden hiç kimseyi bulamazsınız.

Hepinizi saygıyla selamlıyorum. (HDP sıralarından alkışlar)