GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: 2016 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Tasarısı ile 2014 Yılı Merkezi Yönetim Kesin Hesabı 4'üncü tur görüşmeleri münasebetiyle
Yasama Yılı:1
Birleşim:49
Tarih:01.03.2016

HDP GRUBU ADINA MİZGİN IRGAT (Bitlis) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri ve bizi izleyen değerli vatandaşlarımız; hepinizi saygıyla, sevgiyle selamlıyorum.

Evet, sabahtan itibaren aslında iktidar partisi ve muhalefet partilerinin çokça tartıştığı, çok önemli bir başlığı konuşuyoruz, Adalet Bakanlığının bütçesi; Türkiye Adalet Akademisi, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu, ceza ve infaz kurumları ile tutukevleri hakkında ben de partim adına konuşma yapacağım.

Fakat konuşmama geçmeden önce, bu sabah saat beş buçukta yani sabahın en erkeninde, vekili olduğum Bitlis Norşin ilçesinde, eş başkanımızın da içinde olduğu 5 partili kişinin gözaltına alındığı, gözaltına alınırken de, sadece gözaltına alınmadığı, evlerinin tarumar edildiği, en kutsal kitap Kur'an-ı Kerim'in dahi yerlere atıldığı, çocuklara hakaret edildiği ve apar topar Bitlis iline götürülerek gözaltına alındığı haberini aldım ve bu haberle birlikte Genel Kurula bu şekilde geldim.

Yani aslında "Darbeler dönemi geride kaldı." diyoruz ya, hiçbir şey geride kalmadı. Darbeler dönemi AKP iktidarıyla devam ediyor. Polis, yargı, artı AKP iktidarı, geçmişten devraldığı sistematik işkence, adil yargılanma hakkının ihlali, temel hak ve hürriyetlerin askıya alınması suretiyle uygulamaları bir kat daha artırmış ve bu anlamda aslında dile getirdiği programın da, Davutoğlu'nun da dile getirdiği hiçbir programın coğrafyamızda, özellik Kürt coğrafyasında hiç de uygulanmadığına şahit olduk.

Yani ben konuşmaları dinlerken, sanki adalete ilişkin tüm sorunlarımız halledilmiş, cezaevleri boşaltılmış, tecrit ortadan kalkmış, bağımsız hâkim ve savcılar görev başındalar gibi bir hissiyat uyandırılmaya çalışılıyor. Oysa öyle bir şey yok. Ne bağımsız hâkim, savcılar var iş başında ne tecrit ortadan kalkmış durumda ne de temel hak ve özgürlükler şu anda hakkıyla uygulanmış durumda.

Evet, partimiz HDP'ye, üyelerimize ve partimize dönük, 7 Hazirandan sonra -sistematik bir şekilde- ve öncesinden de devam eden şiddet politikalarından hiç hız kesilmemiştir ve hiçbir kesintiye uğramamıştır. Bu anlamıyla Bitlis'te 2 vekiliyle iktidar olan partimiz HDP'nin çalışmaları sekteye uğratılmakta, özellikle üyeler ve başkanlarımız üzerinden HDP saldırıya uğratılmaktadır.

Şimdi, Sayın Cumhurbaşkanının bir açıklaması vardı, hepimizin dehşetle izlediği: "Ben Anayasa Mahkemesinin vermiş olduğu karara sadece sessiz kalırım ama tanımam, saygı da duymam." Şimdi, ben buna çok şaşırmadım, en çok Adalet Bakanımıza şaşırdım. Kendisi de aynı şeyi söyledi.

Bekir Bey, siz bir hukukçusunuz. Sizin herhangi bir siyasetçi ya da diğer siyasetçiler gibi yorum yapma hakkınız yok. Sizin kararlara hukuk penceresinden bakmanız ve bu anlamda tarafsızlığınızı ve hukuka olan bağlılığınızı her cümlenizde ifade etmeniz gerekir.

