| Konu: | 2016 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Tasarısı ile 2014 Yılı Merkezi Yönetim Kesin Hesabı münasebetiyle |
| Yasama Yılı: | 1 |
| Birleşim: | 45 |
| Tarih: | 26.02.2016 |
HDP GRUBU ADINA İDRİS BALUKEN (Diyarbakır) - Teşekkür ediyorum.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; 2016 Merkezi Yönetim Bütçe Yasa Tasarısı üzerine Halkların Demokratik Partisi adına söz almış bulunmaktayım. Partime oy veren 5 milyonu aşkın yurttaşıma ayrımcı bakan, ırkçı yaklaşan milletvekillerini ayrı tutarak Genel Kurulu saygıyla selamlıyorum. (HDP sıralarından alkışlar)
Değerli arkadaşlar, Türkiye'de AKP'nin bütçe yapma yöntemleriyle ilgili cümlelerimiz, her yıl kendini tekrar eden değişmez bir gelenek hâlinde burada ifade edilmektedir. Her yıl yapılan memleket bütçesi, bir tek partinin bu ülkenin adına karar vermesi şeklinde ilerlemekte, bütçe hakkı, katılımcılıktan, demokratiklikten ve hesap verilebilirlikten son derece uzak normlarla, maalesef, Komisyondan Genel Kurula sevk edilmektedir. Sadece bu normlar değil, Sayıştayın dış denetiminin daraltılmasıyla da, yerleşik hukuki uygulamalar da AKP tarafından tamamen devreden çıkarılmıştır.
Değerli milletvekilleri, 2016 merkezî yönetim bütçesi, Türkiye'de daha önce yapılmış tıpkı diğer bütçeler gibi bir çatışma ortamında, bir savaş mantığıyla hazırlanmıştır. Bu çatışma süreci, bütçenin bütün planlamalarına sirayet etmiş, bütçe yapma hakkının demokratik işletilmesi her zamanki gibi söz konusu bile olmamıştır. AKP Hükûmeti, bütçeyi bir taraftan güncel çatışma koşullarına göre hazırlamış, diğer taraftan da kendi ideolojik formasyonunun kodlarını tamamen bu bütçe planlamasına yedirmiştir. Oysaki bizler, Türkiye'de çoğul demokrasiyi esas alan, toplumsal kimliklerin çeşitliliğini esas alan, özgürlükleri genişleten ve demokratikleşmeye dayanan bir bütçeleme yapılmasını her yıl olduğu gibi bu yıl da yine buradan, bu kürsüden savunuyoruz. Türkiye halklarının ihtiyacı olan barış bütçesi yerine, bir savaş bütçesinin getirilmiş olmasını Türkiye halklarına yapılmış en büyük haksızlık ve çok büyük bir talihsizlik olarak değerlendiriyoruz.
Değerli milletvekilleri, uzun süredir AKP Hükûmeti, büyük bir siyasi güç zehirlenmesi yaşıyor. On üç yıllık, on dört yıllık bir iktidar dönemi boyunca AKP Hükûmeti elde etmiş olduğu devletin gücüyle muktedirleşmiş ve maalesef, iktidarın güç hastalığına tıpkı diğer hükûmetler gibi bu süreç içerisinde pervasız bir şekilde savrulmuştur.
2002 yılında Avrupa Birliğine göz kırpan bir hükûmet 2006 yılında bugün mahkûm ettiği, paralel devlet yapılanması olarak tanımladığı Gülen Cemaati'yle birlikte yoldaşlık yapmış, o yoldaşlık hukuku bittiğinde de güncel savaş konseptini geçmiş yılların Ergenekon yapılarıyla, gladyo yapılarıyla bugün sarmaş dolaş bir şekilde maalesef devam ettirmektedir. Yani tam bir siyasi pragmatizm, yapay düşman yaratarak tam bir oportünist yaklaşım üzerinden AKP Hükûmeti kendi iktidarını devam ettirmenin çabası içerisindedir. Ancak rahatlıkla belirtebiliriz ki savaşa, zora, güce, devletin elindeki muktedir yetkiye dayanan her hükûmet gibi AKP Hükûmeti için de artık sonun bitişini müjdeleyen bitiş çanları, tehlike çanları yüksek bir volümle çalmaya başlamıştır.
