Konu: | 2016 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Tasarısı ile 2014 Yılı Merkezi Yönetim Kesin Hesap Kanunu Tasarısı 8'inci tur görüşmeleri münasebetiyle |
Yasama Yılı: | 1 |
Birleşim: | 53 |
Tarih: | 05.03.2016 |
HDP GRUBU ADINA LEZGİN BOTAN (Van) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Yükseköğretim Kurulu, Ölçme, Seçme ve Yerleştirme Merkezi Başkanlığı ve üniversitelerin 2016 yılı bütçeleri hakkında Halkların Demokratik Partisi Grubunun görüş ve önerilerini belirtmek üzere söz almış bulunmaktayım.
Öncelikle, Türkiye'de üniversitelerin durumu nedir, ona bir bakmakta fayda var. Değerli milletvekilleri, üniversitenin temel işlevi bilimsel bilgi üretmek ve bu bilgiyi toplum yararına yaymaktır. Öğrencileri toplumsal hayata hazırlamak ile eğitim öğretim faaliyeti ise üniversitenin ikinci derecedeki işlevidir. Araştırma, inceleme yapmak, bilgi üretmek ancak düşüncenin özgürce geliştiği bir ortamda gerçekleşebilir. Bunun temel koşulu ise Anayasa'da ifade özgürlüğünün koşulsuz bir şekilde yer almasıyla mümkündür.
Türkiye'de üniversitelerin bu temel ilkeyi her şart altında savunması gerekirken bu görev üniversite dışında başkalarının işiymiş gibi davranılmaktadır. Türkiye'de üniversitenin temel sorunu da aslında budur. Mevcut hâliyle Türkiye'deki üniversitelerin araştırma, inceleme yapmada, gerçeği arayıp bulmada ciddi bir engelle karşılaşmadıkları düşünülmektedir. Hâlbuki ifade özgürlüğü koşulsuz bir şekilde eğer yoksa, özgür eleştiri kurumsallaşamamışsa akademik özgürlük, bilim özgürlüğü, üniversite özerkliği gibi kavramların da maalesef hiçbir değeri yoktur.
Değerli milletvekilleri, eğer bir siyasal sistemde ifade özgürlüğü koşulsuz bir şekilde yer alıyorsa orada rektörün nasıl seçileceği de çok önemli değildir. İfade özgürlüğünün teminat altına alınmadığı bir siyasal sistemde rektörü doğrudan doğruya öğretim üyelerinin seçmiş olmasında bile akademik özgürlüğün, akademik özerkliğin, bilimin özgürlüğünün olduğunu kim söyleyebilir? Örneğin, 1946 tarihli 4936 sayılı Üniversite Kanunu, bu kanunun yürürlükte olduğu 1946-1963 döneminde rektörlerin gene öğretim görevlileri tarafından seçildiğini ancak o günden bugüne bu yöntemin aslında antidemokratik, dayatmacı bir mantığın aynı şekilde daha sonraki süreçlerde de kendisini tekrarladığını görmekteyiz.
Özerk üniversite özgür düşünceyi, eleştirel düşünceyi içselleştirmiş, bilim namusuna ve entelektüel dürüstlüğe sahip akademisyenleri önemser. Aksi hâlde, kapısına istediğiniz kadar "üniversite" yazın diğer devlet kurumlarından hiçbir farkı kalmaz. Bizde üniversite üyelerinin ezici çoğunluğu bilimsel, entelektüel kaygılara yabancıdırlar. Türkiye'de gerçek üniversite tanımına uygun kurumlar hiçbir zaman olmadı ama her zaman, sayıları çok az da olsa, akademik birikime ve entelektüel dürüstlüğe sahip, üniversiteye yakışan hocalarımız da olmuştur.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; 1980 darbesinin getirdiği 1981 tarihli Yükseköğretim Kurulu rektör seçimini şekilsel bir prosedüre bağlayarak sonuçta devletin başı kimi uygun görüyorsa onu atayacağı antidemokratik bir yöntem uygulayagelmiştir. Üniversite öğretim üyeleri bu dayatmacı ve darbeci mantığa karşı üniversitelerin özerkliğini ve bilimin onurunu korumak adına bu seçim aldatmacasına karşı durmalıdır. Öğretim üyelerinin sendikal örgütlenme haklarının dahi teminat altında olmadığı bir sistemde rektörlerin seçimle göreve getirileceklerini beklemek hem hayalciliktir hem de antidemokratiktir. Bizce üniversiteler düşünce, ifade ve bilimsel özgürlüğün teminat altına alındığı biçimiyle mutlaka özerk olmalıdır. Üniversitelerdeki her derecedeki kariyerleri belirlemenin tek ve belirgin ölçüsü bilimsel ilkeler olmalıdır. Üniversiteler bütçeleri ve kendi idari işleriyle kararlarını kendi dinamiklerinin iradesiyle almalı ve uygulamalıdır. Ancak, bu şekilde üniversiteleri siyasi iktidarların vesayetinden kurtarabilir ve ahlaki, demokratik bir yöntem oturtmuş olabiliriz.
