Konu: | 2016 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Tasarısı ile 2014 Yılı Merkezi Yönetim Kesin Hesap Kanunu Tasarısı 3'üncü Tur Görüşmeleri münasebetiyle |
Yasama Yılı: | 1 |
Birleşim: | 48 |
Tarih: | 29.02.2016 |
HDP GRUBU ADINA OSMAN BAYDEMİR (Şanlıurfa) - Sayın Başkan, saygıdeğer milletvekilleri; hepinizi saygıyla, sevgiyle, hürmetle selamlıyorum.
Türkiye AB uyum süreci, Türkiye'nin AB'ye dâhil olma perspektifi neredeyse elli yıllık bir serüvendir. İlk defa 1999'da Türkiye adaylık statüsünü kazandı ve hakikaten bu, Türkiye'de büyük bir coşkuya, büyük bir memnuniyete, toplumun büyük bir desteğine tabiri caizse mazhar kaldı.
3 Ekim 2005 tarihinde yine Lüksemburg'da hükûmetler arası konferans ile Türkiye, resmen AB'ye katılım müzakerelerine başladı. Bu itibarla da Müzakere Çerçeve Belgesi 2005'te taraflar tarafından kabul edildi ve tabiri caizse müzakere süreci böylelikle başlamış oldu.
Katılım müzakereleri, Türkiye'nin AB müktesebatını ne kadar sürede kendi iç hukukuna aktarıp yürürlüğe koyacağının da bu manada bir yol haritası niteliğini taşıyordu. Kendim de bir yerel yönetici, kendim de yerelde kamu hizmeti yürütmeye çalışan bir idareci olarak, doğrusunu söylemek gerekirse Türkiye'nin AB sürecine dâhiliyeti konusunda yoğun mesai harcayan arkadaşlarınızdan biriyim şüphesiz ki mensubu olduğum siyaset adına.
2005 tarihinden, neredeyse bundan on ay öncesine kadar, çok önemli diyebileceğimiz pek çok eksikliğine, pek çok eleştirimize rağmen, önemli diyebileceğimiz onlarca mevzuat hayat buldu, onlarca mevzuat bu Meclisten geçti. Temel amaç, Türkiye'nin bu perspektifte yolculuğuna devam etmesiydi. Üzülerek ifade etmek isterim ki, kabul edilemez bulduğumuz mevzu, on dört yıl boyunca Türkiye'nin AB topluluğunun değerler sisteminin bir parçası olma yolunda yürütmüş olduğu bütün adımlar, bu on aylık zaman dilimi içerisinde âdeta berhava edilmiş durumda. Türkiye gerek uygulamaları ve gerekse gündeme getirmiş olduğu mevzuatlar açısından şu anda 2005'in gerisindedir, Türkiye 2000'li yılların da maalesef geçmişindedir, gerisindedir, Türkiye 1990'ın maalesef gerisinde kalmıştır.
