| Konu: | 2016 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Tasarısı ile 2014 Yılı Merkezi Yönetim Kesin Hesap Kanunu Tasarısı 5'inci Tur Görüşmeleri münasebetiyle |
| Yasama Yılı: | 1 |
| Birleşim: | 50 |
| Tarih: | 02.03.2016 |
HDP GRUBU ADINA İDRİS BALUKEN (Diyarbakır) - Teşekkür ediyorum.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; 2016 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Yasası Tasarısı üzerinde, Sağlık Bakanlığı bütçesiyle ilgili görüşlerimizi belirtmek üzere, Halkların Demokratik Partisi Grubu adına söz almış bulunmaktayım. Hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Bütçeyle ilgili değerlendirmeye girmeden önce, 2 Mart 1994 tarihinde, bu çatı altında Kürt siyasetçilerine yapılmış olan insanlık dışı, etik dışı, siyaset dışı darbeyi lanetlediğimi, kınadığımı bir kez daha ifade etmek istiyorum.
Yirmi iki yıl önce, rahmetli Orhan Doğan'ın yaka paça beyaz Toroslara bindirilmesi üzerinden hafızalara kazınmış olan o darbeyle Kürt halkının iradesi tamamen bastırılmaya, Türkiye halklarının bir arada yaşama modeli yok edilmeye çalışıldı ancak gelinen aşama gösterdi ki bugün, 2 Mart 1994 darbesini yapanlar değil, Orhan Doğan, Hatip Dicle, Leyla Zana, Ahmet Türk, Sırrı Sakık ve Mahmut Alınak şahsında o dönemde temsil edilen, halkların kardeşliği esasına dayanan demokratik siyasi çizgi büyüyerek kendi yoluna devam ediyor. Dolayısıyla, bugünkü devrede olan darbe konseptini de buradan bir kez daha kınamak istiyorum. Uzun süredir, 7 Hazirandan sonra bir saray darbesi ve savaş konseptiyle beraber güçlendirilmiş bir karargâh darbesiyle yüz yüze olduğumuzu ve bunun her geçen gün halklarımıza büyük bedeller, büyük acılar yaşattığını ifade etmek istiyoruz.
Aynı güne denk gelen bu konuşmayı yaptığım süreç içerisinde, tıpkı Orhan Doğanlara yapıldığı gibi, seçilmişlerin dokunulmazlıklarının kaldırılması, Roboski, Cizre benzeri vahşet uygulayan cuntacıların, darbecilerin ise dokunulmazlık zırhıyla korunmasıyla ilgili tartışmanın kendisi bile bugünkü karargâh ve saray darbesinin hangi aşamaya geldiğini açık bir şekilde ortaya koyuyor.
Değerli arkadaşlar, Sağlık Bakanlığı bütçesiyle ilgili, grubumuzun bazı görüşlerini ifade edeceğim ancak öncelikle, her tıp fakültesine başlayan öğrencinin mutlaka okumak zorunda olduğu ve mesleğe başlarken de bağlılıkla kendisini taahhüt altına almış olduğu Hipokrat yeminini buradan sizlerle paylaşmak istiyorum: "Tıp fakültesinden aldığım bu diplomanın bana kazandırdığı statü, hak ve yetkileri kötüye kullanmayacağıma, hayatımı insanlık hizmetlerine adayacağıma, hastalarımı memnun edeceğime, insan hayatına mutlak surette saygı göstereceğime, mesleğim dolayısıyla öğrendiğim küçük sırları saklayacağıma, hocalarıma ve meslektaşlarıma saygı ve sevgi göstereceğime -Sayın Sağlık Bakanı dinlerse altını kalın çizgilerle çiziyorum- dil, din, milliyet, cinsiyet, takım, ırk ve parti farklarının görevimle vicdanım arasına girmesine izin vermeyeceğime, mesleğimi dürüstlükle ve onurla yapacağıma namusum ve şerefim üzerine yemin ederim." Yine, Hipokrat'tan bugüne kadar pek çok değerli tıp bilgininin hazırlamış olduğu tıp yemin metinlerinde de aynı içeriği gördüğümüzü, birçok metinde "Gücüm yettiği kadar tedavimi hiçbir vakit kötülük için değil, yardım için kullanacağıma, benden zehir isteyene onu vermeyeceğime, böyle bir hareket tarzını tavsiye etmeyeceğime, hangi eve girersem gireyim hastaya yardım için gireceğime ant içiyorum." diye devam eden o yemin metinlerini buradan paylaşmak durumunda kaldık. Bütün bu metinlerin temel özeti, hayata saygı duymak ve zarar vermemek.
