GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: Yargı erkini baskı altına aldığı ve yönlendirdiği, kuvvetler ayrılığı ilkesine ve Anayasa'ya aykırı yaklaşımlarda bulunduğu iddiasıyla Adalet Bakanı Bekir Bozdağ hakkında gensoru açılmasına ilişkin önergenin (11/3) ön görüşmesi münasebetiyle
Yasama Yılı:1
Birleşim:66
Tarih:04.04.2016

HDP GRUBU ADINA MERAL DANIŞ BEŞTAŞ (Adana) - Sayın Başkan, teşekkür ederim.

Meclisi saygıyla selamlıyorum.

Doğrusu, konuşmama başlamadan, niye pazartesi günü bu gensoruyu görüşüyoruz, bunu öncelikle söylemek istiyorum. Pazartesi gününe alınması bile çok ciddi bir şüphe uyandırıyor, şüpheden ziyade manidar bir durum çünkü bugün Meclis yayını yok, halkımız şu anda gensoru konusunda yapacağımız konuşmaları, görüşleri, bu haksızlık ve hukuksuzlukları en azından canlı olarak dinleyemeyecek. Şüphesiz, başka sebepler de vardır ama bu da halktan gizli... Halkın haber alma hakkının, halkın ülkede yaşananları öğrenme hakkının bizzat iktidar eliyle, bir kez daha ortadan kaldırıldığını öncelikle belirtmek istiyorum.

Şimdi, bilindiği üzere, bugün Adalet Bakanı hakkında gensoru önergesini görüşüyoruz. Peki, gerçekten, bu ülkede bir Adalet Bakanı var mı? Nerede? Yani, bunu tartışacağız.

Geçtiğimiz mayıs ayından itibaren ülkemiz bombalarla sallanıyor, yer yerinden oynuyor. Yüzlerce insan katliamlarda canlarını yitiriyor. Fakat, tüm bunlar olurken, biz Adalet Bakanını aslında hiçbir yerde göremiyoruz. Haksızlık etmeyelim ama, hakkı teslim edelim. Sayın Cumhurbaşkanının "Ben Anayasa Mahkemesinin vermiş olduğu karara sadece sessiz kalırım, o kadar ama bunu kabul etmek durumunda değilim. Karara uymuyorum, saygı da duymuyorum." sözlerinden sonra Sayın Bozdağ'ı Cumhurbaşkanının hemen arkasında görüverdik; hiç, yanında falan değil, arkasında. Lakin, başta da ifade ettiğim gibi, ülkemizde yaşanan hiçbir elim olayda, ihtiyaç duyulan hiçbir yerde kendisini göremedik.

Bir de Sayın Adalet Bakanı, Cumhurbaşkanının yargıyı doğrudan etkisi altına alan, yargıya talimat veren, tehdit eden sözlerinden sonra "Cumhurbaşkanının da herkes gibi düşünce ve ifade özgürlüğü var." dedi; sadece "Şaka gibi." diyebilirim, gerçekten. Üstelik, bir Adalet Bakanı olarak Anayasa Mahkemesi kararını kendisi de eleştirerek bunun haklı olduğunu ifade etti. Aslında doğru söylüyor, bu ülkede hiç kimsenin düşünce ve ifade özgürlüğü yok. Cumhurbaşkanının var ama; Cumhurbaşkanı her konuda söz söyleyebilir, herkese talimat verebilir, yargıyı dizayn edebilir, Meclisin önüne iş koyabilir. Ama siyasi partiler kendi alanlarında düşüncelerini açıkladıklarında, siyaset yaptıklarında fezleke tehditleriyle, tutuklamalarla, gözaltılarla bu ülkede düşünce ve ifade özgürlüğü tümüyle yok edilir.

Aslında, Adalet Bakanının sadece bu cümlesi bile, Cumhurbaşkanının sözlerinin düşünce ve ifade özgürlüğü kapsamında olduğu yönündeki beyanı bile Adalet Bakanlığı sıfatını asla taşımadığını, adaletten bihaber olduğunu ve dünyanın neresinde olursa olsun "Anayasa Mahkemesi kararını tanımıyorum." diyen bir Cumhurbaşkanının beyanı, düşünce ve ifade özgürlüğü kapsamında değil, doğrudan kendisini tek yetkili ve tek erk olarak gördüğünü ortaya koyar.

Şimdi, yani o kadar çok hukuksuzluk ve adaletsizlik var ki hangisini söyleyelim bilmiyorum. Başlıklarla söyleyelim.