Değerli milletvekilleri, resmî ideoloji sadece siyaseti değil düşünce hayatını, bilimi ve sanatı da kontrol etmekte, yönlendirmektedir. Türkiye'de üniversiteyi yönlendiren de bilim yöntemi anlayışı değil resmî ideoloji olmuştur. Türkiye'de üniversiteler resmî ideolojiyi içselleştirmiş, kutsal devletin bekçiliğine memur edilmiş kurumlardır. Elbette devletin kutsallığı durumunda fikir özgürlüğüne, akademik özgürlüğe, araştırma özgürlüğüne yer yoktur. Resmî ideolojinin, dolayısıyla kutsal devletin yasakladığı mayınlanmış alana girmeye cüret eden kimi hocalar, akademisyenler hak ettikleri cezalara çarptırılmışlar, üniversiteden kovulmuşlar ve ekseriyeten de kendilerini cezaevinin duvarları arkasında bulmuşlardır. Devletin birer ideolojik aygıtına dönüşmüş olan üniversiteler kurumsal olarak düşüncelerinden, yaptıkları araştırma, yazdıkları kitap ve makalelerden dolayı asıl işlerini, asıl yapmaları gerekeni yaptıkları için kutsal devletin hışmına uğrayan üyelerine hiçbir şekilde sahip çıkamamışlardır. Tam tersine, linç kampanyalarına, cadı avına ortak olmuşlardır. Son, Barış İçin Akademisyenler Bildirisi'nin yayımlandığı ve ondan sonraki süreci hepimiz birlikte ibretle izledik. Bildiriye imza atan akademisyenlere saldırıların başında en önde YÖK ve yine rektörler yer almış bulunmaktadırlar. Bu konuda Mersin Üniversitesi özellikle ibret verici bir örnektir arkadaşlar, bunu özellikle dinlemenizi istirham ediyorum. Mersin Üniversitesi Rektörlüğünün kamuoyuna yansıyan sözleri ibret vericidir. Üniversite, Barış İçin Akademisyenler Bildirgesi'ni 23 akademisyen imzalamıştır. Rektörlük sözleşme süresi dolan ve bildiride imzası olan tüm akademisyenleri işten atacağını, söz konusu vatan olunca gerisinin teferruat olduğunu söylemiştir. Mersin Üniversitesinde 3 yardımcı doçent, 2 uzman ve 1 araştırma görevlisi bu şekilde, hukuksuzca öğrencilerinden koparılmış ve işlerine son verilmiştir.
Değerli milletvekilleri, tarih, sosyoloji, siyaset bilimleri, antropoloji, ekonomi gibi sosyal bilimler okutulan tüm üniversitelerde sosyal bilimler metodolojisi, bilim yöntemi, bilim felsefesi gibi dersler okutulur. Bilimin olgusal olduğu söylenir. Olgulara sadakat göstermenin gereği üzerinde durulur. Olgusal olmayan hiçbir söz, iddia, varsayım veya teori bilimsel değildir denir. Olgular tarafından doğrulanmayan hiçbir önermenin kabul edilemeyeceği vurgulanır. Bütün bunlara rağmen, Kürt ve kürdistan olgusu neden bu kadar kolay bir şekilde ve hızlı bir biçimde inkâr edilmiştir; yok sayılabilmiş, görmezlikten, bilmezlikten gelinebilmiştir? Kürt olgusunu inkâr eden, yok sayabilen üniversite bilime değil, resmî ideolojiye hizmet etmiştir. Olgunun yerine "Ben vatanımı çok seviyorum.", "Ben devletimi, milletimi seviyorum." gibi ahlaki bir önermeyi koysanız bile burada bilim zihniyeti oluşmaz, böyle bir zihniyetin geliştiği yerde de bilim ortamı oluşmaz.