Bunu özellikle bugün okumamın da sebebi, bir hafta önce burada gensoru görüşmeleriyle bu Bakanın istifa etmesi gerektiğini buradan ifade ettiğimizde buraya çıkan Sağlık Bakanı, utanç verici bir şekilde, o gensorunun içeriğine yanıt vermek yerine darbeci Kenan Evren'in ve onun cuntacılarının getirmiş olduğu bir yemin metniyle bize cevap verdi; utanç duydum, bir hekim olarak bir meslektaşımın Hipokrat'ın ve bütün büyük tıp bilginlerinin evrensel, insani kriterlerini ve tıp değerlerini bir kenara atarak burada gelip cuntacıların ve darbecilerin andını okuyarak bize cevap vermesinden utanç duydum, hicap duydum. Bu davranışın kendisi bile, bu Bakanın, Sağlık Bakanı olarak burada bu bütçe görüşmelerine de katılmaması gerektiğini açık bir şekilde ortaya koyuyor. Bakın, bu Sağlık Bakanı, bütün bu tartışmalardan sonra, 27 Şubat 2016 tarihinde "Duruşumuzun savaş bakanlığı olarak değerlendirilmesinden onur duyarım." demiş. Yani düşünün, konumu gereği, mesleği gereği, yaptığı iş gereği barıştan asla sapamayacak olması, hekim kimliğinden ötürü asla ölümü çağrıştıracak herhangi bir cümleyi kullanmaması gereken bir Sağlık Bakanı, mevcut vahşet tablosu karşısında savaş bakanlığı olarak addetmeyi bir onur olarak değerlendiriyor.
Sayın Bakan, savaş bakanı olarak addetmeyi bir onur olarak değerlendirme; öyle değerlendiriyorsan Sağlık Bakanlığından istifa et, barışa ve yaşama inanan bir hekime, bir sağlıkçıya o koltuğu emanet et, sen de doğruca onur duyduğun o savaşın cephesine git. Burada, yoksul Anadolu çocuklarını ölüme gönderip, ekmeğe muhtaç olan köylü, çiftçi, işçi çocuklarının cenazeleri üzerinden siyaset yapıp, o koltuklar üzerinden hamaset yapmanıza asla izin vermeyeceğiz.
Demin, arkadaşlarımız burada teşhir ettiler, o savaş suçlarını işlemiş, o katliamların altına imza atmış PÖH, JÖH ekipleri içerisinde olursanız, bulunmuş olduğunuz savaş konumundan dolayı gurur duyabilirsiniz ama bir ülkenin Sağlık Bakanının savaş bakanlığı tanımlamasından onur duymasına asla müsaade etmeyiz. Ben, tabii...
BAŞKAN - Şahsiyatla uğraşmayın lütfen, Sayın Konuşmacı.
İDRİS BALUKEN (Devamla) - Hiçbir hakaret yok Sayın Başkan.
BAŞKAN - Hakaret ediyorsunuz demiyorum, şahsiyatla uğraşmayın diyorum sadece.
Buyurun.
İSMAİL TAMER (Kayseri) - Doktor olarak Sayın Baluken, senin de bir şeyler hissetmen lazım.
İDRİS BALUKEN (Devamla) - Burada onur duyduğu o tablo, Cizre'deki o tablonun benzeri Sur için de geçerli. Sur için de şu anda 200'e yakın insan orada hastaneye nakledilmeyi beklemesine rağmen maalesef, bugüne kadar herhangi bir şey yapılmadı. Sayın Bakanın Cizre'de gurur duyduğu, onur duyduğu o katliamın bir yenisi Sur'da yapılırsa yaşamını yitirecek olanların bazılarının isimlerini ve yaşlarını paylaşmak istiyorum: Elif Su Aslan 4 aylık, Özgür Aslan 3 yaşında, Kadir Şahin 11 yaşında, Muazzez Aslan 4 yaşında, Rojda Aslan 7 yaşında, Gülistan Aslan 11 yaşında, Beritan Tosun 2 yaşında, Şerife Tosun 10 yaşında, Seniha Sümer 57 yaşında, Ruken ve Berfin 4 yaşında, Ahmet Karatay, Semiha Sürer, Seda Aslan, Ferhat Efe, Mehmet Aktaş 12 yaşında, 14 yaşında, Güllü Aslan 11 yaşında, Veli Aslan 9 yaşında, Cengiz Abiş, Emine Abiş, Bedri Oğuz 65 yaşında, Fatma Kaya 60 yaşında, Şenol Tosun 8 yaşında, Mehmet Salih Karacadağ 14 yaşında, Sergen Kaydaş 13 yaşında, Cihan Aslan 13 yaşında.