Biz net olarak ifade ediyoruz: Dünün mazlumu olarak halka gidip halktan oy isteyenler bugün maalesef diğer hükûmetleri de aşacak bir zalim noktaya, bir zalim aşamaya gelmiş durumdadırlar. Yıl dönümü vesilesiyle birkaç gün sonra bu Mecliste de yoğun bir şekilde tartışılacak 28 Şubat darbesinden şikâyet edenler, bugün o darbeci, cuntacı yapılarla kol kola yürümekte herhangi bir beis görmüyorlar.
Ancak her zulüm yapan hükûmette olduğu gibi, bir yalnızlaşma, bir kendi içine doğru kapanma, içeride ve dışarıda hızla iflasa doğru giden bir süreçle AKP Hükûmeti karşı karşıya kalmıştır. Gerek Türkiye halkları nezdinde gerekse uluslararası kamuoyu ve uluslararası sermaye nezdinde artık AKP sonrasının birtakım senaryoları tartışılmaya başlanmış, AKP içerisindeki çatlaklar yüksek sesle bütün kamuoyunda ciddi bir şekilde tartışılmaya başlanmıştır.
HİLMİ BİLGİN (Sivas) - Hayal görüyorsun, hayal.
İDRİS BALUKEN (Devamla) - Bakın, bugün ortaya çıkan tabloyla AKP içerisinde bir taraftan saraya yakın bir kanat, sarayın tek adam, tek parti anlayışını savunan bir kanat bir siyasi hat üzerinde dizilmişken diğer taraftan olası bir başkanlık sisteminde kendi yetkilerinin de tamamen devreden çıkacağını bilen Başbakan ve ona yakın, gidişattan rahatsız olan bir kanadın varlığı siyasetle ilgilenen bütün herkesin malumudur.
Yine aynı şekilde, daha önce bu partide Genel Başkanlık yapmış, Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığı yapmış, Başbakan Yardımcılığı yapmış Sayın Gül ve Sayın Arınç öncülüğünde de yeni bir siyasi kanadın AKP içerisindeki bu çatlamadan, bu zorlanmadan dolayı bir arayış içerisinde olduğunu bütün Türkiye kamuoyu ve bütün dünya kamuoyu tartışmaktadır. Koca çınarların altında gün yüzüyle buluşmamış olan hakikatler tek tek dökülmeye başlamakta. Havuz medyasında ve sosyal medyada yandaş yazarlar, trol ve troliçeler arasında acımasız bir iktidar savaşı, çetin bir iktidar savaşı baş göstermeye başlamıştır.
Bir kanat "Ekonomi iyi değil, dış politika allak bullak, paralelle mücadele bir paranoyaya dönüştü." derken bir diğer kanat hâlâ Orta Doğu'da ve küresel dünyada oyun kurucu olduğunu sanmaya devam etmektedir. Çatlayan bu yapı içerisinde parti organları ve Bakanlar Kurulu listeleri için bile günlerce liste savaşları yapılmakta, güç savaşları yapılmakta, delege imzalarıyla desteklenmiş gölge Genel Başkan ya da gölge Başbakan sopası gerektiğinde aba altından sıkça uzatılmaktadır.
Kürt illerinde inisiyatif tamamen gladyo, Ergenekon, JİTEM ve kontrgerilla yapılarına verilmiş, oradaki yapılar Bakanlık yetkililerinin de şahitlik ettiği telefon görüşmelerinde "Biz Başbakandan talimat almıyoruz." deme cüretini maalesef gelinen aşamada göstermeye başlamışlardır.