Bu ülkenin geleceğini ve barışını elinde tutan, çözüm sürecinde barışı gerçekten tesis etmek için muazzam bir sabır, dirayet gösteren Sayın Öcalan şu anda tecrit altında. Yarın bir yıl oluyor, tam bir yıl. 5 Nisandan sonra Sayın Öcalan'a uygulanan tecrit ağırlaştırıldı. Peki, neden? Çünkü iktidar partisi ve saray ve tabii ki Adalet Bakanı çözüm sürecini ilk aslında o tecrit kararıyla bitirdiler, bitiren kararlardan biri oydu. Niye, tecrit uygulayabilirler mi? Hayır. Ceza İnfaz Kanunu'na göre uygulayabilirler mi? Hayır. Türk Ceza Kanunu'na göre, ilgili mevzuata, yönetmeliklere, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne göre bu tecridin bir yeri var mıdır? Kesinlikle yoktur. Bu tecrit kararı, savaş kararına eşlik eden, tümüyle hukuksuz, tümüyle keyfî bir karar olarak hâlâ devam ettiriliyor. Bu konuda, yanındaki 2 hükümlü de Silivri'ye götürüldü ve şu anda onlar da tecrit altında. Bununla ilgili, şu anda Kürt halkı, Türkiye halkları, kamuoyu, barışı isteyen, barışı özleyen, çözüm sürecinin devamından yana olan, hem ulusal hem uluslararası düzeyde herkesin ciddi eleştirilerine maruz olan bir alanda tecrit tümüyle keyfî bir şekilde devam ettiriliyor ve çözüm sürecinin bitmesinde, tecridin devam etmesinde İmralı Adası'na âdeta bir duvar ören Hükûmet ve Adalet Bakanı bu işin baş suçlularıdır ve bu, gerçekten, asla hukukla, hukuk kurallarıyla, Anayasa'yla ve sözleşmelerle açıklanamaz.

Diğer bir mesele, hasta tutsaklar meselesi. Tecride paralel bir şekilde, çözüm sürecinde "Bugün çıkıyorlar, yarın çıkıyorlar. Şu değişikliği yaptık, şu olacak." dedikleri bir alanda şu anda 700'ü aşkın hasta tutsak kasten ve taammüden adım adım öldürülüyor. Ölümün pençesinde cezaevi koşullarında ama tecrit altında ama izole bir şekilde ama tedavi hakları engellenerek, Adalet Bakanlığının yaptığı ve yaptırmadığı değişikliklerle, verdikleri talimatlarla hasta tutsaklar günbegün öldürülmeye, ölüme terk edilmeye devam ediyor.

Şimdi, Adli Tıp Kurumu. Adli Tıp Kurumu tabii ki siyasi iktidarın arkabahçesi. Hasta tutsakların teşhis döneminden, rapor döneminden otopsi işlemlerine kadar, tecavüz mağduru çocukların ruhsal durumlarının bozulmadığına dair en acımasız kararlara Adli Tıp Kurumu imza atıyor. Peki nedir? Arkabahçe tabii ki ve her zaman iktidarın yanında yer alan bir kurum olarak önümüzde duruyor. Ve adalet sisteminin çarklarının ne kadar bozuk olduğunu göstermesi açısından Adli Tıp Kurumunu gerçekten özenle ve önemle takip etmemiz gerektiğini bir kez daha ifade etmek istiyoruz.

Bir de şu var: Bu dönemde 16 Ocak 2016 tarihinde Adli Tıp Kurumu Yönetmeliği'nde bir değişiklik yapıldı cesetler, cenazelerle ilgili. Cenazeler ve cesetler üzerinden Adalet Bakanlığı ve Hükûmet halka karşı savaşı inanılmaz çirkin boyutlara vardırdılar. Bu yönetmelik hükmü: "Cesedin teslim veya gömülme işlemleri sırasında kamu düzeninin bozulabileceği veya toplumsal olayların meydana gelebileceği ya da suç işlenebileceği mülki idare amirince değerlendirildiği takdirde cesetler, gömülmek üzere doğrudan mülki idare amirliğine teslim edilir." Böyle bir belge hukuk belgesi olamaz. Ailelerin kendi evlatlarının, kardeşlerinin, eşlerinin cenazelerini defnetme hakkını elinden alan bir değişikliktir bu ve cenazeler üzerinden bugün bu daha da tırmandırılıyor. Hâlihazırda, 80 cenaze ailelerine haber verilmeden defnedilmiş ve aileler il il gezerek evlatlarının, çocuklarının cenazelerini teşhis etmek için kan örnekleri veriyor. Şu anda Sur'da bulunan cenazeler... 14 Marttan bu yana, yirmi gündür DNA örnekleri verilmiş, kan örnekleri. Aileler ölüm orucuna başladılar ve istedikleri şey ne, biliyor musunuz? Bu DNA örnekleri bir an önce Adli Tıbba gitsin, çocuklarımızın onlar olup olmadığını öğrenelim ki defnedelim, defin hakkımızı kullanalım. Şimdi bunun işkenceden.... Yani işkence bile hafif kalıyor gerçekten. Haksız bir öldürme, bir katliamdan sonra cenazeleri defnetmenin ve DNA örneklerini bile göndermeme cüretini göstermenin bir izahı yoktur herhâlde. Cenazeler konusunda yapılanlar, gerçekten Türkiye tarihinin en karanlık sayfalarından birini oluşturmaya devam ediyor.