Vaktim sınırlı olduğu için hepsini buradan sıralayamayacağım. Yani olası bir Cizre vahşetinin Sur'da yaşanması durumunda bu insanların yaşamını yitirmesinden onur duyacak, kendisi "savaş bakanı" olarak tanımlandığı zaman bundan da rahatsızlık duymayacak bir Sağlık Bakanının olduğu bir Bakanlığın bütçesiyle ilgili burada çok fazla değerlendirme yapmanın da ne kadar doğru olduğunu doğrusu sizlerin takdirine bırakıyorum.
Sur'dan gelen, o çocuklardan gelen sayısız mesajlar vardı. Onları paylaşmayacağım zamanımız dar olduğu için ancak son gelen bir mesaj oldukça önemlidir. Oradan bize mesaj gönderen bir yurttaş, yanında bulunan çocukların ölüm psikolojisine girdiklerini, isimlerini bakır tellerle yazdırıp boyunlarına astıklarını çünkü Cizre'de cenazesi yakılmış ve küle dönmüş olan yurttaşların karşılaştığı vahşetten haberdar olduklarını, bu şekilde bir vahşetle karşılaşırlarsa cenazelerinin aileleri tarafından alınması için telden hazırlamış oldukları o kolyeleri boyunlarında sakladıklarını ifade ediyorlar.
Değerli arkadaşlar, değerli milletvekilleri; bahsettiğim bu tablonun kendisi zaten sağlıktaki zihniyet problemini ve sağlıktaki yıkım düzeyini ortaya koyuyor ancak AKP döneminde uzun süredir devam eden Sağlıkta Dönüşüm Projesi'nin tam anlamıyla bir sağlıkta yıkım projesine döndüğünü uzun süredir burada ifade ediyoruz. Sağlıkta Dönüşüm Projesi'yle sağlık tamamen piyasaya açılmış, hastaneler birer ticarethaneye, hastalarsa deyim yerindeyse birer müşteriye dönüştürülmüş ve ortaya çıkan sağlıksızlığın üzeri ise sağlık emekçileri, hekimler, hemşireler üzerinde oluşan linç dalgasıyla örtülmeye çalışılmıştır. Bugün ortaya çıkan durumda sağlıksız olan bir toplum ve mutsuz olan bireylerle karşı karşıyayız. Dünya Sağlık Örgütü sağlıklı olmayı sadece hastalık veya bir engel olma durumu üzerinden değil biyolojik, psikolojik ve sosyal olarak tam bir iyilik hâli olarak tanımlar. AKP Hükûmeti ve özelde de Sağlık Bakanlığının yürüttüğü uygulamalarla bugün Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde yaşayan hiçbir yurttaş ne biyolojik açıdan ne psikolojik açıdan ne de sosyal açıdan, sosyolojik açıdan tam iyilik hâli içerisinde olduğunu söyleyemeyecek bir duruma maalesef getirilmiştir. "Paran kadar sağlık" anlayışı bu piyasalaştırılmış sağlık sistemi üzerinden maalesef hayata geçirilmiştir. Sağlık alanı sermayeye açılmış, sağlıkta alabildiğince özel sermayeye rant sağlayan bir anlayış devreye konulmuştur.