Yine, bütçe görüşmelerinde, 15 Şubatta size sorulan bir soru var, tutanaklarda mevcut. Bizim milletvekillerimizin, başvurularımızın kabul görmediği yani aylardır hiçbir milletvekilimizin hiçbir cezaevine gidemediği noktasındaki eleştirisine siz bir itirafla cevap verdiniz, dediniz ki: "Evet, 40'ıncı madde gereği, söz konusu görüşmelere ben izin vermiyorum." Hayır, söz konusu yönetmelik size böyle bir hakkı tanımıyor Sayın Adalet Bakanı. Dolayısıyla da biz bu tutumunuzun derhâl, ivedilikle değişmesi gerektiğini düşünüyoruz.

Bu konuya girmişken İmralı tecrit sisteminden de bahsetmek gerekiyor çünkü orada da bilerek ve isteyerek görüştürülme yapılmıyor. 27 Temmuz 2011 tarihinden itibaren Sayın Abdullah Öcalan'ın hiçbir avukatı kendisiyle görüşme gerçekleştirememiştir. Hakeza, kendisiyle daha önce görüşen heyetimiz ve ailesi kendisiyle görüşmeyi gerçekleştirememektedir. Size soruyoruz: Sayın Öcalan yaşıyor mu? Yaşıyorsa bizler ziyaretine neden gidemiyoruz? "Koster bozuk." bahanesiyle siz, bu görüşmelerin siyaseten verildiği noktasındaki eleştiriden kurtulamayacaksınız. Burada bir karar var elimde. Öcalan kararı, Hükûmetin görüşmeleri sağlaması, görüşme sağlarken elindeki araç ve gereçlerini buna uygun hâle getirmesi noktasına işaret eder. Dolayısıyla da koster bozuksa gemi getireceksiniz, gemi bozuksa helikopter hazır edeceksiniz ama kendisinin avukatları ve ailesiyle görüşmesine engel olamazsınız. Dolayısıyla da burada çok ciddi hak ihlalleri söz konusudur.

Biz İmralı Cezaevinin sıradan bir cezaevi olmadığını zaten biliyoruz. İmralı Cezaevi, Sayın Öcalan'ın on bir yıl boyunca tek başına tutulduğu ada hapishanesinde düşman hukukuyla yönetilen ve statüsüz bir noktada, uzun süredir aslında tartışmalara konu olan bir yer. Ardından, AİHM kararları, CPT raporları doğrultusunda kendisinin yanına 5 kişi götürülmek suretiyle söz konusu tecrit geri alınmaya çalışıldı. Fakat giden 5 kişi de İmralı Cezaevinin aynı tecridine tabi oldu. Çünkü onların da görüşmelerinde, avukat görüşmesinde bir yetkili vardı. Hukukçular çok iyi bilir, müvekkil-avukat görüşmesi hiç kimsenin duymayacağı, dinlemeyeceği bağımsız bir yerde gerçekleşir ama Sayın Öcalan'ın görüşmelerinin tamamında bir görevli hazır bulunduruldu ve yanına giden 5 kişide, aynı şekilde bütün görüşmeler tutanak altına alındı ve bunun adına da "avukat ve müvekkil görüşmesi" denildi. Dolayısıyla, İmralı'da yaşanan hukuk başka hukuk, bizim kitaplarda okuduğumuz hukuk başka hukuk. Dolayısıyla da biz şu anda Türkiye'nin genelinde F tipi, M tipi, L tipi, hangi tip derseniz deyin ve İmralı Cezaevi dâhil olmak üzere, hepsinin bir bütünel gözden geçirilmesi gerektiğini düşünüyoruz. İmralı Cezaevinin acilen kapatılması gerektiğini düşünüyoruz. Çünkü söz konusu ada, bahsedilen ve Türkiye'nin imzacı olduğu sözleşmelerin tamamına aykırılık teşkil etmektedir.

