GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: 2016 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Tasarısı ile 2014 Yılı Merkezi Yönetim Kesin Hesabı Tasarısı Maddelerinin görüşmeleri münasebetiyle
Yasama Yılı:1
Birleşim:56
Tarih:08.03.2016

HDP GRUBU ADINA KADRİ YILDIRIM (Siirt) - Teşekkür ederim.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; öncelikle hepinizi saygılarımla selamlıyorum ve bütün kadınlarımızın Dünya Kadınlar Günü'nü kutluyorum.

Dünkü konuşmalarda, bütçe çerçevesinde yapılan konuşmalarda hem grup başkan vekilimize hem öbür hatiplerimize hem de bir bütün olarak partimize birtakım eleştiriler yöneltildi. Bugünkü konuşmamda bu eleştirilere çok kısa bir cevap vermek istiyorum, ondan sonra da bütçeyle bütünleştirmeye çalışacağım.

Bunlardan bir tanesi, Grup Başkan Vekilimiz Sayın İdris Baluken'in Sayın Cumhurbaşkanımızın zekât ve sadakayla alakalı sözlerine yönelik düşünceleriydi. Öncelikle şunu belirteyim daha sözlerimin başında, Cumhurbaşkanı da olsa, Başbakan da olsa, bakan da olsa, kim olursa olsun, eleştirilerden azade, eleştirilerden muaf değildir. Biz çok iyi biliyoruz ki bir hadisişerifinde Peygamber Efendimiz diyor ki: "..."(x) Yani "Her biriniz

Yani "Her biriniz çobansınız ve her biriniz güttüğünüz ne ise ondan sorumlusunuz." Yani sorumsuz hiç kimse yoktur. Hazreti Ömer'in kendisi bile kendini sorumluluktan azade kılmamış. Bir gün camide "mehir" dediğimiz yani evlenecek olan kızlara, gelinlere damat tarafından ödenmesi gereken miktarla ilgili bir sınırlama koymak isterken, caminin içerisinde bunu hutbesinde dile getirirken cami içinde bulunan bir kadın -ki bugün Dünya Kadınlar Günü'dür, bakın, bir kadın bin dört yüz yıl önce nasıl bir hakkını kullanmış, eleştiri hakkını hem de Hazreti Ömer'e yani dönemin Cumhurbaşkanına karşı- diyor ki: "Ey Ömer, senin bize verilen bu mehir hakkını indirmeye, düşürmeye hakkın yoktur." ve ilgili ayeti okuyarak orada Hazreti Ömer'i susturuyor. Hazreti Ömer de "Kadın doğru söyledi, Ömer yanlış yaptı." şeklinde kadının, onu söyleyen kadının görüşlerine katılıyor; bu bir.

İkincisi: Yine aynı Hazreti Ömer kendi maaşından ücret ödeyerek bir eleştirmen tutmuş ve sabahtan akşama kadar kendisini takip ederek akşam olduğunda da artılarının yanında eksilerini de kaydetmesini ve bunu rapor olarak kendisine sunmasını istemiş. Dolayısıyla, eleştirilerden korkmamak lazım. Kim olursa olsun eleştiriler tekâmüle götürüyor, yeter ki hakaret olmasın.

Sonra, zekât mefhumu. Bir hadiste de denildiği gibi "..."(x) Yani "Zekât, İslam'ın köprüsüdür." Ne demek? Zengin ile fakir arasında bir köprüdür, toplumsal sınıflar arasında bir köprüdür; bu köprü yıkılırsa toplumsal dengeler altüst olur, bozulur şeklinde.

Şimdi, zekâtın bir usulü vardır, bir yöntemi vardır, bir sistemi vardır. Durup dururken ulu orta bir patrona, bir işverene, bir zengin iş adamına "İşte babanızın hayrına veya ne şekilde olursa olsun şunlara zekât mahiyetinde bir şey ver." denilmez. Ya nasıl denilir? Bakın, zekâtı toplamaktan, dağıtmaktan ve zekâtı verecek olan zenginlerin listelenmesinden, alacak olan fakirlerin listelenmesinden sorumlu olan ve amil olarak geçen bir zekât memuru vardır. O zekât memuru bulunduğu yerdeki zenginleri de tespit ediyor, fakirleri de tespit ediyor ve yardımcılarıyla birlikte zenginlerden topladığı zekât beytülmal dediğimiz hazinede depolanıyor ve bilahare o toplanan malı fakirlere götürüp dağıtıyorlar. Öyle bir şekilde dağıtıyorlar ki ne zengin zekâtının kime gittiğini biliyor, ne fakir kimden zekâtı aldığını biliyor. Böylece zengin ile fakir arasında minnet etme, eziklik duyma durumu da ortadan kalkıyor.

