GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: İnsan Haklarını ve Ana Hürriyetleri Korumaya Dair Sözleşmeye Değişiklik Getiren 15 Nolu Protokolün Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun Tasarısı münasebetiyle
Yasama Yılı:1
Birleşim:35
Tarih:29.01.2016

MHP GRUBU ADINA KAMİL AYDIN (Erzurum) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; hepinizi saygıyla selamlıyorum.

NECİP KALKAN (İzmir) - Hoca sen de on dakika konuş Allah aşkına!

KAMİL AYDIN (Devamla) - Öyle yapayım, değil mi?

ERKAN AKÇAY (Manisa) - Sayın Başkan, arkadaşlar otursunlar...

BAŞKAN - Sayın milletvekilleri, lütfen, yerimize oturalım, hatip kürsüde, hatibin insicamını bozmayalım.

ERKAN AKÇAY (Manisa) - Yani, illa tahrik edici, sataşmalı sözler mi sarf etmesi lazım ki Genel Kurul dinlesin Sayın Başkanım?

BAŞKAN - Maalesef...

KAMİL AYDIN (Devamla) - Sayın milletvekilleri, gecenin bu geç saatinde, Erzurum'umuzun çok manevi bir değeri var, çok bilge bir insan, Naim Hocamızın bir dörtlüğünden bahsedeceğim size. Biraz önce ufak bir sataşma oldu, ben de ona nazikçe, biraz da işin içine latife katarak cevap vermek istiyorum. Biraz da şiveli anlatırsam, inşallah yadırgamazsınız, hoşgörünüze sığınarak.

Diyor ki: "Ula uşak, söz kantardır ha, adamı tartar. İyi konuşursan şerefin artar. Sükût edersen vakarın artar. Yalan söylersen ocağın batar." (MHP sıralarından alkışlar)

Şimdi, biz bu kürsülerden gerçekten, zaman zaman vakarımızı artıracak şeyler yapmalıyız ki onu yaptık. Sükût ediyoruz bazen, bazen de şerefimizi artırmaya çalışıyoruz, doğru, bilgili, belgeli, ispatlı, bilime, bilgiye, ilime irfana dayanarak konuşmaya çalışıyoruz çünkü burası hakikaten, milletin en üst seviyede temsil edildiği bir makam. Dolayısıyla, hepimizin gerçekten bir noktada dikkat etmesi gereken bir süreç yaşıyoruz.

Elbette ki birçok sorunu dile getireceğiz, konuşacağız ama sorunları ifade ederken, konuşurken bir kere bir şeyin sorun olup olmaması konusunda mutabık olmamız lazım. Biz, sürekli, Milliyetçi Hareket Partisi olarak dedik ki: "Arkadaşlar, bir şeyi sorun yapmak, onu hafife almak, onu küçümsemek, onu ötekileştirmektir. Türkiye'de Kürt sorunu diye bir sorunumuz olamaz, yoktur, Laz sorunumuz, Çerkez sorunumuz, Gürcü sorunumuz olamaz, yoktur. Bu, ötekileştirme projesidir ama bunu tabii, koyma akıllarla bir yerlerden alıp birileri bunu gündeme getirirse bu malzeme olur ve bu da dilden dile, elden ele dolaşır.

Demokrasiler öyle, üç günde, beş günde, üç yılda, on yılda, yüz yılda olan işler değil. Bunları zaman zaman ifade edeceğiz. Bizim görevimiz, doğruyu bilgiye, belgeye dayanarak ifade etmek. Bakın, bizden önce birçok konuşmacı gerçekten, çok eski etimolojik tanımlarından başlayarak demokrasiyi tanımladılar. Batı demokrasilerine de baktık. Bu en eski Batı demokrasilerinden birisi Anglosakson geleneğidir. Bunu hepiniz biliyorsunuz. Bakın, 1215 yılında Magna Carta ilan edilmiş. Magna Carta nedir? Bizim bugün anladığımız kadarıyla yani bu Parlamento o güne gitse, Magna Carta'yı demokrasi adına tartışacak olsa Magna Carta'nın bugünkü koşullarda demokrasiyle hiçbir alakası yok. Niye biliyor musunuz? Çünkü bir monarşik yapı var, onun karşısında, monarşik yapı içerisinde -Orta Çağ'dan bahsediyorum- ne var? Belirli bir hiyerarşi var, kral ve kralın kullandığı lordlar, baronlar ve aşağıya doğru götürebilirsiniz. Bakın, adına "demokrasi" diyoruz ama serüveni nasıl başlamış: Tebaa hiç yok, insanlar yok, sadece kral var ve kralın görev verdiği sınıflar var yani feodal bir yapı var. Bu feodal yapı diyor ki: "Bu kral her isteğini bize yaptırıyor ama bizim hiçbir hakkımız yok, parlamentomuz yok, bize herhangi bir şey sormuyor." Bu istekten doğan bir parlamenter geçişe adımdır Magna Carta yani yine elit bir kesimin, feodal bir yapının da kralın yanında hak alma, pozisyon alma serüvenidir ve bu, bütün Batı demokrasilerinde olduğu gibi, tedrici bir gelişim sürecidir, gelişerek bugün, bakıyoruz ki hâlâ daha az gittik uz gittik. İngiltere'nin demokrasi yapısına bakıyoruz, tanımı aynen şudur: Anayasal bir monarşidir, iki tane parlamentosu var; Lordlar Kamarası ayrıdır, Avam Kamarası ayrıdır. Ama bu gelişim sürecinde, hiçbir zaman yapıya ihanet etmeden, yapıya bağırmadan, hainlikle suçlamadan, ötekileştirmeden, tam tersine "Yapıyı daha ne kadar geliştirebiliriz, eksiklerimizi ne kadar tamamlayabiliriz, nerede sıkıntılar var, oraları nasıl çözebiliriz." noktasında, demokrasiler aynen canlı bir organizma gibi kendini geliştirerek, büyüyerek, genişleyerek, kucaklayarak bir süreç yaşar. Ama maalesef, saygıdeğer milletvekilleri, burada gerçekten, bu tür örneklerimiz var. Bunu sadece Anglosakson geleneğinden örnek verdim, en uzak olduğu için, en eski olduğu için, Fransız'a getirirsek 1789'dan bu tarafa alır, anlatırız, biliyorsunuz zaten.