Şimdi, cenazelerin soyulup teşhir edildiğini, kadın bedenlerinin... Bunu buradan çok söyledik, ayrıntıya girmeyeyim. Bu yine bu dönemin faaliyetleri.

Yine otopsi işlemleri... Silopi'de, Cizre'de otopsi işlemlerine avukatlar alınmıyor, adli tıp uzmanları alınmıyor. Adalet Bakanını arıyoruz, diyor ki: "Avukatlar girebiliyor mu otopsiye?" Hukuktan bihaber, haktan, adaletten bihaber! Adalet Bakanı bu ülkenin adaletini tesis etmekle görevli, gerçekten içler acısı bir durum.

Tabii, canlı bombalar, bu bombalar sonucunda başlayan soruşturmalar, yüzlerce, binlerce insanın katledildiği dava dosyaları... Yine Suruç, Ankara ve daha diğer katliamlarda soruşturma makamları, yargı ne yaptı? Hiçbir şey. Ankara katliamında gaz atıldığı ve yaralananların geç götürüldüğü için bir kısmının hayatını kaybettiği iddialarına takipsizlik kararı verildi Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından. Fakat, diğer meselelerde soruşturma makamları hızla devreye girip... Cumhurbaşkanlığına hakaret suçlamalarında -ama dersten, ama okuldan, ama evden ama gece yarısı, ama bir Facebook mesajından dolayı- savcılar oldukça çalışkanlar ama yüzlerce insanın katledildiği olaylarda, katliamlarda savcılar, talimat aksi yönde olduğu için kıllarını kıpırdatmıyorlar. Suruç'ta hâlâ gizlilik kararı var. Değerli arkadaşlar, gizlilik kararının anlamı faili gizlemektir, faili ortaya çıkarmak değildir; failin yaptıklarını, delilleri tümüyle ortadan kaldırmak için soruşturmayı sürüncemede bırakmaktır. Yine, bu konuda, sokağa çıkma yasakları konusunda verilen kararların hukukla, mevzuatla, sözleşmeyle, kararlarla hiçbir ilgisi olmadığını bu kürsüden defalarca ifade ettik ve bunu savunan bir Adalet Bakanı var.

Tahir Elçi olayında biz araştırma önergesinde söyledik, tek cümle söyleyeyim: Tahir Elçi'yi linç edenler ne yaptılar? Hemen baro odasından, adli yardım bürosundan onu apar topar İstanbul'a götürüp ifadesini aldılar ama Tahir Elçi'yi öldürenleri korumaya devam ediyorlar. Konuşma olunca, eleştiri olunca derhâl harekete geçirilen, talimat verilen savcılar hemen "hazır ol"da duruyorlar ama cinayetten sonra Tahir Elçi'nin faillerini -şu anda- Adalet Bakanı ve Hükûmet gizlemeye devam ediyor; bu işin sorumlusu kendileridir.

Akademisyenlerle ilgili tablo, tablodan örnekler veriyorum sadece: Şu anda hâlâ 4 akademisyen cezaevinde; Meral Camcı, Esra Mungan, Kıvanç Ersoy, Muzaffer Kaya. Niçin? Bir şey yapmaktan değil, bir sözü söylemekten değil, bir sözü söylememekten tutuklular. Yani, bu ülkede de hukuk tarihine çok ilginç suç tipleri giriyor, bu suç falan değil tabii. "Niye PKK'yi kınamadınız?" Kınamak zorunda mı? Size ne? O kendi görüşünü söylüyor, "Katliamlar karşısında bu suça ortak olmayacağız." diyor. Akademisyenlere ilişkin talimatlar yine başta Cumhurbaşkanı tarafından verildi, arkasından cadı avı başlatıldı ve şu anda akademisyenler üzerinden bütün bir toplum, akademi dünyası, bilim insanları tehdit edilmeye çalışılıyor. Ama, tabii ki kaybeden kendileri olacak yani bunu en yakın süreçte göreceğiz, buna hiçbir kuşkumuz yok tabii ki.

