| Konu: | 2016 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Tasarısı ile 2014 Yılı Merkezi Yönetim Kesin Hesabı 7'nci tur görüşmeleri münasebetiyle |
| Yasama Yılı: | 1 |
| Birleşim: | 52 |
| Tarih: | 04.03.2016 |
MHP GRUBU ADINA KAMİL AYDIN (Erzurum) - Sayın Başkan, kıymetli milletvekilleri; Milliyetçi Hareket Partisi adına TÜBİTAK ve TÜBA kurumları üzerinde konuşmak üzere huzurlarınızdayız.
Konuşmama geçmeden önce bugün yaşadığımız bir iki olaya atfen küçük bir açıklama yapma ihtiyacı hissettim grubumuz adına. Şimdi, niyeyse bu çözüm sürecinde paydaş olanlar böyle bir terminoloji dayatması içerisindeler. Yani biz adına "çözüm süreci" demiyoruz, bu kadar faturası yüksek bir sürece biz "çözüm" gibi olumlu bir kavram kullanmıyoruz, kullanmayacağız da. Yani 1991'de Bush, Irak'ı işgal etme gibi bir niyeti varken, bunu açıklarken "Biz Irak'ı özgürleştirmeye gidiyoruz." dedi, bu süreç devam etti -Libya'yı özgürleştirmek, Tunus'u özgürleştirmek- ama mahşerî vicdanlarda bu özgürleştirme olarak algılanmadı, hep çözülme olarak algılandı, biz de bu süreci çözülme olarak değerlendiriyoruz. Niye?
Değerli milletvekilleri, siyasal bir söylem oluştururken iki yöntem vardır ya tümdengelim kullanırsınız ya tümevarım, ya nedenlerden hareket eder, sonucu konuşursunuz ya sonuçtan nedenlere gidersiniz. Her ikisini de kullanayım birer cümleyle. Sonuç ne oldu? Sizin öncesini hep inkâr edip... Hep temmuz sonrası süreçtir sonuç. Yani, bugün orada evlatlarımız can pahasına mücadele içerisindedir. Artık, ateş düşmemiş ocak kalmamıştır, sonuç budur. Peki, nedenlerden hareket edelim. Temmuzdan önceki süreçte ne oldu? Sizin bürokratlarınızın, resmî kurumlarınızın düştüğü notlardan, nedenlerden hareket ediyorum. "Efendim, yığınaklar var." Genelkurmay Başkanının ifadesi var "Tonlarca bomba girişi oldu." Ta güney sınırımızdan giriyor, Ağrı'nın Diyadin ilçesine kadar tonlarca bomba seyahat ediyor, bizim öyle bir seyahat özgürlüğümüz yok ama bombanın seyahat özgürlüğü var, mühimmatın var. İstihbarat raporları geliyor, kolluk kuvveti "Müdahale edelim." diye teklifte bulunuyor, 290 teklifin ancak 8'ine "Evet." deniliyor, 282'si reddediliyor. Bunlar nedenler. Bu nedenlerin böyle bir devasa sonuç doğurduğu bir şeye ben "çözüm" demiyorum, ben "çözülme" diyorum, Milliyetçi Hareket Partisi bunda ısrarlı, zorla "çözüm" dedirtemezsiniz çünkü o şehadet şerbetini içenlerin kanı hepimizi boğar. Biri bu. (MHP sıralarından alkışlar)
Bir de parlamenter sistemde bir gelenek vardır. Biliyorsunuz, Batı demokrasilerinin en köklüsü İngiliz Parlamentosudur. İngiliz Parlamentosunda bir gelenek vardır, biz de onu iyi kötü uygulamaya çalışırız. Şahsım adına söylüyorum, hepinizi tenzih ediyorum, ben bu Parlamentoya gelirken bir şeyler öğrenme güdüsüyle de geldim ve icra etmeye çalışıyorum çünkü Avrupa'daki eğitim projelerinden bir tanesi de "..."(x) diye, yaşam boyu öğrenme. Bizim, Allah'a şükür, kültürümüz de onu söylüyor. Biz yaşadığımız sürece öğreneceğiz. Ben de bazen önlere gelip oturuyorum, diyorum ki: Gerçekten şu konuşmalardan bir şeyler not edeyim, öğreneyim. Olmuştur da her gruptan, her arkadaştan öğrendiğimiz bir şeyler olmuştur, o vesileyle öne otururum. İngiliz Parlamentosunda bunun formel bir adı vardır. Öne oturanlara: "..."(X) derler yani önde oturan. Onun işlevi nedir biliyor musunuz? Saygıdeğer grup başkan vekillerinin yanında ve arkasında yer alırlar ki: "Gündemde önemli bir şey varsa not alayım, cevaben bir şeyler hazırlayayım, ben de bir şeyler söyleyeyim, pür dikkat olayım." Bir de "..."(X) dedikleri arkalarda oturanlar vardır. Onlar da: "Efendim, gündemle benim şimdilik alakam yok, öne geçip sıkıntı yaratmaktansa arkaya geçeyim sadece genelde ne yapılıyorsa, ben de alkışlanacaksa alkışlayayım, efendim, reddedilecekse reddedeyim." Şimdi, maalesef bizde bu biraz ters uygulanıyor. Sanki arkadan bir şey söylenecekmiş gibi ya da öndeki provoke etmeye, protesto etmeye çalışıyor. Bu, hakikaten bizim yüce Meclisimizin insicamını birazcık zedeliyor diye düşünüyorum.
