GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu Kanunu Tasarısı münasebetiyle
Yasama Yılı:1
Birleşim:65
Tarih:01.04.2016

HDP GRUBU ADINA AYHAN BİLGEN (Kars) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; son Osmanlı Mebusan Meclisinin siyasi literatüre girmiş kanun yapmayla ilgili meşhur bir sözü vardır, "Yok kanun, yap kanun." diye bir tekerlemeye dönüşmüştür bu. Yani, ülkenin sorunları ile parlamentoların gündemi arasında makas açıldığında bu sorunları çözecek bir inisiyatif, bir siyasi irade geliştirmek yerine kanun yaparak bir şey yapıyor gibi olmak aslında tam bir alışkanlığa dönüşmüş ve ne yazık ki bugün de ülkenin karşı karşıya bulunduğu gündem ile bizim buradaki mesai ve performansımız aynen bu sözdeki durumu ortaya koymaktadır. Ülke gündeminde çok ciddi hak ve özgürlüklerle ilgili sorunlar yaşanırken bunlarla ilgili ortaklaşma bir siyasal inisiyatif alma yerine bu kurumla ve aslında kurumun biraz sonra tek tek tartışacağımız, konuşacağımız maddelerinde ifade edilen boyutlarıyla bu sorunların çözülmesi neredeyse imkânsız. Belki sonra ayrıntısıyla konuşulacak ama mesela 21'inci madde var, biraz sonra konuşulacak maddelerden birisi, ispat yükümlülüğü konusunda aslında son derece ileri bir tutum ortaya konuyor. Belli ki benzer kurumların mevzuatından tercüme edilmiş, alınmış ama burada her gün tartıştığımız ve işte polemik konusu ettiğimiz hak ve özgürlükler konusuna baktığımızda böyle bir perspektifin bu Parlamentoda olmadığını görüyoruz. İspat yükümlülüğü ayrımcılığa uğrayana ait değildir. Bu, aslında işkence suçlarında on yıllardan beri dünyada genel kabul görmüş bir hükümdür. İspat yükümlülüğü eğer yeterli karine varsa, ciddi işaretler varsa ihlalciye aittir yani ayrımcılık yapana, eşitsizlik uygulamasını gerçekleştirene aittir yani ihlal olmadığını ispat etmek zorundadır, ayrımcılık yapmadığını ispatlamak zorundadır, eşitsiz davranmadığını ispatlamak zorundadır.

Şimdi, bu ispat yükümlülüğüyle ilgili bu güzel cümleyi bu yasaya koyduğumuzda uygulama gerçekten böyle gerçekleşecek mi? Çok uzun ayrıntıya girmeyeceğim ama dün bir acı daha yaşandı. Elbette her gün ülkede ne yazık ki ölümlerle birlikte ciddi acılar yaşıyoruz ama bir mülki idare amiri sosyal medyadan bir "tweet" paylaştı, bir mesaj paylaştı. İsmini, görev yerini ifade etmeyeceğim. Eğer ciddiye alacak bir siyasi muhatap çıkar da sorarsa adresi de şahsı da zaten paylaşırız. Bir kaymakam diyor ki: "Teröristler güvenlik güçlerimize nasıl saldırıyor, nasıl öldürüyorlarsa biz de aynı yöntemle onları infaz etmeliyiz." Kelimeler aynen kendisine ait, "Biz de aynı yöntemle infaz etmeliyiz." Yetmiyor, altına bir de ayet yazıyor, diyor ki: "Kısasta hayat vardır." Şimdi, kaymakamımız ayetlerin sebebini, nüzulünü falan bilmiyor olabilir yani böyle bir şey gerekmiyor. Kaymakam olmak için, iyi mülki idare amiri olmak için ayetleri bilmek gerekmiyor. Oysa ayetin devamında "Umulur ki suç işlemeyesiniz." diye de bir başka uyarı var. Yani, Allah, haşa, herhâlde "Kan davası güdün." falan demiyor, "İntikam alın, öç alın. Bir siz öldürün, bir onlar öldürsün." falan demiyor, demez herhâlde. Aksine, bu başka bir mesaj içindir. Ama, şimdi "Onlar ne yapıyorsa biz de onu yapalım:" derse bir ülkede kaymakam, o zaman polisin, askerin ya da başka güvenlik görevlilerinin yaptıkları hak ihlallerinin hesabını soracak, onları denetleyecek, onların hukuk içerisinde bunu yapmasını, sivillere zarar vermemesini, hukuk devletinin gereği neyse, yargılama, cezalandırma gibi bir mantıkla hareket etmesini zaten sağlayamayız.

Şimdi, burada kürsüye çıkan bazı arkadaşlarımız, neredeyse sanki silahlı örgütler, illegal örgütler siyasetçilerden talimat alıyorlar, sanki onların görevlendirmesiyle iş yapıyormuş gibi görev çağrısı yapıyorlar. Yani, devletin memurlarına siz talimat vermiyorsunuz ya da veremiyorsunuz, devletin memurları sizi dinlemiyor, sizin eğer varsa uyarılarınızı dikkate almıyorlar ama silahlı örgüt mensuplarının, illegal örgüt mensuplarının muhalefet partilerini dinlemesini bekliyorsunuz.