Sağlıkta dönüşümün ilk etabında hastalardan ücret alınmamasıyla âdeta yurttaşların ağzına bir parmak bal çalınmış ancak daha sonra yapılan düzenlemelerle özel hastanelerde bile ek ücretler önce yüzde 30, sonra yüzde 70, sonra yüzde 90, sonra da yüzde 200'e kadar fark ücretleri üzerinden maalesef yurttaşın önüne getirilmiştir. Bugün hastaneye başvuran bir hasta en az 11 kalem üzerinden ek ücretler ödemek durumunda, ödemek zorunda kalmıştır. Sigorta priminden tutalım da katkı, katılım payından ilave ücrete, fark ücretinden tutalım da otelcilik hizmetine, reçete başına kadar olan ücretlendirmeye kadar AKP Hükûmeti sağlığı tam anlamıyla kamusal bir hizmetten parasal bir hizmete çevirmiş ve "paran kadar sağlık" anlayışının daha acımasız bir şekilde yurttaşa fatura edileceğinin işaretlerini vermiştir. Bugün "kamusal ücretsiz sağlık hizmeti" olarak tanımladıkları düzenlemeler de genel sağlık sigortası üzerinden neredeyse iflas etmiş, birçok yoksul yurttaş, milyonlarca yoksul yurttaş ödemesi gereken prim borçlarını ödeyemeyecek bir duruma gelmiş, mevcut sigorta sistemiyle karşılanmayan sağlık hizmetleri içinde "tamamlayıcı sağlık sigortası" gibi birtakım ucube anlayışlar maalesef bütün yurttaşların önüne getirilmiştir.
Özel sektörün payı her geçen gün artırılmıştır. Bakın, kamuda başvuru sayısı son birkaç yıl içerisinde -son on yıl içerisinde- 2,5 katına çıkmışken, özel sektöre başvurular 13 katına çıkmış, özel sektörün bütün sağlık sistemi içerisindeki almış olduğu pay yüzde 30'un üzerine çıkmıştır. Sadece son on yıl içerisinde özel hastane sayısı 2,5 kat artış göstermiştir. Yani 2002 ile 2016 yılları arasındaki özel hastane sayılarına bakıldığında AKP'nin sağlığı nasıl özelleştirdiği, özel sektörün bir rant alanı hâline getirdiği çok iyi bir şekilde görülecektir.
Kamu hastanelerinde performans sistemi üzerinden sağlık emekçilerinin tıbbi etik değerleri yerle bir edilmiş, iş barışı tamamen altüst edilmiş, bu performans sistemi üzerinden de özellikle suistimale gidecek pek çok uygulamanın yolu açılmıştır. Performans sistemine geçildikten sonra hasta sayısı 3 kat, bütün verilerde ameliyat sayıları 10 kat, bilgisayar, tomografi, MR gibi pahalı ve radyasyonlu olan görüntüleme yöntemlerinin sayısı da 6-7 kata kadar çıkmıştır. Kamu hastanelerinin birçoğunda tıbbi araç gereç donanım eksikliği aynı şekilde devam etmektedir.
Bütçeden sağlığa ayrılan paya baktığımızda da, yine hep ifade ettiğimiz gibi, bir savaş bütçesi olan bu bütçenin aslan payının savaş kurumlarına ve güvenlik politikalarına ayrıldığını ve sağlığa ayrılan bütçenin son derece yetersiz olduğunu buradan bir kez daha ifade etmek istiyoruz.
Sağlık Bakanlığına ayrılan bütçenin de ağırlıklı olarak özelleştirmelerle ilgilenen Kamu Hastaneleri Kurumu ve Türkiye Halk Sağlığı Kurumuna ayrıldığını buradaki harcamaların birçoğunun personel gideri ve sermayeye aktarılan birtakım hizmet alımlarında kullanılan bütçeler olduğunu buradan ifade etmek istiyoruz. Sağlığa ayrılan bütçe açısından Türkiye OECD ülkeleri arasında maalesef son sıralardadır. Kişi başına düşen sağlık harcamalarında 2013 yılı itibarıyla Türkiye'deki oran yüzde 5,1 iken, OECD ülkelerinde ortalama bu oranın yüzde 9 civarında olduğunu, birçok ülkede yüzde 10 ile 16 arasında bir oranın olduğunu ifade etmemiz gerekiyor.