Kürt diye bir halkın ve Kürtçe diye bir dilin olmadığını bilim yöntemini zorlayarak ispatlamaya çalışan üniversite hocalarının, bu ırkçı garabetleri nedeniyle akademik ödüller bile aldığı bir üniversite hafızası var bu ülkede. "Barış İçin Akademisyenler" adı altında bir araya gelen bir grup akademisyenin, Kürt illerinde uygulanan sokağa çıkma yasakları ve yaşanan sivil ölümlere dair yapmış oldukları duyarlılık çağrısı karşısında gösterilen tepkiler, üniversitelerde var olan ifade özgürlüğünün düzeyini ve bunu savunmanın ne kadar zor olduğunu bütün çıplaklığıyla ortaya çıkarmıştır. Bildiriye, devletin en üst makamı tarafından sert tepki gösterildikten sonra, ardından, hiyerarşik olarak Başbakan, bakanlar, YÖK Başkanı ve nihayetinde üniversite rektörleri ve mütevelli heyetleri hemen sıraya girmiş ve linç kampanyasına ortak olmuşlardır.
Bugün itibarıyla, Barış İçin Akademisyenler İnisiyatifi'nin bildirisine imza atan akademisyenlerden 505'i hakkında üniversite yönetimleri tarafından soruşturma açılmış, 37 akademisyenin ise görevine son verilmiştir. İktidarın çağrısıyla örgütlendirilen bir grup üniversite hocası ve ırkçı grupların baskısı ve tehditleriyle pek çok öğretim üyesi evlerinden çıkamaz, üniversiteye gidemez duruma getirilmişlerdir. İktidar yandaşı basının hedef göstermesiyle akademisyenlerin kapılarına işaretler konulmuş ve ölümle tehdit edilmişlerdir.
Değerli milletvekilleri, bildiriye karşı bir mafya babasının "Oluk oluk kan akıtacağız, kanlarında duş alacağız." şeklindeki tehditleri hiçbir yaptırımla karşılaşmamış, şiddet ve öldürme içeren ifadesine gösterilen hoşgörünün onda 1'i barış isteyen akademisyenlere gösterilmemiştir. Ölüme ve öldürmeye çağrı yapan, bu yönde insanları tehdit etme özgürlüğünü kendisinde bulan bir çetebaşına, bir mafya babasına gösterilen yaklaşım maalesef tam bir akıl dışılık ve bir akıl tutulmasıyla, akademisyenlere yönelik ciddi bir linç kampanyası başlatılmış ve bu mafya paçavrasına yönelik herhangi bir tepki... Özellikle Parlamentoda grubu bulunan -iktidar partisi başta olmak üzere- birçok kesim tarafından görmezden gelinmiştir.
AKP iktidarı "barış" kelimesini dillendiren, düşünce ve ifade özgürlüğüne dayalı bilimsel, demokratik ve özerk üniversite isteyen her kesime savaş açmış durumdadır. Nasıl ki 60, 80 darbeleri ve 71 muhtırası ile özünde üniversite gençliğini baskı altına alma, üniversiteleri toplumsal sorunlardan uzaklaştırma amaçlanmışsa ve 1968-1980 yılları arasında karanlık odaklarca gençlik kırımdan ve kıyımdan geçirilmişse bugün de AKP iktidarı tarafından güdümlü YÖK ve yargı kurumları devreye konularak üniversiteler susturulmak istenmektedir.
28 Şubat postmodern darbesinin dayatmalarını da her darbe döneminde olduğu gibi ilk üniversiteler uygulamaya koymuş ve binlerce öğrenci başörtüsü ve benzeri gerekçelerle üniversitelere sokulmamış ve onlarca akademisyenin işine bu gerekçelerle son verilmişti. Kendilerini de 28 Şubat mağduru sayan ve gerçek mağdurların mağduriyetlerini sömüren bugünkü iktidar, barış isteyen akademisyenlerin bildirisine aynen 12 Eylül cuntacıları ve 28 Şubat darbecilerinin yaptıklarının aynı zulmü fazlasıyla barışsever akademisyenlere uygulamaktadır.