Bakın -keşke Sayın Başbakan burada olsaydı da sorsaydık ama eminim ki izliyordur ve not alıyordur- az önce haber bültenlerine düşen bir haberi sizlerle paylaşmak istiyorum. Bu bahsettiğim çatlamanın geldiği düzey açısından son derece ibret vericidir. Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın, bugün yaptığı bir açıklamada "Kesin bir dille ifade edebilirim ki yeni bir anayasa için erken seçim yapılmayacak." diyor. Bakın, Cumhurbaşkanı da demiyor, Cumhurbaşkanının sözcüsü diyor. Şimdi, biz, erken seçim yapma yetkisinin hangi koşullarda Cumhurbaşkanında olduğunu biliyoruz. Şu anda o koşulların hiçbirisi yok. Üç koşul var, bu ülkede erken seçime Cumhurbaşkanının karar vermesi, ülkeyi erken seçime götürmesi için: Bir, yeni seçilmiş bir Mecliste Başkanlık Divanı teşekkül ettikten sonra kırk beş gün içerisinde hükûmetin kurulmamış olması. İki, Başbakanın istifası ya da -Allah korusun- ölmesi durumunda kırk beş gün içerisinde bir hükûmetin kurulmaması. Üç, hükûmetin bir gensoru önergesi neticesinde güvensizlik oyu alarak düşmesi.
Bakın, bu açıklama bugün yapılıyor, tesadüfi değil. Bugün, bir hükûmet için en hayati olan bütçe yasa tasarısı Meclise geldiğinde, yani bütçe yasa tasarısı Meclisten geçmeyince hükûmeti bile düşürecek gelişmelerin yaşanabileceği bir günde Cumhurbaşkanlığı sözcüsü çıkıp "Biz erken seçimle ilgili herhangi bir karar almayacağız." diyerek, bizce, hem AKP Grubuna hem Hükûmete hem de özellikle Başbakan Davutoğlu'na buradan açık bir mesaj veriyor. Hükûmeti düşürebileceğini ve isterlerse yeni anayasa için erken seçime götürebileceklerini açık bir şekilde Başbakana bir mesaj olarak, bütün kamuoyuna iletiyor.
Bakın, bu parçalanma ve ayrılık, AKP'deki bu zorlanma durumu o kadar ayyuka çıktı ki, işte, bütün kamuoyunun vicdanını rahatsız eden Erdem Gül ve Can Dündar'ın tahliyesinde bile Cumhurbaşkanının danışmanları paylaştıkları mesajlarda "Diğer kanadın adamları bu tahliyeyi gerçekleştirdi." şeklinde yorumlar yapmaya başladılar. Oysaki, Erdem Gül ve Can Dündar'ın tutuklanması zaten büyük bir ayıptı, zaten hem içeride hem dışarıda, kamuoyunda büyük bir infial yaratmıştı. Onlarla birlikte içeride olan gazetecilerin durumu, basın özgürlüğünün durumu çok büyük bir tartışmayı beraberinde getirmişti. Böyle bir durum varken bile bu işi yargı içerisindeki siyasi kanatların, güç odaklarının bir iktidar hesabı üzerinden değerlendiren bir anlayışı biz, tam da bu zorlanmanın, bu parçalanmanın bir tezahürü olarak görüyoruz.
Basın özgürlüğüne değinmişken, özellikle Can Dündar ve Erdem Gül'ün tahliyesini büyük bir memnuniyetle, büyük bir coşkuyla karşıladığımızı ifade etmiştik ama Türkiye'de basın özgürlüğüyle ilgili karne, bugün dâhil olmak üzere, maalesef her geçen gün daha kötüye gidiyor.
Bakın, bugün bu tahliyelere sevinen Türkiye kamuoyu ya da basın camiası, Azadiya Welat gazetesi muhabiri Rohat Aktaş'ın Cizre'deki vahşet bodrumlarında katledilmesinin ve Urfa'da defnedilmesinin acısını yaşamıştır.
Yine, tamamen hukuki saiklerden uzak siyasi bir kararla IMC TV'nin ekranları karartılmış, Kürt illerinde devreye konulan savaş konsepti ve katliam gerçeğiyle ilgili bütün gerçekler AKP eliyle susturulmaya çalışılmıştır. Yani, özetle, geldiğimiz tabloda, tıpkı Anavatanlar gibi, tıpkı Doğru Yollar gibi, şişirilmiş bir balonun artık yavaş yavaş sönmeye başladığı, hiç su almaz denilen bir geminin su almaya başladığı bir dönemi yaşıyoruz ve bu şişirilmiş gemide su almaya başlayan kamarada bulunan eski kıtalar, lüks kamarada oturan tuzu kurulara karşı bir isyan bayrağını da artık açık bir şekilde çekmişlerdir.
