GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: Sokağa çıkma yasağı uygulanan yerlerde kişilerin yaşam haklarının korunmasına yönelik gerekli tedbirleri almadığı ve sağlık hizmetlerinde aksamalara sebebiyet verdiği iddiasıyla Sağlık Bakanı Mehmet Müezzinoğlu hakkında gensoru açılmasına ilişkin önergenin (11/1) ön görüşmeleri münasebetiyle
Yasama Yılı:1
Birleşim:42
Tarih:23.02.2016

HDP GRUBU ADINA İDRİS BALUKEN (Diyarbakır) - Teşekkür ediyorum.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; grubumuzun Sağlık Bakanı Sayın Mehmet Müezzinoğlu hakkında vermiş olduğu gensoru önergesi üzerine söz almış bulunmaktayım. Hepinizi saygıyla selamlıyorum.

Değerli milletvekilleri, defalarca bu kürsüden Kürt meselesiyle ilgili temel yaklaşımları ve çözüm yöntemlerini ifade etmeye çalıştım. Asıl sorunun, bu Meclisin kurucu iradesinin reddi, çoğulculuğu esas alan 1921 Anayasası'nın bir kenara bırakılarak tekçi bir asimilasyon zihniyetine dayanan 1924 Anayasası'nın devreye girmesiyle beraber bu coğrafyada gündemleştiğini defalarca burada belirttik, ifade ettik. 1924 Anayasası'nın zihniyetinin devreye girdiği günden bugüne kadar bu ülkenin tarihi, bu tekçi anlayış dayatması ve buna karşı yükselen itirazların bir özeti şeklinde geçmiştir. Maalesef ki her yapılan itiraz anlaşılmaya çalışılıp demokratikleşme ve çoğulculuk esasında çözümler üretme anlayışı yerine büyük katliamlara, büyük imha konseptlerine maruz bırakılmıştır. Şeyh Sait kıyamı, Ağrı Zilan katliamı ve Dersim katliamında yaşanan süreçleri bu kürsüden defalarca ifade ettik. 12 Eylülde Diyarbakır Cezaevindeki utanç verici, insanlığı utandıran işkence uygulamaları, Roboski katliamı, Paris katliamı ve son AKP döneminde de kent merkezlerinde uygulanan, sokağa çıkma yasaklarıyla birlikte uygulanan savaş ve katliam konseptleri bu konuda yüz yıllık bir özetin tekrarını yaşadığımızı bir kez daha açıkça ortaya koymuştur. Maalesef ki yüz yıldır kısır bir döngüden çıkma adına bu ülkede siyaset hiçbir çözüm üretememiştir.

Değerli milletvekilleri, gensorumuza da konu olan Cizre'deki vahşet bodrumları ve cehennem binalarında yaşananları, tıpkı Dersim katliamları gibi, insanlık kendi utanç sayfasına şimdiden işlemiştir ve fail bir dönemlerin tekçi anlayışı gibi bugün de tekçiliği dayatan AKP Hükûmetinin kendisi olarak tarih önünde yargılanmaya başlamıştır.

Bugün Mecliste görüşülen gensoru görüşmelerini milletvekillerinin vicdanlarını devreye koyarak kullanacakları oy rengi üzerinden asla değerlendirmiyoruz. Tıpkı Dersim katliamı gibi, günün birinde o bodrumlarda, o cehennem binalarında neler yaşandığını merak edip Meclis tutanaklarına bakanlar için, tarihe bir kayıt geçmesi adına bugün buraya getiriyoruz ve inanın ki tarih insanlığa karşı suç işlemiş olanların yargısını bugüne kadar eksiksiz bir şekilde yerine getirmiştir.