AKP Hükûmetinin -seçim vaatlerinden birisi de- YÖK'ün antidemokratik yapıda olduğu ve iktidara geldiklerinde mutlaka bu kurumu, bu darbeci kurumu tasfiye edecekleri biçiminde taahhütleri vardı. Aradan geçen on beş yıla rağmen hükûmetlerinizin, YÖK'ü kaldırması şöyle dursun, 12 Eylül cuntacılarının bile akıl edemediği düzenlemelerle, YÖK Yasası'nı, tahkim ederek istediğiniz şekilde kullanabileceğiniz bir baskı aygıtına dönüştürmüşsünüz.
Bugün üniversite çalışanları, çoğu AKP döneminde yapılan düzenlemelerle, iş güvencesiz çalıştırmanın biçimleri olan öğrenci asistanlığı, proje asistanlığı, 50/d, 33/a, 35, ÖYP gibi farklı düzenlemelere tabi tutularak istihdam edilmektedir. Şubat 2016 tarihinde AKP, Öğretim Üyesi Yetiştirme Programı Yönetmeliği'nde programda öngörülen amaçları hiçe sayan bir değişiklik yapmıştır. Bu uygulamayla, öncelikle, barış bildirisine imza atan akademisyenlerin cezalandırılması hedeflendiği yönünde iddialar mevcuttur.
Değerli milletvekilleri, AKP hükûmetlerinin değişik zamanlarda kendisini liberal, liberal demokrat, hatta ileri demokrat olarak adlandırmasının tamamen bir aldatma olduğu Türkiye'nin temel sorunlarının çözümüne yaklaşımındaki samimiyetsizliğinden ortaya çıkmaktadır. Kürt sorunu, Alevi sorunu ve ülkenin diğer temel sorunlarının çözümü konusunda ne kadar statükocu olduğu ortaya çıkmıştır. AKP, geçtiğimiz on beş yıllık iktidarı boyunca, geçmişte yok sayılmış, inkâr edilmiş, horlanarak ötekileştirilmiş ne kadar toplumsal kesim varsa, sözde "açılımlar" adı altında ümitler yaratarak seçimlerde oy devşirmiş, oy avcılığı yapmış, sorunları çözme konusuna gelince statükoya sarılarak statükoculardan daha çok statükocu kesilmiştir. Bu yaklaşımın en somut örneklerinden birisi, Alevi vatandaşlarımıza dönük Nevşehir Üniversitesinin adının Hacı Bektaş Veli Üniversitesi olarak değiştirilmesidir.
9 tane çalıştay, onlarca toplantı yapılmış ve her gün Alevi dernek ve kanaat önderlerinin talepleri kamuoyuna açıklanırken AKP hâlen değiştirdiği üniversitenin adından başka bir somut düzenlemeyi ortaya koyamamıştır.
Bu şekilde Alevi yurttaşların sorunlarının çözüldüğü ve taleplerinin karşılandığı varsayılmaktadır. Bir taraftan cemevleri ibadethane değildir, Alevi bir kişiyle evlenmenin sakıncalarına dair fetvalar verilirken öte yandan bir üniversitenin adını değiştirerek Alevi yurttaşların talepleri bir üniversitenin ismine indirgenerek savsaklanmakta.
AKP iktidarı, ikiyüzlü politikasını Kürt halkına karşı da benzer uygulamalarla maalesef sürdürmektedir. Kürt halkının ana dilde eğitim hakkı talebi yıllardır baskı ve cezalandırmalarla bastırılmaktadır. Türkiye Büyük Millet Meclisinde hâlen Kürtçe "bilinmeyen dil" olarak tanımlanmaktadır.
2001-2002 yıllarında ana dilde eğitim talebiyle üniversite rektörlüklerine verilen dilekçelerden dolayı binlerce öğrenci soruşturmaya tabi tutulmuş ve yüzlerce öğrenci okuldan atılarak cezaevlerine konulmuştur. Ana dilde eğitim talebi, yasa dışı örgüt üyeliği ve yasa dışı örgüte yardım ve yataklık olarak değerlendirilmiştir.
AKP Hükûmeti, 2012 yılında Ortaöğretim Kurumları Yönetmeliği'nde yaptığı değişiklikle 5'inci sınıftan itibaren Kürtçenin seçmeli ders olarak okutulmasını öngören komik bir düzenleme yapmıştır. Bu düzenlemeyle, çocuk doğduğunda öğrendiği ana dili, konuştuğu dili önce anaokulu ve ilkokulda asimile edilecek, yok sayılacak, sonra 5'inci sınıfta bir sürü zorlu prosedürü yerine getirebilirlerse seçmeli ders yoluyla ana dilini öğrenebilecek. Hükûmetlerinizin ve üniversitelerin Kürtçe ve Kürt sorununa yaklaşımı bu kadar sığ, bu kadar eğitim biliminin ilkelerinden uzak ve ikiyüzlücedir.