Değerli milletvekilleri, işte bütün bu anlattığım süreç, Kürt meselesi başta olmak üzere, Türkiye'nin temel meseleleriyle ilgili çözüm üretmeyen, güçle, zorla, savaşla, baskıyla, sindirmeyle çözüm anlayışını dayatmaya çalışan bütün hükûmetlerin karşılaştığı bir süreç olarak Türkiye tarihinde önümüze çıkıyor. Kürt meselesini çözmeyenin çözüldüğü dönemleri hepimiz biliyoruz. AKP için de şimdi, çözmediği Kürt meselesi AKP içerisinde büyük bir çözülmeyi beraberinde getirmiştir.
Değerli arkadaşlar, Kürt meselesiyle ilgili birkaç tarihsel hususa değinmek istiyorum. Tarihini iki yüz yıl öncesine götürdüğümüz ancak günümüzdeki formasyonuyla yüz yıllık bir sorun alanı olarak tanımladığımız Kürt sorunu, bugün her ne kadar da inkâr edilse, hem sosyolojik hem tarihsel hem ekonomik hem siyasi bir sorundur. Bu sorun, sadece Türkiye'nin değil, hem Orta Doğu'nun hem de küresel sistemin merkezinde bulunan bir sorundur, 40 milyonu aşan bir halkın varlığının tanınıp tanınmaması sorunudur ve Kürt sorunu gelmiş olduğu aşamayla da demokrasi, özgürlükler ve insan haklarıyla birlikte, birlikte yaşadığı halklarla iç içe geçmiş, temel hak ve özgürlükleri yakından ilgilendiren bir sorundur.
Bizim ülkemizin tarihinde bu meselenin başlangıcı, cumhuriyet tarihinden itibaren ele alırsak, buradaki 1921 Büyük Millet Meclisinin kurucu iradesinin reddi ve 1921 Anayasası bir kenara bırakılarak 1924 Anayasası'nın tekçi ve asimilasyoncu zihniyetinin devreye girmesiyle beraber maalesef bugünlere kadar gelmiştir. Bütün tarihe baktığımızda, hep bir imha ve asimilasyon konsepti karşısında bir itiraz ve direniş diyalektiğini çok rahatlıkla görebilirsiniz. Bugün, o nedenle, bu meseleyle ilgili cesur hamleler yapmak, cesur çıkışlar yapmak, kendi iç barışını, bu mesele başta olmak üzere, temel meseleleri çözerek sağlamak ve Orta Doğu'daki, küresel sistemdeki genel siyaset dengesinde de öncü bir rol almak, öncü bir pozisyon almak şeklinde tanımlayabiliriz.
Şu anda "Kürt meselesi" dendiğinde tüyleri diken diken olan AKP Hükûmeti de aslında, 2005 yılında dönemin Başbakanı Erdoğan tarafından "Kürt sorunu benim sorunumdur." demek suretiyle hem bir sahiplenme hem de bir çözüm perspektifi sunma noktasına gelmişti. Aynı Başbakan, 2010 yılında yani beş yıl sonra da 73 milyon insan için "Türkiye Cumhuriyeti üst kimliği" tanımını yaparak Kürt sorununun var olduğunu ve mutlaka çözmeye kararlı olduğunu açık bir şekilde vurgulamıştı ancak aradan beş yıllık bir zaman geçmesine rağmen, bu meselenin çözümüne dair herhangi bir yasal ve anayasal düzenleme yapılmamasına rağmen, Türkiye Cumhuriyeti'nin mevcut yasalarında, Anayasa'sında, mevzuatında tek bir yerde bir "Kürt" kelimesi bile geçmemesine rağmen, aynı Başbakan, Cumhurbaşkanı sıfatıyla yapmış olduğu konuşmalarda Kürt sorununu inkâr etmiş, "Kürt sorunu" diye bir sorunun olmadığını açık bir şekilde vurgulamıştı.