Bugün ben, verdiğimiz gensorunun konusu ve içeriği itibarıyla Sağlık Bakanı hakkında değerlendirmelerde bulunacağım. Ancak, her şeyden önce demin de arkadaşımızın ifade ettiği gibi, uygulanan bu sokağa çıkma yasaklarının tamamının Türkiye Cumhuriyeti'nin kendi yasası, Anayasa'sı ve kendisini bağlayan uluslararası anlaşmalara göre hukuk dışı, yasa dışı ve insanlık dışı olduğunu bir kez daha, tarihe not düşme adına, buradan ifade etmek istiyorum. Milyonlarca insanın yaşam hakkı, sağlık hakkı, eğitim hakkı, seyahat hakkı, hatta defin ve gömülme hakkı bu Hükûmet tarafından hukuk dışı bir şekilde açık olarak gasbedilmiştir. Biz bu gasplarla ilgili, yine, mevcut yaşanan sıkıntıları defalarca burada söyledik. Ancak, özellikle yaşam hakkı ve sağlık hakkı gasbıyla ilgili, gerek bulunduğu görev itibarıyla gerek taşıdığı hekim kimliği itibarıyla tavır alması gereken Sağlık Bakanının ya da Sağlık Bakanlığının içerisine girmiş olduğu duyarsız yaklaşımı kabul edilemez bulduğumuzu bir kez daha ifade etmek istiyoruz. Bir kentin tamamı sağlık hakkından mahrum bırakılırken, yaşam hakkı gasbedilirken bu ülkenin Sağlık Bakanı çıkıp sağlık adına tek bir cümle kullanmadığı gibi, tam bir savaş bakanı gibi bu savaş uygulamalarını aklamanın bir parçası hâline gelmiştir. Bir tek insanın yaşamı için gecesini gündüzüne katan bir doktor duyarlılığından, bir hekim yaklaşımından çok, bölgede hedefini yok etmeye kilitlenmiş olan bir asker pratiğinin, bir asker zihniyetinin ötesine maalesef geçememiştir ve bu nedenledir ki Cizre'deki vahşet bodrumlarında ve cehennem binalarında isimlerini, adreslerini ve taleplerini buradan saydığımız, Meclis tutanaklarına geçirdiğimiz 150'yi aşkın yurttaştan hiçbirisi sağ olarak çıkarılmamıştır, yaralı olarak hastaneye nakledilmemiştir. Bu ülkenin yaşamdan sorumlu Sağlık Bakanı 150'yi aşkın yurttaşın cenazesinin o bodrum katlarından çıkarılmasının sadece bir parçası olmuştur.

Bizler Parlamentoda, sokaklarda, bakanlıklarda, uluslararası platformlarda günlerce bu konuyla ilgili, bu meseleyle ilgili olması gereken tavrın, gösterilmesi gereken insani yaklaşımın ne olduğunu ifade etmeye çalıştık, katliamın olmaması için çaba gösterdik. Demin dediğim gibi, yaralı insanların ya da orada hasta olan insanların adreslerini, kimliklerini ve taleplerini, 112 ve 155'te kayıtlı olan o taleplerini gittiğimiz her yerde ifade etmeye çalıştık. Ulusal ve uluslararası hukuk yollarına başvurduk. 21'inci yüzyılda, bizi arayıp "Su, '...'(x) su..." diyen bir kanamalı hastanın yaşadığı Kerbelâ'yla ilgili buradaki insanların vicdanına seslenmeye çalıştık ama bir bodrum katındaki kanamalı hastalardan bir damla suyu, bir tablet ağrı kesiciyi esirgeyerek acılar içerisinde ölüme gönderen bir sürecin sahibi oldu bu Hükûmet ve maalesef, bu Hükûmet bütün bu süreçleri yürütürken de bununla ilgili asgari duyarlılığı göstermesi gereken Sağlık Bakanı da duyarlılık geliştirmeyi bir kenara bırakalım, aklanma operasyonlarının merkezinde yer aldı. Biz, yaralı kim olursa olsun, bugüne kadar işlediği suç ne olursa olsun kimliğine bakılmaksızın, onun o bodrumlardan alınıp hastaneye naklinin devletin bir lütfu değil, asli görevi olduğunu, gerekli tıbbi müdahaleler yapıldıktan sonra eğer işlemiş olduğu bir suç varsa onunla ilgili adli tahkikatların da iletilmesi gerektiğini yine bütün görüşmelerde ifade ettik. Yaptığımız bütün bu görüşmelerdeki talepler asla siyasi talepler değildi, asgari insani kriterlere sahip olanlara karşı tekrar bir sorumluluğu hatırlatan insani taleplerdi ancak üzülerek belirtiyorum, ne insani ne siyasi ne vicdani ne ahlaki ne hukuki ne dinî olarak hiçbir teamülü yerine getiremeyenler açık bir şekilde bu katliamın ortağı oldular. Buradan çıkardığımız her ses büyük bir gürültüyle işleyen ölüm makinesinin gürültüsünde boğdurulmak istendi, buna isyan ettik. Ama özellikle yaşam hakkını savunan, bir hekim olan Sağlık Bakanının ya da Sağlık Bakanlığının yaşama dair çıkan o sesi ölüm makinesinin gürültüsünde boğmaya çalışmasına isyan ettik, bugün verdiğimiz gensoru da bu isyanın bir parçasıdır. Sağlık Bakanı çaba göstermesi gereken yerde yalan yanlış açıklamalarla süreci kotarma, Hükûmeti aklama telaşına düştü.