Dolayısıyla da orada, yanına CPT raporları sonucu gönderilen 2 mahpus vardı; Nasrullah Kuran, Çetin Arkaş. Kendilerinin, kısa bir süre önce, gece yarısı, apar topar, haber verilmeksizin, şiirlerini, defterlerini yanına almaksızın Silivri Cezaevine sürgünleri gerçekleşti. Bu konudaki yasa metinleri açık; imzacı olduğumuz, sözleşmeci olduğumuz maddelere baktığımızda, sürgünün bir insan hakkı ihlali olduğu açıkça tespit edilmiştir. "Mahpus da olsa, tutuklu da olsa ailesine haber verir, bu anlamıyla, makul bir süre tanıyarak kişinin naklini gerçekleştirirsiniz." der uluslararası yasalar ve bizim yasalarımız. Ama Nasrullah ve Çetin gecenin bir yarısı -çünkü İmralı'da tutuluyor, onlara her şey mübah- sabaha karşı Silivri Cezaevine getirildiler ve bitmedi, şu an Silivri Cezaevinde İmralı sistemi uygulanmakta yani kendileri, avukatlarına "İmralı" cümlesi kullandığı anda oradaki görevli "Görüşme bitmiştir, görüşmeye devam edemezsiniz." uyarısı yapıp görüşmeyi sonlandırmaktadır. Sayın Bakanın, dolayısıyla da bütün vekillerimizin ve tüm Türkiye'nin bu haksız uygulamaları çok iyi bilmesi ve dinlemesi gerekmektedir. Dolayısıyla da biz buradan, tekrar, söz konusu cezaevlerinin gözden geçirilmesini ve bu haksız, hukuksuz uygulamaların bir an önce bitmesi gerektiğini düşünüyoruz.

Sayın Öcalan kendi görüşleriyle, barışa verdiği payeyle ve kendi manifestosuyla, şu anda tartıştığımız ve günler boyunca da tartışacağımız Kürt sorununun çözümü noktasında çok önemli bir aktördür. İmralı Adası'nda başlatılan müzakere çalışmalarının yeniden devreye girmesi ve bu anlamıyla sorunun barışçıl temelde çözümü noktasında tarafların, otoritelerin devreye girmesi gerekmektedir diye düşünüyorum.

Şimdi, bizim en önemli sorunumuz aslında kuvvetler ayrılığı. Kuvvetler ayrılığı teorisinin ardındaki dürtü, John Locke ve Montesquieu'dan bu yana hep, devlet yönetme gücünün tamamının bir kişi veya bir grup kişi elinde toplanmasının mutlakiyete yol açma korkusundan gelmektedir. Dolayısıyla, bugün çokça tartıştığımız, ileride belki biraz daha tartışacağımız kuvvetler ayrılığı noktasında bence Türkiye adalet sisteminin yeniden kendini gözden geçirmesi gerekmektedir.

Bugün Anayasa Mahkemesinin vermiş olduğu karara verilen tepkinin gerekçesi nedir? "Ben bu hukuku, bu kararı tanımıyorum." refleksinin arkasında olan şey "Kuvvetler ayrılığını tanımıyorum." demektir aslında yani mutlakiyet rejimini savunmaktır aslında.

HASAN BASRİ KURT (Samsun) - Var yani değil mi, kuvvetler ayrılığı var?

MİZGİN IRGAT (Devamla) - Bizler Anayasa Mahkemesinin bu kararını eleştirirken bir gün sonra açıklanan bir karar var, Roboski kararı.

HASAN BASRİ KURT (Samsun) - Esasa ilişkin konuştu, esasa.

MİZGİN IRGAT (Devamla) - Bitiriyorum, zamanıma müdahale etmeyin.

Roboski kararı, yarısının çocuk olduğu 34 kişinin 2011 yılında F16 uçaklarıyla paramparça edildiği bir dava. O görüntü hepimizin gözünün önünde, katırlarıyla birlikte teşhis edilemez durumda olan o cesetler. Ne dedi Anayasa Mahkemesi? Reddetti. "Bu kararı da tanımıyorum." diyecek misiniz? "Bu karar da yerinde değil." diyecek misiniz? Hakeza, sokağa çıkma yasakları. Tedbir talepleriyle yapılan hiçbir başvuru kabul edilmedi.