Tabii, Cumhurbaşkanı Erdoğan'a göre düşünen AKP'li milletvekilleri ve AKP'li yazarlar da büyük bir zorlama yaşamış, 2005 ve 2010 yılında "Kürt sorunu vardır ve çözülmelidir." dendiğinde Kürt meselesiyle ilgili birer "author bilge" rolüne soyunmuş, gittikleri her platformda meseleyi çok detaylı bir şekilde ele almış, masaya yatırmış ama Erdoğan çark edip "Kürt sorunu yoktur." demeye başladığında da bütün hafızalarını "reset"leyip "Kürt sorunu yoktur." üzerinden yeni bir kampanyaya maalesef başlamışlardır ve üzülerek belirtmek istiyoruz ki bu inkârdan sonra Sayın Başbakan Davutoğlu da 1930'lu yıllara atıf yapacak bir jargonla meseleyi Şark meselesi olarak ele almış ve "Şark meselesi artık bitmiştir." cümlesini maalesef kullanmıştır.
Tabii, bütün bunları sadece Kürt halkı için kullanmıyoruz; bu ülkede yaşayan bütün halklar, bütün etnisiteler, bütün kimlikler, bütün dinler, bütün inançlar için bir anayasal sözleşme ve yapılacak yeni bir demokratik yasal düzenlemeyle, ilgili temel meselelerin çözülebileceğine inanıyoruz.
Bu ülkede hâlâ yaşayan Ermeniler, Asuri Süryaniler, Keldaniler, Araplar eğer Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'na göre "Türk" olarak tanımlanıyorsa, burada temel sorunu çözme adına, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığını bütün yurttaşların sahiplenmesi adına ciddi bir sorun olduğu kanaatindeyiz.
Yine, inançlar bağlamında düşündüğümüzde, Alevi halkımız başta olmak üzere, bütün dinlerin ve inançların, kendi inançlarının gereği olan düzenlemeler anayasal güvenceye kavuşturulmamış, cemevleri hâlâ ibadethane statüsünde görülmemiş, bununla ilgili hiçbir yasal düzenleme yapılmamış, burada oturan Hristiyan milletvekillerine de Hükûmete yakın, yandaş medya aracılığıyla maalesef nefret suçu saçan manşetler pervasız bir şekilde atılabilmiştir. Biz bütün bunların bu Mecliste tartışılması gerektiğini düşünüyoruz.
Temel meselenin, halkın karar alma süreçlerine katıldığı öz yönetim süreçleriyle ilgili, bütün dünyada uygulanan yerinden yönetim anlayışlarının katı ceberut devlet anlayışına karşı hayata geçirilmesiyle ilgili olduğu kanaatindeyiz. Bakın, Kürt sorununu kabul ettikleri dönemde AKP'ye yakın yazarlar ve AKP milletvekilleri, Cumhurbaşkanı Erdoğan bölgesel yönetimlere karşı çıkmadığı için, öz yönetim taleplerine karşı çıkmadığı için ateşli bir şekilde savunmuşlar ama Cumhurbaşkanının reddiyesiyle birlikte öz yönetimden bahsetmek şu anda mevcut AKP politikaları açısından ya mezara ya zindana gönderilmenin bir gerekçesi hâline getirilmiştir. Çözüm süreci yürürken Erdoğan 2003 yılında Osmanlı'dan örnek vererek, tarihimize atıf yaparak Osmanlı'da Lazistan eyaletinin varlığından bahsetmiş, Kürdistan eyaletinin varlığından bahsetmiş, güneye inince aynı şekilde farklı eyaletlerin varlığından bahsetmiş ve bu modelden korkanları, buna karşı çıkanları tarihi bilmeyen büyük bir cehalet olarak bütün Türkiye kamuoyuna sunmuştu. Yine, bu özellikle öz yönetim başlığında savunmuş olduğumuz seçilmiş valiyle ilgili temel perspektifini de "Seçilmiş belediye başkanını kabul ediyorsunuz da seçilmiş valiye niye karşı çıkıyorsunuz?" şeklinde açık bir şekilde Erdoğan ifade etmişti.