Değerli kardeşlerim, Sayın Bakan; Türkiye'nin Avrupa Birliğine dâhil olması gerekliliğine dair inancımızın özü, temeli Avrupa Birliği tarafından belirlenen hedeflerle ilgilidir. Özgürlüğün, güvenliğin, hukukun üstünlüğünün egemen olduğu, işsizlikle, yoksullukla mücadele edildiği, fırsat eşitliğinin herkese tanındığı bir refah toplumunun inşa edilme çabasının ortaya konulduğu, herkesin farklı olduğu, herkesin eşit olduğu yani bu minvalde farklı kültür ve dillerin birbirini reddetmeden birlikte yaşam arzusunu ortaya koyduğu ve kültürel mirasın her şart ve koşulda korunduğu, bilim ve teknolojinin geliştirildiği, ayrımcılıkla net bir şekilde mücadele edildiği, sosyal hakların, çocuk haklarının, kadına yönelik her türlü ayrımcılığın ortadan kaldırıldığı ve üye ülkelerin de birbirleriyle dayanışma ağı içerisinde olduğu bir felsefeyi, bir perspektifi savunmaktadır. Tam da bu noktada bizim "Avrupa Birliğine Türkiye dâhil olsun." perspektifimizin özü sadece bir proje hayat bulsun değil, Türkiye'nin kendi içerisindeki tüm dinamikleri eşitçe, özgürce, barış içerisinde yaşatabilmesine fırsat sunacak, katkı sunacak bir temel yönetme perspektifi olarak savunduğumuz bir değerdir. Tam da bu noktada Avrupa Birliğinin tarihine baktığımızda, bugün, bu ülkenin, bu coğrafyanın yaşamış olduğu negativizm tarih boyunca o coğrafyada yaşanmıştır, o musibetler yaşanmıştır ve o musibetlerden çıkarılan dersler üzerinden bu birlik inşa edilmiştir. Şimdi, Türkiye, bu noktada eğer ki Avrupa Birliği perspektifine ve katılım sürecine 2005 yılında olduğu gibi, 1999'da olduğu gibi bir idealle, bir temel duruşla sahip çıkacaksa Sayın Bakan, bu bütçe, bu kadro, bu vizyon yetersizdir. Bu perspektife, bu ideale bu bütçeyle, bu kaynakla ulaşmak bana göre gerçekçi değildir ama eğer Türkiye'nin, Hükûmetin bugünkü uygulamalarıyla, son on aydaki uygulamalarıyla -yargı bağımsızlığı, fikir hürriyeti, medya özgürlüğü, yaşam hakkı bir bütün olarak temel insani değerler açısından- neredeyse yerle yeksan etmiş olduğu bütün bu kazanımların savunuculuğu üzerinden bir bakanlık icraatına tanık olacaksak, kusura bakmayın, vallaha bir kuruş bu Bakanlığa vermemek gerekiyor. Eğer ki AB Bakanlığı ve müzakereler bu temel perspektifler üzerinden inşa edilecekse Sayın Bakan, o zaman Türkiye Avrupa Birliğini kendisine benzetme çabasından vazgeçmelidir. Avrupa Birliği Türkiye'ye doğal olarak benzemeyecektir, mevcut hâline benzemeyecektir. Olması gereken, Türkiye'nin Avrupa Birliğine benzemesidir; hukukunun, yargısının, pratiğinin, değerler sisteminin. Bu itibarla da Bakanlık bir vizyon oluşturmak durumundadır. Ya bu Bakanlık gereklidir, gereğini yerine getirmek durumundadır ya da bu Bakanlık gereksizdir, bu Bakanlığa bütçe aktararak israfta bulunmamak gerekir.
Sayın Bakan, demokrasi, özgürlük, hukukun üstünlüğü, yaşam kalitesine dair gelin sizlerle beraber verileri inceleyelim, eminim ki bu veriler sizde de vardır: Türkiye demokrasi endeksinde 165 ülke içerisinde 84'üncü sıradadır. Basın özgürlüğü endeksinde 199 ülkeden 142'nci sıradadır. Yolsuzluk algıları endeksinde 168 ülke içerisinde 66'ncı sıradadır. Hukukun üstünlüğü endeksinde 102 ülke arasında 80'inci sıradadır. Yargı bağımsızlığı konusunda en kötü olan 20 ülke içerisinde yer almaktadır. Şimdi, ben Sayın Bakana sorarım: Üyesi olmaya çalışmış olduğumuz bütün Avrupa ülkeleri bu endekslerde hangi sırada yer almaktadır?
Kaldı ki bununla da bitmiyor, AB prensiplerini özümsemiş bir devlet yapısına, bir Hükûmet yapısına şiddetle bu toplumun ve bu toplumun içerisinde yaşayan bütün insanların acil ihtiyacı vardır. Bu da aynı zamanda, ancak ve ancak bir siyasi iradeyle, tutarlı bir siyaset anlayışıyla mümkün olabilir. AB'de kullanılan terminolojinin iyi anlaşılabilmesi de bu manada fevkalade önemlidir. Bu terminolojinin algılanması ve Türkiye toplumuna da sirayet ettirilmesi görevi de Sayın Bakan, size ve ekibinize aittir.