Bakın, ben hiç kimse için kolay kolay yalan yanlış açıklama yaptı demem. Ancak, Sağlık Bakanının kendi ifadeleri üzerinden neden yalan yanlış dediğimi buradan ifade etmek istiyorum. 27 Ocak tarihinde Sağlık Bakanı yaptığı açıklamada ambulansların o bölgeye gidemediğini, yaralıların da güvenli bölgeye gelmeyi reddettiğini söylemişti. Oysaki aynı Bakana bağlı olan Bakanlık aracılığıyla 8 Şubatta yapılan açıklamada "Cizre konusunda 112 çağrı merkezimize ulaşan herhangi bir yardım talebi ve ihbar olmamıştır." dendi yani on gün önce söylediğini on gün sonra tekzip eden, yalanlayan bir Bakan pratiğiyle karşı karşıya kaldık. Kaldı ki Sağlık Bakanlığının bünyesinde kriz masasının oluşturulduğu 30 Ocak tarihinde yetkililerle yapmış olduğumuz görüşmelerde -ismini ben de vermeyeyim- Sağlık Bakanlığının görevlendirilmiş yetkilisi vahşet bodrumundan İslam Balıkesir adında bir yaralının kendilerini aradığını, 6 cenaze ve 25 yurttaşın kimlik bilgilerini verdiğini ve kendilerinin o bodrumdan hastaneye nakille ilgili taleplerini Bakanlıklarına ilettiklerini açık bir şekilde bize ifade etti. Sayın Bakan merak ederse o yetkiliden o ses kayıtlarını da rahatlıkla bulabilir. Maalesef "Ambulans gönderiyoruz." adı altında yapılan uygulamaların tamamı planlanmış birer mizansenin ötesine geçemedi. Her "Ambulans gönderiyoruz." dediklerinde, o bölgeye, vahşet bodrumlarına ve cehennem binalarına operasyonel birlikler gönderdiler. Nitekim, heyetimizin, 30 Ocak tarihi itibarıyla, yaralılarla, Sağlık Bakanlığı kriz masasıyla ve sağlık ekipleriyle üç koldan canlı telefon bağlantısıyla yürütmüş olduğu süreçte de sağlık ekiplerini bekleyen o yaralı ve hastaların üzerine operasyon birlikleri gönderildi. Sağlık ekipleriyle dışarı çıkmayı bekleyenler birden büyük patlama ve silah sesleri altında "Öldürülüyoruz, infaz ediliyoruz, bir şeyler yapın." çığlığını heyetimize aktarmak durumunda kaldılar. Bütün bu söylediklerim ses kayıtlarında tespitlidir arkadaşlar. "Kamuoyuna çok kısa bir şekilde sunduğumuz o ses kayıtlarının otuz iki dakikalık bölümünü herhangi bir cesur savcı soruşturma açarsa ona iletmeye hazırız." açıklamasını yapmıştık ve maalesef, sağlık ekibi bekleyen insanlar bu operasyonel birliklerin yıktığı binanın enkazı altında kaldılar, "Enkaz altında kaldık." çığlığını bize ilettiler. Utanç verici bir durum.

Tıp fakültesi birinci sınıfa giden bir öğrenciye önce Hipokrat'ın "..."(X) yani "Tıbbî müdahaleye ihtiyacı olan bir yaralıya ya da hastaya önce zarar verme" ilkesi öğretilir. "Bir yaralı ya da hastaya önce tıbbî müdahale üzerinden zarar verme" diyen bir etik anlayış, maalesef orada, sağlık ekipleri yerine giden operasyonel birliklerin bir katliam yapmasının parçası olmuştur ve bugüne kadar da bu konuda kamuoyunu doğru bilgilendirecek hiçbir açıklama yapmamıştır. O insanlar enkaz altında kaldıklarını bize ilettiklerinde biz "Oraya hemen enkaz kaldırma ekipleri gitsin, kurtarma ekipleri gitsin, o insanların artık çıkacak durumu yok." dediğimizde de bu taleplerimize cevap verilmedi. Bazı bilgiler, burada yalan yanlış bilgiler aktarılırsa detaylarını da burada açıklamaya hazırım. Ve 23 Ocak tarihindeki ilk vahşet bodrumundan 30 Ocakta kriz masasının kurulduğu güne kadar bir tek Sağlık Bakanlığına bağlı ambulans o binaya, 150-200 metre mesafeye bile yaklaşmadı, 1 kilometreden daha uzak bir mesafede o bölgede bekleyerek "1 kilometreden yaralılar buraya gelmiyorlar." üzerinden bu süreci kotarmaya çalıştı. Biz bu süreç içerisinde, defalarca bütün riskleri alarak belediye ambulanslarını göndermemize rağmen belediye ambulansları da maalesef engellendi. Hele hele, bu enkaz altında yaralılar kaldıktan iki gün sonra basın mensuplarını da alarak bir mizansen çekimi yapmak üzere ambulansı oraya göndermeleri de utanç verici bir durumdur; hekimlik adına, insanlık adına utanıyorum, iğreniyorum. Çünkü, o insanların enkaz altında olduğu belliyken, çığlıklarında öldürüldükleri belliyken on dakika basın mensuplarını götürüp yaralılara "Hadi biz geldik, çıkın." demenin ahlaki boyutunu hepinizin vicdanına bırakıyorum. Bakın, o anonsun yapıldığı saatlerde o yaralılar şu enkazın altındaydı arkadaşlar, "Biz ambulans getirdik, hadi gelin." dedikleri saatlerde o cenaze parçaları bu enkazların altında kalmıştı.