Tabii, bütün bunlar özellikle yaşadığımız bu çatışmalı süreçte ve sahaya sürülen savaş konseptinde rahat tartışılamıyor. Oysaki biz iki buçuk yıllık çözüm süreci boyunca bu ülkedeki çatışmadan kaynaklı bütün ölümleri durdurmuştuk. Halkların Demokratik Partisi olarak burada yaptığımız her konuşmada ve gittiğimiz her platformda en ağır şekilde eleştirdiğimiz siyasilere de o iki buçuk yıllık süre içerisinde kurtarmış oldukları her can için teşekkür etmiş, onların cesaretlenerek, bu işi mutlaka bir kalıcı barışa götürerek bu ülkede çatışma gündemini artık bir kenara bırakması gerektiğini ifade etmiştik ama maalesef AKP Hükûmetinin ve Erdoğan'ın -Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın- Başkanlık sistemiyle ilgili siyasi hesapları ve Orta Doğu'da Kürtlerin bir statü elde etmemesi üzerine yapmış oldukları yanlış politik hesaplar hem içerideki barışımızı maalesef bugünkü kan deryası ortamına geri çevirmiş hem de Suriye ve Orta Doğu'da iflas eden bir politikayı yeniden gündemleştirmiştir.
Çözüm sürecini kimin bitirdiği tartışmalarına çok fazla girmeyeceğim ama "Çözüm sürecinin ancak filmini çekerler.", "Ya istikrar ya kaos dedik, millet kaosu seçti.", "400 vekili verin, bu işi huzur içinde çözelim." diyenler, Türkiye'nin yönetim sisteminin fiilen değiştiğini, mevzuatın mülki amirler tarafından bir kenara bırakılması gerektiğini söyleyenler sanırım çözüm sürecinin ruhu olan demokratikleşmeyle ilgili nerede olduklarını, hangi noktada olduklarını da açık bir şekilde ortaya koymuşlardı.
Bakın, çözüm sürecinin bütün sorunlu alanlarına rağmen biz süreci 28 Şubat Dolmabahçe mutabakatına kadar getirmeyi başardık. O mutabakat ilan edildiğinde sadece Türkiye'de değil, Orta Doğu'da ve bütün dünyada barışa dair büyük bir umut ve büyük bir heyecan uyanmıştı. Bütün Orta Doğu'nun, bütün dünyanın gözü Türkiye'nin üzerindeydi, kalıcı barış ve Orta Doğu'ya model olacak yeni bir ülke vizyonuyla ilgili bir çıkış üzerineydi. Ancak, savaş konsepti devreye girdikten sonra, özellikle 7 Haziran seçiminde halk iradesine yönelik bir darbe yapılıp 1 Kasım seçimleri dayatıldıktan sonra, maalesef, bu bahsetmiş olduğumuz Türkiye'nin ilgi odağı olma durumu tamamen ortadan kaybolmuş, ölümlerle, kanla, çatışmayla anılan bir ülke pozisyonuna düşmüşüz. Şimdi, bu çatışma ortamında, Dolmabahçe mutabakatına alternatif olarak Sayın Başbakan tarafından Mardin'de ilan edilen birlik, demokrasi ve huzur paketi, bırakın Orta Doğu'da heyecan yaratmayı, bırakın dünyada bir umut yaratmayı, Mardin esnafında bir gündem yaratmayı bile başaramıyor. Böylesi bir realiteyle, böylesi bir gerçeklikle karşı karşıyayız. Sorun, çözüm sürecinin yerine çöktürme planının ikame edilmesidir. O nedenle, bu yanlış sonuçtan bir an önce vazgeçilmelidir. Tekrar müzakere masasına geri dönülmeli, Dolmabahçe mutabakatında 10 maddeyle tanımlanan o demokrasi manifestosunun bütün ilkeleri cesur bir şekilde burada tartışılmalıdır diye düşünüyoruz.
Değerli arkadaşlar, geldiğimiz aşama itibarıyla bu Meclisten sıkça dile getiriyoruz. Sadece Silopi'de, Cizre'de, Sur'da vahşet bodrumunda ve cehennem binalarında yaşanan, insanlığa karşı işlenen suçlar bile savrulmuş olduğumuz noktayı açık bir şekilde ortaya koyuyor. Varto'da, Cizre'de, Şırnak'ta işkence edilerek çıplak bir şekilde teşhir edilen kadın bedenleri AKP Hükûmetinin nereye savrulduğunu açık bir şekilde ele veriyor. Zırhlı araçların arkasında sürüklenen gençlerin bedenleri ya da cenazesi günlerce defnedilmeyen çocukların, yaşlı anaların mevcut durumu savrulmuş olduğunuz yörüngenin, rotanın ne kadar insanlıktan uzaklaştığını açık bir şekilde bize gösteriyor. O nedenle, içeride, arkada viraneye dönmüş yerleşim yerleri, geride asker, polis, sivil, gerilla, binlerce insanın cenazesinin olduğu bir kan tablosunun üzerinde bu bütçe görüşmelerini yapıyoruz. Bu tablonun ülkemize yakışmadığını, buradan bir an önce bir çıkışın, barış temelinde yeni bir cesur hamlenin gerektiğini ifade etmek istiyoruz.