Mesela, biz bu Meclisin ve Türkiye toplumunun pek çok dinamiğinin Avrupa Birliği kurumlarından ve temel altyapısını besleyen yönetim tarzından bihaber olduğuna inanıyoruz. Şöyle ki: AB Yerel Yönetimler Özerklik Şartı katı merkeziyetçi yönetim anlayışına karşı âdeta bir panzehir olarak ortaya konmuştur. Oysaki burada eğer ademimerkeziyetçiliği özümsemiş bir Hükûmet varsa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı'ndaki engeller niyedir? Yerel Yönetimler Özerklik Şartı üzerindeki engellerin kaldırılması konusunda Bakanlığınızın bugüne kadar herhangi bir dahli, herhangi bir çabası olmuş mudur, bundan sonra olacak mıdır? Sayın Bakan, emin olun, o çekinceler kalkmış olsaydı bugün yaşamış olduğumuz bu kan deryası yaşanmamış olabilecekti. Dolayısıyla, bir şeyi istemek ayrı bir şeydir, samimiyetle istemek ayrı bir şeydir, o istediğinizin gereğini, hukukunu yerine getirme çabasını ortaya koymak başka bir şeydir.
Bu minvalde, Avrupa Birliği ilkelerini ve hedeflerini Hükûmet bana göre anlamış değildir ya da anladığı bu değerlerden büyük bir uzaklaşmayı, büyük bir vazgeçişi, büyük bir kopuşu yaşamaktadır. Bu manada, pazarlık konusu yapılmayacak değerler vardır, o da özgürlüktür, yargı bağımsızlığıdır, hukukun üstünlüğüdür, herkesin farklı, herkesin özgür, herkesin adalete bir gün ihtiyacının olacağı gerçekliğidir, realitesidir. Dolayısıyla, temel prensiplerde pazarlık yapmaktan vazgeçip temel prensiplerin, temel değerlerin gereklerinin hayata geçirilmesi konusunda bir performans hem sizden hem de Hükûmetten beklediğimizi bir kez daha ifade etmek istiyoruz. Bu minvalde, Hükûmet karar vermelidir, Avrupa Birliği mi Orta Doğu bataklığı mı; Avrupa Birliği mi, kapısı kapanan Şanghay Beşlisi mi? Hükûmet karar vermelidir, savaş mı, barış mı? Eğer barışsa, evet, Avrupa Birliği ama eğer savaşsa, çatışmaysa, kavgaysa, kansa, göz yaşıysa kusura bakmayın, vallahi hiçbir ülke kapısını bu manada, böylesi büyük sorunları olan, gittikçe de her gün derinleşen sorun yumağına sahip olan bir ülkeyi kendi sistemi içerisine dâhil etmeyecektir, bu sorunu transfer etmeyi göze almayacaktır.
Bugüne kadar ve şu ana kadar söylediğim bütün konuşmalar... Avrupa Birliğini kusursuz bir birlik olarak gören bir perspektife de asla sahip değiliz. Pek çok açıdan eleştirilmesi gereken, pek çok açıdan ilerlenmesi gereken sorun alanları da mutlaka vardır, onlar da yeri ve zamanı geldiğinde mutlaka sizlerle bu manada paylaşılacaktır.