Burada, özellikle bu süreç yürürken 2'nci bir cehennem binasından almış olduğumuz haberle ilgili detayı da paylaşmak istiyorum: Bizi arayan Cizre halk meclisi eş başkanı Mehmet Tunç bir binada mahsur kaldıklarını, 37 yurttaş olduklarını, yapılan top atışlarıyla büyük bir yangın başladığını ve yangına müdahale edilmemesi durumunda buradaki herkesin ölüm riski altında olduğunu ifade etti. İtfaiye ekipleri, kurtarma ekipleri, sağlık ekipleri için yaptığımız bütün görüşmelere rağmen oraya bu ekiplerin gönderilmesi yerine top atışlarının daha pervasız bir şekilde yapılması talimatı verildi ve gece boyunca itfaiye gönderilmedi. Ertesi sabah Mehmet Tunç'la tekrar telefon görüşmesi yaptığımızda Mehmet Tunç yangından dolayı 9 yurttaşın yanarak yaşamını yitirdiğini, 25 yurttaşın da ağır yaralı olduğunu bize belirtti. Müteakip günler içerisinde, o bina içerisinde 9 cenaze, 52 yaşayan insanın olduğu bilgisi tarafımıza iletilmiş olmasına rağmen bu konudaki hiçbir çabaya maalesef izin verilmedi. Milletvekillerimiz gitti izin vermediler; eş başkanımız gitti "Ben alıp getireceğim." dedi izin vermediler; SES ve TTB'nin profesyonel sağlık ekipleri gitti izin vermediler; Nusaybin'de haftalar boyu binlerce insan birikip "Biz gidip alacağız." dedi izin vermediler; bu ülkenin vicdanlı aydınları, yazarları, STK'ları çağrı yaptı izin vermediler ve bütün bunların sonucunda da bu cehennem binasında, 61 yurttaşın olduğu cehennem binasında TRT Haber'de -sanırım 7 Şubat tarihinde- geçen bir alt yazıyla oradaki 61 kişinin etkisiz hâle getirildiği haberleri ahlaksızca yazıldı. Yaralı ve hastaneye nakledilme iradesini gösterenler devletin resmî kanalında "Etkisiz hâle getirildi." şeklinde bu topluma, bu halklara sunuldu. O alt yazıyı Şırnak Valiliği yalanladı, ertesi gün İçişleri Bakanlığı yalanladı, Başbakan yalanladı. Sadece bir çatışmada 10 kişinin öldürüldüğünü söylediler ama saatler sonra vahşet bodrumlarından cenazeler çıktıkça biz o alt yazının doğru olduğunu, bu Bakanın da dâhil olduğu Kabine üyelerinin yalan söylediğini maalesef, görmek durumunda kaldık.