Saygıdeğer milletvekilleri, insan yalnızca biyolojik bir varlık değildir. Aynı zamanda duygusal ve ruhsal bir varlıktır yani bizler hem düşünür hem hissederiz. İnsanı değerli kılan bu iki özellik arasında denge ve uyum olmalıdır çünkü duygusal veya hissi boyutumuzla düşler, kurgular ve hayal ederiz. Düşünce ve mantık boyutumuzda da sorgulamaya, araştırmaya ve somutlaştırmaya çalışırız. Diğer bir ifadeyle, bir yönümüzle sanata, edebiyata, duyguya, kalbe yönelir ve sosyalleşmeye katkıda bulunuruz; diğer yönümüzle ise düşleyip kurguladıklarımızı somut deneysel ve bilimsel çalışmalara taşır, icatlar ve teknolojik yenilikler yaparız.
Şimdi, efendim -Millî Savunma Komisyonu üyesiyim- geçen TÜBİTAK Başkanımız gerçekten çok güzel bir brifing verdi bize. Biz de ondan edindiğimiz bilgiler ışığında gördük ki TÜBİTAK ve TÜBA'mız, iki bilimsel kurumumuz, efendim, sanayiyle üniversiteler arasında bir köprü oluşturuyor. Yani teorik olarak, düşünsel olarak, efendim, hayali olarak üretilmesi düşünülen şeyleri, yenilikleri sanayiye aktarmada bir aracı rolü var, böyle bir işlevi söz konusu. Yani, olayın teorik veya kurgulama sürecinde üniversitelerimiz ve son aşamasında yani üretim ya da imalat aşamasında ise sanayimiz var. TÜBİTAK ve TÜBA ise aradaki koordinasyonu sağlayan bilimsel araştırma kurumları olması hasebiyle, ehliyet ve liyakat merkezli bir düşünce ışığında, tamamen tarafsız ve evrensel ölçütleri dikkate alan bir tutum ve davranış içinde olmalıdır.
Güçlü demokratik yapıların en önemli güç kaynakları, insanlığa kazandırdığı bilimsel ve teknolojik katkılardır. Bilimin, araştırmanın olmadığı ülkeler karanlığa ve yönetilmeye maruz kalır. Dolayısıyla, bilimi araştırmaya ve laboratuvar çalışmalarına yani AR-GE'ye çok büyük kaynaklar ayırmak gerekir. Bilimsel özerkliği ve gücü olmayan milletler, inanın, iktidar özerkliği ve güçlerini çok çabuk kaybederler.
Vaktim olsaydı biraz oryantalizmden bahsederdim ama geçmiş yüzyılımızda, gerçekten, bilimsel ürünü ihmal etmiş milletler, devletler sadece askerî ve insan gücüne dayanarak hayatta kalacaklarını zannetmişlerdir ama Gertrude Bell diye bir Hanımefendiden bahsedeyim size, işte, Irak'ın ön fetih çalışmasını yapan bir bilim insanıdır. Lawrence'i hepiniz biliyorsunuz. Bunlar yüz yıl önce projelendirilmiş işlerdi. Önce bilim, bilgi gönderilir, araştırılır, saha etüt edilir, hazırlanır ve sonra icraat vakti gelir, siyasi erke icraatı yaptırırlar.
Efendim, eğitim, yargı, savunma apolitik olması gereken birimlerdir. Bunlara aynı şekilde, aynı hassasiyetle bilimi de katmamız lazım. Yani, TÜBİTAK ve TÜBA'nın da sağlam ve bilimsel, idari, özerk, güçlü bir idari yapıya kazandırılması gerekir.