2014-2015 eğitim yılında 150 bin öğrencinin Kürtçeyi seçmeli ders olarak tercih etmesine rağmen Bakanlığınız dört yıl içinde sadece 60 Kürtçe öğretmeni atayabilmiştir. Bu bile kendi başına AKP'nin bu konudaki samimiyetinin tescili olmaktadır. Atama bekleyen 3 Kürtçe öğretmen adayı, atamaları yapılmadığı için buna tepki olarak açlık grevine başlamış ancak mevcut AKP Hükûmeti tarafından bu 3 öğretmen arkadaşımız "terör örgütü propagandası" adı altında soruşturmaya tabi tutulmuş ve onar ay cezai bir yaptırıma tabi tutulmuşlardır. Atama bekleyen 1.500'e yakın Artuklu Üniversitesinden mezun olmuş Kürtçe lisans öğrencisi hâlen atama beklemekte ancak maalesef son toplama bakıldığı vakit bu talebin ne kadar savsaklandığı, ne kadar samimiyetsizce, gayrisamimi yaklaşıldığını yapılan atamalar ve yaklaşımlarda kendisini göstermektedir.
Bu durum "Prokrustes Yatağı" olarak anılan mitolojik hikâyeyi andırmaktadır. Atina ve Megara arasındaki yolda haraç kesen bir Yunan haydudun, yakaladığı hasımlarını kendisi için yaptığı demir yatağa götürüp yatırmaktadır. Kısa gelenleri uzuvlarını çekiştirerek, parçalayarak yatağa uydurmakta, uzun olanların da el ve ayaklarını keserek uydurmaya çalışmaktadır. Bugünkü eğitim ve yükseköğretim anlayışı âdeta bu Prokrustes'in haydutluğunu andıracak şekilde çok pervasızca, çok insafsızca uygulanmakta.
"Cumhuriyet tarihi boyunca var olan temel sorunları çözeceğim, ben de bu sistemin mağduruyum." diyen AKP on yılın sonunda dönüp dolaşıp doksan yıllık statükoyu topluma dayatır hâle gelmiştir.
1980 darbesinden sonra üniversitelere yaşatılan kıyım ve kırımla yetinmeyen sistem, üniversite kampüslerini yerleşim alanlarının 40-50 kilometre dışına çıkararak âdeta toplama kampı ve askerî kışlaya dönüştürmüştür. Üniversitelerin toplumla ilişkisini kesen, gençliğin yüksek ve yaratıcı enerjisini örseleyen bu faşist anlayış üniversiteleri uzatmalı liselere dönüştürerek toplumdaki itibarını da yerle bir etmiştir.
AKP iktidarı da kendinden önceki iktidarlar gibi öğrenci gençliği tehlike olarak görmeyi sürdürmüştür. 12 Eylül askerî darbe ürünü olan Yükseköğretim Kurumları Öğrenci Disiplin Yönetmeliği...
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
LEZGİN BOTAN (Devamla) - Toparlıyorum.
BAŞKAN - Selamlayınız, açıyorum mikrofonunuzu.
LEZGİN BOTAN (Devamla) - ...2013 yılında yapılan değişiklikle öğrencileri sindirmenin tamamlayıcı bir aygıtına dönüştürülmüştür. Yapılan değişiklikle hakkında soruşturma açılmış öğrencinin okul, yurt, kütüphane sosyal tesis ve okul hastanesine dahi girmesi yasaklanmıştır. Son derece ilkel, son derece antidemokratik, son derece zalimce, yani kendi gençlerini, kendi gençliğini kendisi için tehdit unsuru gören bir devlet, bir hükûmet anlayışı olabilir mi? Gençlik bir ülkenin geleceğidir, bir ülkenin sigortasıdır. Siz, gençleri, sırf demokratik birtakım etkinliklere katıldıkları için bu şekilde cezalandırır, bu kadar insafsızca onların eğitim haklarını, olanaklarını ellerinden alırsanız, bunun adı "Gençliği ve ülkenin geleceğini karanlığa mahkûm etmek." olur.
Dolayısıyla, mevcut şartlarda...
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
LEZGİN BOTAN (Devamla) - Teşekkür ederim.