Yani, değerli milletvekilleri, tablo şu: 150'yi aşkın insanın, yaralı ya da sağ, hastaneye nakille ilgili talepleri var. Bu ülkenin Sağlık Bakanı ya da Bakanlığı ya da Hükûmeti 1 tek insanı sağ ya da yaralı olarak o bodrumlardan çıkarmamıştır, tamamı infaz edilmiştir, tamamı bir katliama maruz kalmıştır. Aynı süreç devam ederken, bu sefer Cizre'nin Sur Mahallesi'nde üçüncü bir cehennem binasından arkadaşlarımız bizi aradı, Milas İlçe Eş Başkanı'mız Derya Koç'un bizi aramasıyla haberdar olduk. Derya Koç'un ifadesine göre, 20 cenaze ve 25 yaşayan insanın olduğu o binaya da yoğun top atışları yapılıyordu ve bir an önce sağlık ekiplerinin gönderilerek, hastaneye nakil talebi bize iletildi, 112 ve 155'e iletildi ancak bütün bunlara rağmen maalesef diğer iki vahşet binasına olduğu gibi bu binaya da operasyon yapıldı ve o insanların da o binadan cenazeleri çıktı. Cenazeler çıktıktan sonra 6 ile dağıtıldı arkadaşlar. 6 ilde her bir aile, her bir ana, tek tek, önce Mardin'e gidip "Çocuğum burada mı?" diye bakıyor, orada teşhis edemediyse Urfa'ya gidiyor, oradan Antep'e gidiyor, sonra gerisin geriye Silopi'ye gidiyor, sonra Malatya'ya gönderiyorlar. İnsanlık dışı bir yaklaşımı cenazeler üzerinde de sürdürmeye devam ediyorlar.

Otopsi işlemlerine bağımsız heyetler giremedi, hekimler giremedi, avukatlar giremedi, aile fertleri giremedi, hatta anaların ya da ailelerin o cenazeleri teşhisine bile engeller, güçlükler çıkarıldı. Bütün bunları karşı karşıya olduğumuz bir katliam zihniyetinin, bir katliam konseptinin hangi aşamaya geldiğini ifade etmek açısından söylüyorum.

Bütün bunlar yaşanırken bu ülkenin Sağlık Bakanı ne yaptı? Bunlarla ilgili tek bir cümle kullanmadığı gibi kendi liderinin neden diktatör olarak tanımlandığının siyasi tezleriyle uğraştı. Hatırlarsınız, bu Bakan, ilk savaş konsepti sahaya sürülünce de "Eğer başkan yapsaydınız bunlar olmazdı." demişti, "Eğer Başkanlık olsaydı bu kaos süreci olmazdı." açıklamalarını yapmıştı. Dolayısıyla buraya gelip vereceği cevapların bizim açımızdan hiçbir inandırıcılığı yoktur.

Biz, özellikle bu gensorunun vicdan sahibi olan, vicdanını dinleyen bütün milletvekilleri tarafından defalarca düşünülerek değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyoruz. 150 insandan hiçbir kişi eğer hastaneye nakledilmemişse burada her milletvekilinin ortaya koyması gereken tarihî bir sorumluluk vardır düşüncesindeyiz.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

İDRİS BALUKEN (Devamla) - Sayın Başkan, bir dakikada toparlayabilir miyim?

BAŞKAN - Bir dakika ek süre veriyorum Sayın Baluken, toparlayınız.

İDRİS BALUKEN (Devamla) - Sokağa çıkma yasakları boyunca bu ülkede yaşananları da burada defalarca ifade ettik. Beyaz bayraklarla hastaneye gitmek zorunda kalan kronik hastalar, 4 doz alması gereken ilaçları ilaç bulamadığı için 1 doz ya da hiç alamayan kanser hastalarının dramı, bu sokağa çıkma yasaklarının olduğu yerlerde hafif kanamalarda bile kan kaybından yaşamını yitirenler, arkadaşımızın dile getirdiği Abdülaziz Yural, Eyüp Ergen ve Şeyhmus Dursun'un yaşamını yitirdiği sağlık emekçilerine yönelik katliamlar, bir kentte bir eczaneyi bile açık tutmayan bir zihniyet; bütün bunların tamamı, işte, bu Sağlık Bakanı döneminde yaşandı. Taybet ananın cenazesi tam sekiz gün boyunca sokak ortasında bekletildi. Önce Taybet ananın ölümü çocuklarına izletildi, sonra sekiz gün boyunca o cenaze kurda kuşa yem olmasın diye, o çocuklar kendi analarının cenazesine bakmak zorunda kaldılar. Güler Yanalak'ın bebeği karın içerisinde...

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

İDRİS BALUKEN (Devamla) - ...henüz doğmadan maalesef katledildi. Birçok kadın bu dönem içerisinde düşükler yaptı, en temel sağlık ihtiyaçlarından, sağlık hizmetlerinden mahrum kaldı.

İşte bütün bu özetlemeye çalıştığımız tablo içerisinde, biz, bu Sağlık Bakanının kendi görevini ve işini yapmadığını, yaşam hakkına, sağlık hakkına sahip çıkmadığını, savaş politikalarının bir parçası olduğunu ve bu nedenle de bu gensorunun mutlaka işleme alınması gerektiğini düşünüyoruz.

Hepinizi saygıyla selamlıyorum.(HDP sıralarından alkışlar)