Değerli milletvekilleri, içeride bu yanlışlar yapılırken dış politikada Rojava'da, Suriye'de, Orta Doğu'da da, maalesef, AKP Hükûmeti Kürtlerle birlikte yüz yıl boyunca sürecek stratejik bir ortaklık yerine IŞİD, El Nusra, Ahrar el-Şam benzeri çetelerle iş birliğini tercih etmiş ve maalesef, ülkemizi büyük tehlikelerin, büyük badirelerin eşiğine getirmiştir. PYD'yle ilgili her gün suçlayan açıklamalar yapmak yerine, bir zamanlar olduğu gibi PYD'yle diyalog kanallarının zorlanması gerektiğini ve Kürtlerle hem iç barış hem de dış politikada etkin bir pozisyon temelinde yeni bir stratejik ortaklığın temelinin atılması gerektiğini en iyi bu Hükûmet biliyor. Çünkü çözüm süreci boyunca konuştuğumuz en önemli iki konu başlıklarından biri buydu. Birincisi Türkiye'de silahlı mücadele yerine demokratik siyasi mücadelenin tamamen ikame edilmesi, ikincisi Türkiye'nin Orta Doğu'da, Rojava'da, Suriye'de Kürtlerle birlikte yüz yıllık yeni bir stratejik planlama içerisine girmesiydi ama maalesef her iki planda da AKP Hükûmeti gereğini yerine getirmediği için büyük bir kaosun, büyük bir yangının ortasındayız.
Bakın, bugün PYD'yi suçlayanlar özellikle Süleyman Şah Türbesi'nin taşınması sırasında var olan süreci de maalesef son derece nankör bir şekilde gelip bu Meclis kürsüsünden inkâr ediyorlar. O türbenin nasıl taşındığını en iyi bu Hükûmet sıraları biliyor. Salih Müslim'in Türkiye'de olduğu bir sırada, bizim milletvekillerimizin de dâhil olduğu bir süreçle birlikte, PYD'nin ortaklığıyla birlikte o türbenin taşınması ve Türk askerinin vahşi IŞİD çetelerinin elinden ya da kanlı bıçaklarından kurtarılarak güvenli bir bölgeye taşınması hiçbir şekilde bir siyasi tartışma konusu, bir ucuz polemik konusu olmamalıdır, bu önemli bir ortaklaşma adımı olarak değerlendirilmelidir. PYD'yi bugün terörist olmakla suçlayanlar aslında PYD'nin Suriye'de IŞİD, El Nusra, Ahrar el-Şam'ın da dâhil olduğu cihadist örgütlerle birlikte hareket etmesini istemiş, bunu sağlayamadıkları için de, oradaki çete yapılanmaları ile PYD bir ortaklaşma sağlayamadığı için de PYD üzerinden "Bir terörist örgüttür." algısını maalesef bütün uluslararası alanda yaymaya çalışmışlardır. Oysa, o dönem PYD cihadist örgütlerle iş birliğini kabul etseydi arkadaşlar, bu Hükûmet PYD'ye Ankara'da temsilcilik açmaya, Mürşitpınar Sınır Kapısı'nı da ticaret kapısı yapmaya hazırdı. Şimdi gelinen bu yanlış aşamadan, PYD'yi suçluyarak, PYD'nin cihadist örgütlerle iş birliği yapmaması üzerinden bir politik tutum belirlemek, olsa olsa Türkiye'ye orta ve uzun vadede büyük zararlar verme dışında hiçbir işe yaramaz.