Şimdi, bakıyoruz ki burada, efendim, birtakım değişiklikler yapıldı. TÜBA 1993'te kuruluyor, 1994'te atamalar yapılıyor. Bugün baktığımız zaman, gerek TÜBİTAK'ta gerek TÜBA'da, siyasi bir erkin egemenliğine girmek için müthiş bir söylem yarışmasına girildi. Oluşturulan yeni yönetimlerde, bir bakıyoruz -ya da kontrol edilmeye çalışılıyor- yapı 150 üyeden oluşurken, bir anda "Kontrolü nasıl ele geçirelim? Yapıya müdahale edelim, 300'e çıkaralım, seçimi bilim adamlarının kendi içerisinden bilimsel kriterlerle yapmasını sağlamadan siyasallaştırmanın yolu nedir çoğaltalım." Bunu yargıda da başardılar biliyorsunuz. Bütün yüksek yargı organlarının sayılarını çoğaltarak etkisizleştirmeye, siyasallaştırmaya çalıştılar. Aynı şeyi TÜBA'da da yaşadık. 300'e çıkarılan üyelerin 100'ünü Hükûmet atayacak, 100'ünü efendim, YÖK, -YÖK'ün yapısı malum- 100'ünün de kendi yapısı içerisinde ataması sağlanacak. Şimdi, böyle bir yapı içerisinde o zaman iki şey karşımıza çıkıyor. Türkiye bunu yaşadı, değerli milletvekilleri, bu Hükûmetin iktidarı döneminde yaşadık. Son beş yılda TÜBİTAK'taki skandalları hepimiz biliyoruz, değil mi? Şucu, bucu ne derseniz deyin ama bir ihmal sonucu, bilimsel kriterlerin, efendim, evrensel kriterlerin bir kenara bırakılıp tamamen siyasallaştırılma sürecinin sonucu olarak bu, bizim gerçekten göz bebeği kurumlarımızda büyük skandallar yaşandı ve bu skandallar Avrupa'ya, dünyanın her yerine taşındı ve ülkemiz adına sıkıntılı günler geçirdik. Şimdi, bunları yaşamamak için bu kurumların özellikle özerkliğinden, bilimsel özerkliğinden taviz vermemek gerekir.
Bir başka husus akçeli işler... Bakın, bu kurumlarımızda çok büyük projeler yapılıyor, özellikle TÜBİTAK bağlamında söylüyorum. Efendim, endişeler var, yönetim kadrosunda da bu endişeler var, dile getirildiği için söylüyorum. Nedir bunlar? Milyarlık rakamları bulan, milyonluk rakamları bulan birtakım projeler. Bu projeler iştah kabartıyor yani bir köyde muhtar konağının dahi bakan referanslarıyla ihale edildiği bir süreçte, Allah korusun, milyonluk rakamlarla bir araştırma projesine çöreklenmek isteyen olmaz mı? Pek tabii olur, çok da var. Ama, burada gerçekten o kurumu güçlü tutmak lazım, orada, tamamen bilimsel ve evrensel kriterler ışığında destek verilir ve arkasında durulursa bunların sonucunda ülkemizin belki önündeki elli yılını, yüz yılını kazanabiliriz.
Saygıdeğer milletvekilleri, bilim adamı bilen insandır, korkmayın! Bir şeyi bilen kendini bilir, kendini bilen âlemi bilir; bir şey bilmeyen kendini de bilmez, âlemi de bilmez; bunun adı da cehalettir ve çok tehlikelidir. Tarihsel sürece baktığımızda, gelişmiş bir demokrasi özlemimiz varsa -örneklerden hareketle- bilenlerin idaresindeki bir siyasi erk taçlanır ama bilmeyenlerin güdümüne girmiş siyasi bir erk -Allah korusun- her an manipüle edilebilir, her an yönlendirilebilir ve kontrolü çok kolaydır. Bunun örnekleri çok fazla var. Dolayısıyla, işte, âlimin uykusunun abidin ibadetinden niye önemli olduğunu burada anlıyoruz. Bilen insandan zarar gelmez, bilenden korkmayacağız. Bilenlerin bir araya geldiği kurumdan hiç korkmayacağız çünkü onlardan zarar gelmez. Onların yaptığı her türlü eleştiri sağlıklıdır, kutup yıldızı gibidir, yolumuzu aydınlatırlar ama cehaletin eline düşerse -Allah korusun- dişi deveye erkek derler erkek deveye dişi derler, helale haram derler harama helal derler, yanlışa doğru derler doğruya yanlış derler. Ama tarihe nasıl düşerler? Geldikleri iktidar noktasında kral da olsalar, padişah da olsalar, lider de olsalar, bir Hazreti Ali gibi gönüllerde yer edemezler, taht kuramazlar.
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
KAMİL AYDIN (Devamla) - Ebu Zerr el-Gifari gibi olamazlar. Tarihe bunlar bilgelikleriyle düşmüştür ve kuşaktan kuşağa isimleriyle yaşatılmıştır diyorum, saygı sunuyorum hepinize. (MHP sıralarından alkışlar)