Yine, 17-25 Aralık, bu konuda da çok konuşuldu. 17-25 Aralığa ilişkin sadece şunu söyleyeyim: Bu ülkede ekmek çaldığı için, pasta ya da benzeri küçük hırsızlıklarda çocuklar "Nitelikli hırsızlık mı, değil mi; anahtar kırılmış mı, değil mi?" diye onlarca yıl -beş yıl, on yıl- ceza alıyor. Ama büyük hırsızlıklarda, hele bu hırsızlıkların faili Hükûmetse, hele korunanlarsa ne yapılır bu ülkede? Yasa değiştirilir, mahkeme kaldırılır, yeni mahkeme kurulur, soruşturmayı açan savcı ya tutuklanır ya işten alınır ya da sevk edilir, başka bir yere gönderilir. 17-25 Aralıkta da Hükûmete karşı olunca gerçekten ne kadar maharetli olduklarını -haklarını teslim edelim- takipsizlik kararlarını ve sözde aklama kararlarını nasıl verdiklerini adım adım Türkiye ve dünya ibretle izledi.

Fezlekeler konusuna girmeyeceğim ama yani biz, söylediklerimizin dokunulmazlıklar üzerinden... Adalet Bakanının konuşmalarını yine büyük bir talihsizlik olarak görüyoruz gerçekten. Kendisi hırsızlık, dolandırıcılık, her türlü yolsuzluğa "evet" derken, arkasında dururken; bizim düşüncelerimizi açıkladığımız, siyaset yaptığımız, demokrasiyi savunduğumuz sözlerimiz sebebiyle fezleke iddialarıyla -kendilerince tehdit herhâlde- baskı aracıyla birilerini yönetmeye çalışıyorlar, yönlendirmeye çalışıyorlar ama bize vız gelir. Biz ne söylediğimizi biliyoruz, neyi savunduğumuzu biliyoruz, bu ülkeye demokrasinin de bizim sözlerimizle, bizim mücadelemizle geleceğine hiçbir kuşkumuz yok.

Tabii, hâkim ve savcıların görev değişiklikleri, rüşvet iddiaları, hangi mahkemeye hangi dosya düşürülsün, işte kim AKP'ye yakın, kim karşı, fişlemeler, bunlar gırla gidiyor.

Bir uçakta bir savcıyla tanışmıştım, ismini vermeyeyim, tabii, tutuklanır ya da öldürülür. Diyor ki: "17-25 Aralıktan sonra HSYK'ye geldiler, bizi otobüslere doldurup götürdüler ya." Böyle bir şey var mı? Otobüslere hâkim ve savcıları yasa değişikliğinden sonra kampa götürmüşler. Savcı diyor ki: "Hayatımda unutamayacağım tek şey odur. Hadi görevden alınmak bir yana, alelacele otobüse bindirilip oradan Adalet Bakanlığının eşliğinde gönderilmeyi hazmedemiyorum." Bu bir buçuk saatlik bir sohbetin sonucunda yaptığım...

ADNAN BOYNUKARA (Adıyaman) - O yalan söylüyor.

MERAL DANIŞ BEŞTAŞ (Devamla) - İsmini söylemek isterim de onu korumak zorundayım.

ADNAN BOYNUKARA (Adıyaman) - İsmini de söylemeyin. Kimse yalan söylüyor.

MERAL DANIŞ BEŞTAŞ (Devamla) - Yalan söylemiyor.

ADNAN BOYNUKARA (Adıyaman) - Kimse yalan söylüyor.

MERAL DANIŞ BEŞTAŞ (Devamla) - Özel yetkili mahkemelere falan geçmeyeceğim ama satır başlarıyla... Sürem az kaldı.

Gerçekten bu ülkede adalet yok -bunu tartışmıyorum tabii- ama birileri için, kendileri için adaletsizliği adalet diye tesis etmeye devam ediyorlar. IŞİD'cilere her türlü suç işlemek serbest. Geçen hafta IŞİD'le ilgili ana davada, Türkiye'deki yapılanmayla ilgili davada -buradan yine söyledik- 96 sanık hakkında açılan davanın dördüncü duruşmasında tüm tutuklu sanıklar tahliye edildi. "IŞİD'ciler artık rahatlıkla bomba atabilirler." kararıdır bu. "Biz sizin arkanızdayız. Verdiğimiz destek yetmemiş, bu soruşturmayı da haksız yere yaptık. Özür dileriz." beyanıdır. Ama, diğer yandan, tabii ki demokratik muhalefete, demokrasi güçlerine, basın-yayın organlarına, gazetecilere, akademisyenlere, öğrencilere, kadınlara yönelik operasyonlar ve tabii ki partimize yönelik tasfiye operasyonları, siyasi soykırım operasyonları hız kesmeden devam ettiriliyor.