Sokağa çıkma yasaklarının gerekçesine baktığımızda ise, hiçbir hukuki dayanağı olmayan... Çünkü, Anayasa'nın 13'üncü maddesi bunu ortadan kaldırır. Sadece ve sadece bir idari kararla alınan söz konusu kararlardan dolayı burada günlerce tartıştık. Fotoğraflarını gösterdik, oranın sembolü Taybet ananın günlerce sokak ortasında kalan bedeninin teşhir edildiği ve hakeza, Cizre'de, Varto'da bu savaşın kadın bedeni boyutundan nerelere ulaştırıldığı, çocuk, yaşam hakkı, sağlık hakkı, seyahat hakkı, aklınıza gelen tüm hakların altüst edildiği sokağa çıkma yasaklarına dair Anayasa Mahkemesinin ret kararına hiç kimse hiçbir şey demedi. Yani, demek ki doğru bir karar verdi, demek ki bu kararı tanıyorsunuz, demek ki bu karar yerinde bir karar, hukuka uygun bir karar.

Dolayısıyla da biz ayrımcı politikaların Adalet Bakanlığı politikalarından da çıkarılması gerektiğini düşünüyoruz. Ayrımcılık bir insanlık suçudur, nerede olursa olsun -eğitimde, sağlıkta, adalette, Mecliste- ayrımcılık yapmak bir suçtur. Dolayısıyla burada söz konusu kararlara karşı eleştirilerimizi yaparken hukuk ve adalete bağlılıktan, hakkaniyete bağlılıktan ödün vermememiz gerektiğini düşünüyorum.

Şimdi, Türkiye Adalet Akademisi, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kuruluna ilişkin bir şeyler söylemek istiyorum. Türkiye Adalet Akademisi Avrupa Birliğine uyum sürecinde adalet alanında eğitim, araştırma görevlerini yürütmek üzere hâkim ve savcı adaylarını eğitmek, yetiştirmek, entelektüel bilgi, hukuki bilgi alanında dağarcıklarını açmak ve bu anlamda onları mesleğe hazır hâle getirmek üzere kurulmuş bir akademi. Ama akademiye net bir şekilde baktığımızda, çalışma programına baktığımızda aslında hiç de öyle şeyler yapmadığını çok net görürüz. Orada yetiştirilen hâkim ve savcıların iktidarın politikalarına, reflekslerine, duruşuna uygun bir tarzda yetiştirildiğini, reflekslerinin ona göre uygulandığını ve bu anlamıyla bir çalışma yürütüldüğünü çok net bir şekilde göreceğiz. Dolayısıyla da Türkiye Adalet Akademisini bahsedilen belgelerdeki, bu konuda İsveç Kalkınma Ajansı, İnsan Hakları ve İnsancıl Hukuk Enstitüsü, Avrupa Konseyi gibi uluslararası kuruluşlarla ortak eğitim programlarının sonuç raporlarından da görmekteyiz. Burada eğitim aldığı iddia edilen hâkim ve savcıların vermiş olduğu kararlara baktığımızda hiç de öylesi bir eğitimden geçmediklerini net görüyoruz. Çünkü öyle bir eğitim, öyle bir vizyon orada verilmiş olsaydı bugün adalet sistemindeki bu eksiklikleri yaşamıyor olacaktık. Biraz daha adil, bağımsız kararları görecektik ve bu kadar adil yargılanma hakkının ihlal edildiği uzun tutukluluk sürelerinin aslında devrede olmadığını görecektik ve Türkiye de, Rusya'dan sonra, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde mahkûm olan ikinci ülke olma statüsünde de olmayacaktı. Demek ki Adalet Akademisi böyle bir işlev görmüyor; devlete, Hükûmete bağlı, iktidara bağlı bir hâkim ve savcı yetiştirme akademisi olarak görev almaktadır.

Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kuruluna baktığımızdaysa gerçekten içler acısı bir durum var. Sürgüne uğramayan, yeri değiştirilmeyen hâkim ve savcı kalmadı. En ufak eleştiri getiren, Hükûmete aykırı bir karar veren hâkim ve savcılar yerlerinden yurtlarından edildi, hatta meslekten çıkarıldılar. Bunlardan, tutuklanan hâkim ve savcılardan birkaç tanesi, bir zamanlar hak adalet adına -sözüm ona- KCK operasyonlarını yürüten kişilerdi. Çok iyi hatırlarsınız, sabaha karşı yapılan operasyonlarla, korsanvari bir şekilde, içinde 46 avukatın olduğu, gazetecilerin, siyasetçilerin olduğu yüzlerce insanı cezaevine atan hâkim ve savcılar da, "Bir gün adalet herkese lazım." sözünü hatırlatır derecesinde kendileri de adalet önünde mağdur oldular. Evet, ben kendilerinin de mağduriyetini buradan eleştiriyorum bir hukukçu olarak, bir milletvekili olarak. Yapılanların doğru olmadığını dile getiriyorum. Eleştirmek, muhalif olmak bence suç değildir. Dolayısıyla da kendilerinin yaşadığı ihraç, sürgün, meslekten çıkarılma kararlarının tamamının siyasi bir gerekçeyle verildiğini çok net görmekteyiz.

Şimdi önümde bir fotoğraf var, İlhan Çomak. İlhan Çomak, tam yirmi bir yıldır cezaevinde.

CİHAN PEKTAŞ (Gümüşhane) - Suçu ne?

MİZGİN IRGAT (Devamla) - Kendisi, Aziz Yıldırım, Balyoz davası sanıkları gibi, hakkında Yargıtay kararının onandığı ama yeniden yargılama kararının verildiği bir kişi fakat şu an adını saydığım kişiler dışarıda, İlhan ise içeride. Neden içeride? Evet, oradan bir ses geldi: "Suçu ne?" Tam da kimliği yani Kürt davasından yargılanıyor olması gerekçesiyle kendisi ısrarla tahliye olmuyor. Duruşması 12 Nisan 2016 saat 13.30'da Çağlayan Adliyesi 4. Asliye Ceza Mahkemesinde. Diliyoruz ve umuyoruz ki İlhan'ın içeride geçirdiği son duruşma olur. Kendisinin özgürlüğe giden... Bu mahkemede özgürlüğün kendisine verilmesini ve bu anlamda, haksız hukuksuz yere şu an içeride tutulan, İnfaz Yasası'nın ayrımcı politikaları gereği... Aslında, ona da zaman kalsaydı biraz değinmek isterdim, infaz rejimindeki uygulamalar da maalesef eşit değildir. Bu noktada, biz, kendisi gibi hasta tutsakların, içeride tutulan hasta tutsakların tamamının bir an önce ailelerine kavuşturulması ve özgürlüklerine kavuşturulması gerektiğini düşünüyoruz.

Adli tıp kurumlarının raporlarına mahkûm olmuş ve savcı, hâkimlere de bu raporların takdir yetkisinin tanındığı hasta tutsakların, mahpusların içeride tutulma zulmüne son verilmesi gerekmektedir.

Abdülsamet'i İzmir'den hatırlıyorum; 40 kiloya düşmüş, gözleriyle, elleriyle bize el sallayan Abdülsamet Çelik'i buradan anmak istiyorum. Kendisi hayatını kaybetti. Kanser tedavisinin maalesef son aşamasında tahliye edildi yani aslında, ölmek üzereyken dışarı çıkarıldı. Biz, içeride kalan hasta mahpusların ölmeden, bir an evvel ailelerine, çevrelerine kavuşturulması gerektiğini düşünüyoruz.

Bu temelde, bütçeyi bu anlamıyla eleştiriyoruz.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

MİZGİN IRGAT (Devamla) - Bu bütçe, savaş bütçesidir, bahsettiğimiz sorunlara cevap vermemektedir.

Hepinizi saygıyla, sevgiyle selamlıyorum. (HDP sıralarından alkışlar)