Sayın Bakan, çok net bir sorum var: Bakanlığınız ve Hükûmet gerçekten Avrupa Birliğine girmek istiyor mu? Eğer gerçekten Avrupa Birliğine girmek istiyorsa tutum bu mu olmalıdır, yaşanılanlar bu mu olmalıdır? Beş yılık bir performansınız ve beş yıllık bir Başmüzakereci deneyiminiz var, en azından benim bildiğim kadarıyla, diğer performansınızı ve diğer mesleki backgroundunuzu dışında tutarak söylüyorum, bu realite içerisinde Türkiye Avrupa Birliğine girer mi? Giremez Sayın Bakan, giremez, mümkünatı yoktur bunun. Siz Bakan olarak çıkıp diyorsunuz ki: "Ey Kati Piri, ne işin vardı Diyarbakır'da?" Pardon, sadece "Kati Piri" dediniz, o "Ey Amerika, Ey Avrupa" diyen başkasıydı, siz sadece "Kati Piri" dediniz, bence "ey"i eksik kalmış Sayın Bakan, bundan sonra hitap ederken "ey" diye bağırın.
Sayın Bakan, şahsınıza ve kişilik haklarınıza zinhar hani bir sürçülisan da olsa bir söz söylemek istemem. Ancak, bakanlık sadece bakmaktan ibaret değildir. Bakan sadece bakıyor, baktığını görüyor mu görmüyor mu, ondan da emin değilim. Sayın Bakan, eğer baktığınızı gerçekten görebiliyorsanız o zaman niye susuyorsunuz, hakikaten niye susuyorsunuz? Yok, eğer baktığınızı göremiyorsanız bu çok daha vahim bir durumdur, bir Başmüzakereci bugün bu coğrafyada yaşanılanları eğer göremiyorsa, eğer okuyamıyorsa vay bu ülkenin geleceğinin hâline, vay bu ülkede yaşayan toplumun bir arada yaşama arzusunun hâline!
Neden bunları söylüyorum Sayın Bakan? Avrupa topluluğu, Hitler faşizminden çektiği için Avrupa Birliği toplumu oldu. Franco'dan, Mussolini'den, o rejimlerden çektiği için Avrupa Birliği oldu ve o mirası reddi üzerine kuruldu. Avrupa Birliği Orta Çağ Avrupası'nda insanların diri diri yakılması realitesinden çıkarak bugün Avrupa Birliği oldu. Bugün Cizre'de insanlar diri diri yakılıyor Sayın Bakanım, diri diri yakılıyor. Bakın, ben fotoğraflarını da hazırladım, grup başkan vekillerimizle istişare ettim, son anda vazgeçtim fotoğrafları kamuoyu huzurunda paylaşmaktan. Rohat Aktaş, 20 yaşında, Azadiya Welat yazarı, Yazı İşleri Müdürlüğünde çalışıyordu, 1996 doğumlu. Yine, aynı şekilde Mehmet Yavuzel, 23 yaşında Demokratik Bölgeler Partisi Parti Meclisi Üyesi. Sayın Bakan, cenazeleri ancak DNA testiyle teşhis edildi. Bu insanlar, Orta Çağ döneminde nasıl yakıldıysa insanlar Cizre'de bu şekilde yakıldılar.
HÜSNÜYE ERDOĞAN (Konya) - Ankara'nın göbeğindeki insanlar da DNA'yla tespit edildi.
OSMAN BAYDEMİR (Devamla) - Sayın Bakan, hatırlarsanız, sizin de dâhil olmuş olduğunuz Uyum Komisyonu toplantısında zatıalinize hitap etmiştim, çağrıda bulunmuştum, "Girişimde bulunun." demiştim. Emin olun, o girişimde bulunmuş olsaydınız -oldu mu olmadı mı bilmiyorum- Bakanlar Kurulu bu perspektife gelmiş olsaydı ne bu ölümler, ne bu vahşetler bugün bu derecede olurdu ne de Ankara'daki vahşet gerçekleşmiş olurdu. Dolayısıyla, hiçbir vahşet bir diğer vahşete cevap olarak ortaya konulamaz hukuk devletinde. Hiçbir vahşet, bu manada, yaşamış olduğumuz sorunun çözümü olamaz; bu ülkede, bu toplumsal gerçeklik içerisinde.
Yine, Sayın Bakan, müsaadeniz olursa toparlamaya da çalışıyorum.