Şimdi, yargı, bu dönemde, Adalet Bakanı sayesinde ve kendisine talimat verenler sayesinde muhalefeti, her türlü muhalefeti tasfiye etmek için kullanılan bir araç hâline dönüştürülmüştür. "Sadece Hükûmete yönelik suç işlenebilir, başka bir suç işlenemez." Böyle bir algı var ve gerçekten diğer suçların hepsi de cezasız kalıyor. Daha da garibi "konjonktürel suç" diye bir şeyle tanıştık hukukçular olarak. Üniversite hocalarımıza bugün soracağız tabii -yani her gün soruyoruz- konjonktürel suç ne? O günkü koşullara göre kim terör örgütü? Gerçekten tuhaf bir şey. Sayın Adalet Bakanı "tweet"lerini bugün silmeye başlamış. Konjonktürel olarak "tweet" attığı dönemde Fethullah Gülen terörist değildi ve örgütü de yoktu ama şimdi terör örgütü ilan edildi. ASALA yine yeni terör örgütü oldu. Ne bileyim, başka başka terör örgütleri icat edildi. Bu ne? Döneme göre konjonktürel terör örgütleri icadıyla karşılaşıyoruz. Sayın Adalet Bakanı da -"tweet"lerine kim girdi, kim yazdı bilmiyoruz, soruşturmasını öneririz ama- çok da ağır bir "tweet" atmış, diyor ki: "Atmadığım 'tweet'i attığım 'tweet'miş gibi beğenen veya 'retweet' edenler ahlaksızlık ve iftiranın zirvesindeler." Ama bu "tweet"ler arşivde ve bugün siliniyor, biz takip ediyoruz bu "tweet"leri. Yani, kendisinden şöyle bir açıklama bekliyoruz: "Vallahi, o zaman terör örgütü değildi ama şimdi karar verdik, yasalar da buna göre değişecek, bu yüzden 'tweet'leri silmek zorundayım." dese daha doğru bir açıklama olur.

Yine, Soma'daki, tekme atan Yusuf Yerkel'i sadece anmak istiyorum. İşçilere yönelik suçlarda da cezasızlık var, kadınlara yönelik suçlarda cezasızlık var, istismar davalarında cezasızlık var, katliam davalarında cezasızlık var. 1990'lı yıllarda sadece faili meçhul cinayetlerde cezasızlık vardı, şimdi, AKP iktidarı ve Adalet Bakanı sadece bu dönemi aklamakla kendilerini görevli hissetmiyorlar, 1990'lı yıllarda işlenen suçlar, artı, kendi dönemlerinde işlenen suçları topyekûn cezasızlık zırhıyla korumaya devam ediyorlar. Beraat kararlarının hızla veriliyor olması bunu açıkça ortaya koyuyor. İnsan öldürmek serbest, yakmak, parçalamak serbest, cenazelere işkence yapmak serbest, bebek öldürmek serbest -cezasız demek istiyorum- fakat Cumhurbaşkanına tek laf etmek suç; Adalet Bakanı hemen arkasından çıkıveriyor.

İşte, netice itibarıyla şunu söylemek istiyorum: Sayın Adalet Bakanı, gerçekten tarihe adınız kara bir sayfa olarak geçecek ve Mahmut Esat Bozkurt herhâlde mezarında ters döner sizden sonra. Gerçekten onu aratmayan, keyfiyetin ve hukuksuzluğun esas olduğu bir döneme imza attınız ve bu ülkede ne adalet var ne Adalet Bakanı, bunu bütün dünya ve Türkiye yurttaşları görüyor.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

MERAL DANIŞ BEŞTAŞ (Devamla) - Yani, işin özeti aslında bu.

Son cümle olarak da Montesquieu'nin bir lafını söylemek istiyorum, süre bitti ama...

BAŞKAN - Buyurun, mikrofonunuzu açıyorum Sayın Beştaş.

MERAL DANIŞ BEŞTAŞ (Devamla) - "Bir rejim halkın adalete inanmaz bir hâle geldiği noktaya gelince o rejim mahkûm olmuştur." Ve şu anda ülkemizde adalete inanç ve güven hiç olmadığı kadar diplerdedir, adaletsizlik zirvededir çünkü.

Çok teşekkür ediyorum Sayın Başkan, sağ olun. (HDP sıralarından alkışlar)