Bakın, bu suçladığımız Rojava yönetimleri ve PYD'yle ilgili, Rojava anayasasını her birinizin açıp okumasını öneririm. İddia ediyorum, bizim 12 Eylül cuntacı Anayasası'nın yüz gömlek üzerinde olan o anayasa bütün demokratik hukuk devletlerinin hemen hemen tamamından yapılan alıntılarla, Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi'nin anayasaya yedirilmesiyle birlikte örnek alınacak bir anayasadır. Dil, kimlik, din, inanç, etnisite açısından çoğul anlayışı, çoğul demokrasiyi anayasal güvence altına almış olan yepyeni bir nefes borusudur. Tekçi bir anlayışa karşı çoğul bir geleceğin olabileceğini ortaya koyan bir yapıdır.
Bakın, sadece Tel Abyad'ın Halk Meclisi bileşenlerini buradan saydığımda ne demek istediğimi anlarsınız. Hani, etnik temizlik yapmakla suçluyorsunuz ya PYD'yi ya da Rojava yönetimlerini, bakın, Tel Abyad (Gire Spi) Halk Meclisinde 103 Arap, 17 Kürt, 7 Türkmen ve 5 Ermeni üye bulunmaktadır. Biz, bu çoğul anlayışı yermek yerine, bu çoğul demokrasiyi yerden yere vurmak yerine, örnek alınacak bir anayasal yaklaşım, bir yönetim anlayışı olarak değerlendiriyoruz.
AKP'nin dış politikayla ilgili tutarsızlıklarını defalarca buradan ifade ettik. Mısır'la ilgili gelinen aşama ortada, darbeci denen Sisi'yle aynı hat üzerinde buluşma...
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
İDRİS BALUKEN (Devamla) - Sayın Başkan, toparlamak için iki dakika ek süre rica edeceğim.
BAŞKAN - Efendim, lütfen, iki dakikada toparlar mısınız.
İDRİS BALUKEN (Devamla) - ...terör devleti denen İsrail devletiyle yeni bir yakınlaşma sürecinin içerisine girilmesi, Şanghay Beşlisi üzerinden çıkılan yol ve oradan "Hain Putin!", "Hain Rusya!", Rusya'yla görüşenleri vatan hainliğiyle suçlama noktasına gelinmesi, bütün bunları saatlerce burada sıralasak bitiremeyiz. Ancak, özellikle AB ve ABD özgünlüğünde diplomatik mütekabiliyet anlamında gelinen aşamayı her bir milletvekili gözünün önüne getirmelidir. Öyle bir noktaya geldi ki, Cumhurbaşkanı ve Başbakanın yapmış olduğu açıklamalara artık ya Dışişleri Bakanının sözcüsü ya Savunma Bakanının sözcüsü cevap veriyor. Bakın, bu yanlışlardan, bu anlayışlardan hızla sıyrılmak gerektiğini buradan biz ifade etmek istiyoruz.
Özellikle yeni anayasa tartışmalarının olduğu bir dönemde AKP'nin başkanlık sistemi dayatmasının Türkiye'nin temel meselelerine asla çözüm getirmeyeceğini, toplumsal kutuplaşmayı, toplumsal gerilimi, toplumsal çatışmayı artırma dışında herhangi bir işe yaramayacağını ifade etmek istiyoruz. Yerinden yönetim anlayışı, ademimerkeziyetçi yapı, öz yönetime dayalı modellerin hayata geçmesiyle birlikte Türkiye'nin temel meselelerinin yeni anayasada rahatlıkla çözüme kavuşabileceği kanaatindeyiz. O nedenle, Anayasa Uzlaşma Komisyonunda masayı dağıtan anlayışınızı da hiçbir şekilde kabul etmediğimizi ifade etmek istiyoruz.
Yani, özü itibarıyla, bütün bu yaşadığımız sorun alanlarından bir çıkış şansı vardır, bir umut vardır. Umut olmadan, çıkışa inanmadan siyaset yürütmenin kendisi zaten kendi inandırıcılığını kaybetmeyle eş değerdir. O nedenle, biz Hükûmete bu savaş politikaları ve savaş bütçeleri yerine barış politikası ve barış bütçeleri öneriyoruz.
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
İDRİS BALUKEN (Devamla) - Bu nedenle de, AKP'nin getirdiği bu merkezî bütçe yasa tasarısına Halkların Demokratik Partisi olarak olumsuz oy kullanacağımızı ifade ediyor, hepinizi saygıyla selamlıyorum. (HDP sıralarından alkışlar)