Getirilen bu sağlıksızlık sistemiyle sağlık çalışanları her gün mağdur edilmekte, 1 hekim 1 poliklinikte günde 100 ile 150 arasında hastaya bakmak zorunda kalmakta, 1 hastaya ayıracağı maksimum süre beş dakikayla âdeta sınırlı hâle getirilmektedir. Bu yapılan uygulama hem hekime hem de o hekimden sağlık hizmeti alan hastaya yapılabilecek en büyük haksızlık ve en büyük kötülüktür. 1 cerrah neredeyse günde 10 ameliyata girecek düzeyde ağır bir performans baskısı altında bırakılmıştır. Sağlık emekçileri, bu uygulanan sağlıkta yıkım projesinin bütün sonuçlarının bir müsebbibi olarak gösterilmiş, hastaların sağlık sistemiyle ilgili rahatsızlıklarının tamamının şikâyetleri sağlık emekçisine, hekime, hemşireye şiddet olarak geri dönmüştür. Sadece son bir yıl içerisinde, Kâmil Furtun, Atakan Karanfil, Sevilay Ayva, son dönemde görevleri başında yaşamını yitiren sağlık emekçileridir. Tabii, burada özellikle sağlık emekçilerinin güvenceli ücret almadığını ifade etmek gerekiyor. Yani performansa dayalı döner sermaye üzerinden yapılan ücretlendirmeler hiçbir şekilde emekliliğe yansımamakta, emekli olan bir hekim, bir hemşire ya da bir sağlık emekçisi, yoksulluk sınırının altında, açlık sınırının hemen üstündeki bir ücretle emeklilik boyunca da ek iş yapmaya mahkûm bırakılmaktadır. Bu uygulamaların tamamının AKP Hükûmetinin getirmiş olduğu bu sağlıkta yıkım projesinin bir sonucu olduğunu ifade etmek istiyoruz.
Şehir Hastaneleri Projesi'nde tamamen özel sektöre rant sağlayan bir anlayışın hâkim kılınmaya çalışıldığını, devletin hem o özel şirketlere kira vermek suretiyle hem vergilerle ilgili hazine garantileri vermek suretiyle yapmış olduğu kıyakların yetmediğini, görüntüleme yönteminden laboratuvar, bilgi işlem, temizlik, yemek ihalelerine kadar pek çok düzenlemenin, pek çok rant kaleminin de yine Hükûmet eliyle, Bakanlık eliyle o şirketlere sağlandığını ifade etmek istiyoruz.
Tabii, bütün bunlar devredeyken Türkiye'deki sağlık istatistiklerinin iyiye gitmesini beklemek de mümkün değildir. Sağlıksız olan bir toplumdan bahsettik; bakın, sadece kullanılan antidepresan ilaç, kutu sayısından bahsettiğimizde tablo ortaya çıkar. 2003 yılında 14,24 milyon kutu antidepresan ilaç kullanılan bir ülkede, yani bizim ülkemizde 2008 yılında bu miktar 31,30 milyon kutuya çıkmış yani 2,5 katı artış göstermiş; 2012 yılında da 37,35 milyon kutuya kadar çıkmış. Neredeyse nüfusun tamamı antidepresan kullanacak olan bir sağlıksızlık durumuyla karşı karşıyadır.
Durağan seyreden kendiliğinden düşük hızı yüzde 10,5'tan yüzde 14 seviyelerine yükselmiş, bebek ölüm hızı binde 13,6'ya kadar yükselmiştir; hatta dünya sağlık örgütlerinin ortaya koyduğu rakamlara göre bebek ölüm hızının binde 16,5'a kadar yükseldiğiyle ilgili bulgular vardır. Burada TÜİK'in ve Sağlık Bakanlığının vermiş olduğu rakamların da çeliştiğini ifade etmek istiyorum. Türkiye'de canlı doğan bin bebeğin yaklaşık 14'ü 1 yaşını doldurmadan yaşamını yitiriyor.
Tabii ki bu süreye bütün bunları sığdıramayacağız ama Sağlık Bakanı burada defalarca bu kürsüden yaptığı konuşmalarda kızamığın bitmesiyle ilgili bazı verileri hep bir övünç kaynağı ve başarı öyküsü olarak sunuyordu; ben Sağlık Bakanını buradan son birkaç yıl içerisindeki kızamık vakalarının sayısını açıklamaya çağırıyorum. Yine, tüberküloz hastalarının sayısını "multidrug resistance" dediğimiz çok ilaca dirençli tüberküloz açısından Türkiye'nin mevcut durumunu bu kürsüden ifade ederse çok fazla veriye başvurma ihtiyacımızın da ortadan kalkacağını ve Türkiye'nin mevcut sağlık tablosunun kendiliğinden burada şekilleneceğinin görüleceğini ifade ediyorum.
Hepinizi saygıyla selamlıyorum. (HDP sıralarından alkışlar)