Şimdi, burada kastedilen, ulu orta bu zekâtın işte şuradan şuraya gitsin şeklinde yani usulüne, zamanına, zeminine ve İslam'daki zekât sistemine de pek uygun olmayan bir şekilde, bu ruhla fazla bağdaşmayan bir şekilde ve fakirleri zekâta muhtaç durumdan kurtarmak varken ve işçileri zekâta muhtaç olmayacak şekilde adil ve onurlu bir ücrete kavuşturmak varken milyonların gözü önünde bir işverene "Hadi, git şuna zekât ver, şu işçiye zekât ver." demek İslam'daki zekât dağıtma, toplama, belirleme sistemine de uygun düşmüyor. Yoksa hiçbirimizin, hiçbir hatibimizin, hiçbir milletvekilimizin asla ve asla İslam'ın herhangi bir kavramını -zekât olsun, sadaka olsun, başka bir şey olsun- hafife almak veya bunları önemsememek gibi bir niyeti yoktur, olamaz. Ha, olduğu takdirde de biz kendi içimizde gerekli uyarıyı yapabilecek cesarete de, medeni cesarete de, medeni cesarete de sahibiz. Dolayısıyla burada anlaşılması gereken zekâtı hafife almak değil, belki zekâtın bu şekilde ulu orta ve dediğim gibi, biraz da o kişilik onurunun muhafazası dikkate alınmadan ve zekâta muhtaç etmeyecek şekilde bir ücret tesis etmek dururken böyle bir yola başvurmaktır.

Sonra ikinci bir husus: Naci Bey burada değil. Bir hatibimizin Saidi Kürdi demesinden o hatibimizin ekletik bir dil kullandığını söyledi yani bir şeyler eklediğini. Aslında bu eklemeyi AK PARTİ'deki hatip arkadaşımız burada bariz bir şekilde yaptı. Nasıl yaptı? Dedi ki: "Saidi Nursi bir makalesinde diyor ki: 'Ey Türkler ve Kürtler...'" ve saydı onun söylediklerini. Bakın, arkadaşlar, Saidi Nursi'nin veya Kürdi'nin -bizim için hiç fark etmiyor- kendisinin tam manasıyla Kürtçe yazmış olduğu bir makalesi 1908 yılının 5 Aralığında, yani yüz sekiz yıl önce Kürt Teavün ve Terakki gazetesinde yayımlanmış ve bu makaleye Saidi Nursi veya Saidi Kürdi -hiç fark etmiyor- başlarken "..."(x) Yani "Ey Kürtler!" diyor. "..."(x) Yani "Bizim üç cevherimiz vardır." diyor. Bunlar nedir? Bir tanesi İslamiyet, bir tanesi insaniyet, bir tanesi de milliyet. Diyor ki: "Bunların muhafaza edilmesi lazım. Bunları muhafaza etmediğimiz için de Hükûmetimiz..." "..."(x) Onun ifadeleri. "Bunları bir bütün olarak korumadığımız için de Hükûmetimiz bize zulmediyor." Sonra üç düşmanı sayıyor, falan. Yani cehalettir, kendi aralarındaki bölünmüşlüktür ve ittifaksızlık. Bunu da söylerken burada orijinal olarak belge ortada. Ha şimdi, Kürtlerle birlikte "Ey Türkler!" de deseydi bir zararı mı olurdu? Hayır. Zaten Kürt, Türk burada Saidi Nursi'nin birleştirici rol oynadığı iki unsurdur. Hatta bu unsurların içerisine Arapları da, Ermenileri de, Alevileri de dâhil etmiş bir insandır. Dolayısıyla, bundan bir çekincemiz yok.

Bakın, ne diyor? "Ey ehlisünnet ve ey Aleviler! Çabuk aranızdaki bu anlaşmazlığı kaldırın ve birleşin. Yoksa, birinizi öbürünün aleyhinde bir alet olarak kullananlar çıkacak, sonra dönecek o aleti de kıracak." Nitekim günümüzde bu oluyor. Sonra Ermenilerle ilgili Kürt aşiretlerine nasihatlerde bulunurken diyor ki: "Bu memleketin selameti Ermenilerle dostluk kurmaya vabestedir." Yani bağlıdır. Dolayısıyla Sünniler, Ermeniler, Aleviler -hatta başka cümlelerinde- Yahudiler, Hristiyanlar... Yani farklı din, inanç, mezheplerin birlikteliğini zaten savunuyor. Önemli olan burada, onun o Kürdiliğini gizlememek.

Bakın, İbn-i Arabi diyoruz, Muhyiddin İbn-i Arabi yani Vahdetivücut felsefesinin mimarı. Peki, niye kimse itiraz etmiyor, "Buna niye 'Arabi' deniliyor?" demiyor? Farisilere itiraz yok, Türkilere itiraz yok ama...

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

KADRİ YILDIRIM (Devamla) - ...sıra bir garibanın El-Kürdi nispetine geldi mi, hop "Sen şunu kastettin.", hop "Sen bunu kastettin." Bu kabul edilecek bir şey değil.

Ya bütün Türkileri, Arabileri, Farisileri, Rumileri kaldıralım, Kürdiyi de kaldıralım veya hepsine eşit mesafede yaklaşalım ve işi oluruna bırakalım, niyet okumayalım. Böyle yaptığımız takdirde, gerçekten adil ve eşit yaklaşım anlamına gelecek; aksi takdirde bunu sadece el-Kürdilere çok görüp el-Arabileri havaya uçurmak, el-Türkileri havaya uçurmak, el-Rumileri havaya uçurmak ümmetçilikle de bağdaşmıyor, buna dikkat etmemiz de yarar vardır.(HDP sıralarından alkışlar)