Değerli milletvekilleri, şiddet, terör bir sonuçtur. Dünyanın her yerinde, hukuk devletlerinde terörle mücadelede, şiddetin son bulmasına dair ortaya koyulacak siyasi performansta en temel ilke şiddetin ve terörün bir sonuç olduğu varsayımından hareket etmektir. Aksi takdirde, şiddeti bir sebep gibi görmeye başlarsanız aslında tam da o şiddet sarmalına teslim olursunuz. Bu sonucu doğuran sebeplerle yüzleşmek, siyaseten yapılması gereken, hukuk devleti sınırları içerisinde yapılması gereken ne varsa bunları ortadan kaldıracak adımları atmak da siyasetçinin sorumluluğundadır. Aksi takdirde, tam da terör kavramı konjonktürel bir pozisyona dönüşür.

Bakın, birkaç gün önce Adıyaman'da El Nusra örgütüne yönelik operasyon yapıldı. Şimdi, El Nusra örgütünün terör örgütü olduğunu en azından Suriye'de Türkiye'nin müttefikleri birkaç yıldır söylüyorlar, defaatle söylüyorlar; her platformda Türkiye'yi temsil eden diplomatik muhataplarla bir araya geldiklerinde sadece IŞİD demiyorlar, yanına Nusra'yı, Ahrar-uş Şam'ı ekliyorlar. Şimdi, Türkiye'de, Nusra'ya, benim duyduğum, benim takip edebildiğim kadarıyla ilk defa bu hafta operasyon yapıldı; oysa, birçok kişi biliyor ki, Nusra, El Kaide'dir ve asıl örgüttür, IŞİD ondan kopmuş, Suriye ve Irak'ta İslam devleti kurma iddiasıyla ortaya çıkmış bir yapıdır. Şimdi, asıl örgütün Türkiye gibi Suriye'ye en uzun sınırı bulunan bir ülkedeki örgütlenmesini siz geçen hafta gündeme almışsanız o zaman terörle mücadele konusunda etrafa ders vermeden önce dönüp aynaya bakmanız gerekir. Ahrar-uş Şam'ın üyelerinin içerisinde çok ciddi biçimde Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olduğunu yakalandıklarında pasaportlarından ya da öldüklerinde üzerlerinde çıkan evraklardan herkes biliyor, Anadolu'da da herkes biliyor bunu. Nitekim, insanlar işte, IŞİD ve diğer örgütlere kendilerine göre İslami düşüncelerle, kaygılarla ya da Suriye'deki rejimi daha İslami kılmak niyetiyle gidiyorlar, savaşıyorlar ve ölüyorlar ama Ahrar-uş Şam'la ilgili Türkiye'de şimdiye kadar herhangi bir takip, herhangi bir yargılama, herhangi bir tutuklama süreci henüz yok. Dolayısıyla, bu konularda galiba biraz daha dikkatli, biraz daha özenli, biraz daha etrafa bir şeyi tavsiye ederken biz nerede duruyoruz, dünya bizi nerede görüyor, bizim sözlerimiz dünyada ne kadar inandırıcı bulunuyor, buna da yoğunlaşmamız gerekiyor.

Evet, toplumsal çözülme ne yazık ki kanunlarla değiştirilemeyecek kadar vahim hak ihlallerini ortaya çıkarır. Yani, keşke toplumsal çözülmeyi, yozlaşmayı, dejenerasyonu burada el kaldırıp indirerek kanun çıkardığımız gibi çözebiliyor olsaydık ve ne yazık ki toplumsal çözülmenin telafisi, tedavisi öyle kanun yapmak kadar da kolay değildir. Bir toplum eğer değerlerini yitirmeye başlamışsa, öfke, intikam, güç gösterisi, taciz, hırsızlık toplumda ciddi biçimde yaygınlaşmışsa iktidarlar değiştiğinde de bunu değiştirmek çok kolay olmaz. Nasıl, kanun yaparak bunun önüne tek başına geçemiyorsanız iktidar değişikliğiyle de bunun önüne geçemezsiniz. Kuşaklar değişir, eğitim sistemi, insan modeliniz, bütün bunların değişmesi on yıllarınızı alır. Ama Türkiye'nin şu anda, sabah, akşam haberleri açtığınızda, neredeyse her okulunda tacizle ilgili, tecavüzle ilgili, istismarla ilgili haberlere şahit oluyorsunuz. Şimdi, bu kadar vahim bir süreç yaşanıyorken eğer biz hak ihlalleri konusunu sadece birkaç alana indirirsek, sadece birkaç alana daraltarak ele alırsak, yaklaşırsak bu kadar vahim bir gidişatı, bu kadar tehlikeli bir seyri, siyaset kurumu olarak durdurmak, önüne geçmek, tedbir almak imkânı ne yazık ki söz konusu olmaz.

Evet, suç ve ceza konusu çok uzun, çok ayrıntılı bir konudur. Biliyorsunuz, dünya klasiklerinden çok değerli bir romana da konu olmuştur ve suçla mücadelenin sadece suçluyu teşhir etmek olamayacağını, tam da toplumun bu suçta payı nedir, eğitim sisteminin payı nedir, ekonomik gelir dağılımındaki çarpıklığın payı nedir, bütün bunlarla yüzleşmeyi gerektirdiğini ifade etmekle yetineyim.

Herkesi saygıyla selamlıyorum. (HDP sıralarından alkışlar)