Mevcut atmosfer içerisinde her geçen gün daha da kötüye gidiyor. Bir haber ulaştı bize, grubumuza. Şu anda Hükûmet... Özellikle de Kürt coğrafyasında gerçekleşen -çatışma, savaş, katliam, ne derseniz deyin veya sizin deyiminizle Sayın Bakan, terörle mücadele deyin adına, ne derseniz deyin adına- suç işleyen veya suç isnadına maruz kalan herhangi bir kamu görevlisi artık Başbakanın veya Millî Savunma Bakanının onayıyla ancak yargılanabilecek. Bunun anlamı şudur: Savaş suçlarının gizlenmesinin, gölgelenmesinin bir zemini oluşturuluyor. Avrupa Birliği perspektif nere, bu getirilmeye çalışılan düzenleme nere diye sormak gerekiyor Sayın Bakan.
Bir diğer husus gazeteciler, basın mensupları üzerindeki baskı. Sayın Bakan, şu anda cezaevinde bulunan tutuklu gazeteci sayısı 30'u aşkındır ama sizler bunların gazeteci olmadığı iddiasında hâlen bulunmaya devam ediyorsunuz. Bunlar basının çalışanları ama şüphesiz ki muhalefet eden basının çalışanları, şüphesiz ki görüşleriyle, fikirleriyle Hükûmet uygulamalarını eleştiren basın kuruluşları, basın mensupları. Emin olun, darbeler AB uyum sürecine en büyük zararı veren süreçlerden bir tanesidir tıpkı 12 Eylül askerî darbesi gibi ama aynı zamanda 28 Şubat postmodern darbesi gibi. Ama, hiç şüpheniz olmasın 7 Haziran halk iradesine yöneltilen ultra postmodern darbe de yine Türkiye'yi AB ideallerinden, hedeflerinden uzaklaştıracaktır. Şimdi, haklı olarak çıkıp diyeceksiniz ki: "Bu, bir darbe değil." Emin olun, 28 Şubatta bir mazlumiyet vardı, o bir mazlumiyetten 8 Hazirandan bugüne kadar en az binlerce zalimiyet, binlerce mağduriyet ortaya çıkmış durumda. Dolayısıyla, darbenin kimden geldiği önemli değil, darbenin askerî mi, postmodern mi veya yerli mi olduğu sorgulanmaz, kardeşim, darbe darbedir; darbeye hep beraber karşı çıkmak durumundayız ve bugün bu ülkenin başındaki en büyük belalardan bir tanesi de bu darbenin bizi nereye götüreceği, nasıl bir felaket içerisinde boğacağı hâlen belli değildir.
Eğer ki bir kez daha Türkiye bir çıkış istiyorsa, Hükûmet bir kez daha bir çıkış istiyorsa Avrupa Birliği ideallerini ve felsefesini büyük bir siyasi iradeyle bir kez daha sahiplenmeli ve Kürt sorununun çözümünde şiddet, çatışma, katliam pratiğinden müzakere pratiğine behemahâl geri dönmek durumundadır. Eğer Türkiye rotasını Batı'ya yöneltmek istiyorsa Suud, El Nusra, El Kaide, IŞİD ve benzeri bütün organizasyonlara sırtını dönmek durumunda; ufkunu, vizyonunu, perspektifini bir kez daha içeride barış, dışarıda barış perspektifine indirgemek, getirmek durumundadır.
Sayın Bakan, eğer ki Türkiye barış ipine sarılırsa, eğer ki Türkiye müzakere ipine sarılırsa grubumuzun elbette ki bu bütçeye yanıtı yine "hayır" olacaktır çünkü bu bütçe o perspektifi, o vizyonu hayata geçirmeye yeterli bir bütçe değildir. Ama eğer vizyon, ısrarla, inatla "içeride savaş dışarıda savaş" olacaksa vallahi, kusura bakmayın, verecek tek bir kuruşumuz yoktur savaş politikalarının propagandasının yapılması için.
Hepinizi saygıyla, sevgiyle, hürmetle selamlıyorum. (HDP sıralarından alkışlar)