Şimdi, bizim Türkiye Cumhuriyeti devletimiz, inanın -"Apalamak" diye bir söz vardır, hani bebekler için kullanırız, "Apalıyor." deriz- daha tam yürüyemiyor. Ya Allah aşkına, genç bir cumhuriyet, doksan yıl büyük bir yıl değil, uzun bir yıl değil demokrasi geleneğinde, inanın, çocukluk dahi değil. Bakın, 1215-2016, sekiz yüz yıl geçmiş aradan, hâlâ daha monarşik yapıdan tam vazgeçememiş bir yapıdan bahsediyoruz İngiltere için. Onun için, doksan üç yıllık cumhuriyete, bizim demokrasi geleneğimize haksızlık etmeyelim. Kusursuz mu? Değil. "Apalama dönemi" diyoruz, gelişecek, büyüyecek, geliştirecek kendini, yüzyıllar ötesine aşıracak ama akamete uğratırsak, yok sayarsak, nüanslara takılıp kusurlar üzerinden hareket edersek, eksikler üzerinden hareket edersek, genç, daha cenin hâlinde öldürürüz, yok ederiz. Peki, bu yokluktan kim faydalanır değerli milletvekilleri, soruyorum size?

Sürekli, bu kürsülerden "Suriye oluruz, Irak oluruz.", öyle basit kullanıyoruz ki. Peki, siz ne olursunuz? Biz ne oluruz? Hadi Suriye olalım. Siz ne olursunuz? Sünni bir devletin parçası mı olursunuz, Şia bir devletin parçası mı olursunuz ya da etnik köken bağlamlı başka bir devletin parçası mı olursunuz? Bir anda düşünün. Bunları kolay kullanıyoruz, kavramları çok kolay heba ediyoruz ama sözün nereye gittiğini bilmiyoruz. Bir hayal kurun: "Türkiye -Allah korusun- Suriye olursa ben ne olurum, ben nerede olurum, nasıl olurum, pozisyonum nerede olur, bu Meclisin hâli ne olur?"

Onun için, gerçekten, felaket tellallığı yapmayacağız. Hep iyiyi, güzeli, bu ülkenin geleceğine katkıda bulunacak şeyleri özendirmeliyiz. Birbirimizin hataları, eksikleri üzerinden hareket ederek derinleştirmeyeceğiz sıkıntıları. Biz her zaman söyledik, bu coğrafyada birtakım haklar ya da yapay sorunları ifade ederken varlığı bin yılları aşan bir varlığa, bir devletin, bir milletin varlığına, birliğine halel getirecek söylemlerden uzak duralım. Yani bu coğrafyada ta Dandanakan Savaşı'yla o Mezopotamya dediğiniz, Filistin dediğiniz, Suriye toprakları dediğiniz coğrafyaya Türkler geldiler ve oraya beraberinde kimliklerini, kültürlerini, alicenaplıklarını, kardeşliklerini, barış sevgilerini getirdiler; Gaznelilerle mücadele ettiler, Horasan'da, daha sonra 1071 Malazgirt, ondan sonra Anadolu'nun batıya doğru bir fütuhatı başladı ama demin söyledik, burada herhangi bir etnisiteyi ön plana çıkararak bir devlet anlayışı, bir demokrasi geliştirme anlayışı olamaz. Bu süreç artık adını koymuş, mücadelesini vermiş; büyük Türk milleti, artık Anadolu'nun her yerinde, bütün etnik grupları bir arada tutarak, bir arada paylaşarak, konuşarak, anlaşarak bütün kültürel dokusunu birlikte meydana getirerek varlığını sürdürmektedir.

Dolayısıyla, bugün, bakın bir konuşmacı arkadaş, bir hatip aynen şunu yaptı: Şimdi, bir tez ortaya koyuyorsunuz, ille de Batı'dan bir delil getireceğiz. Ya, ilim var; önce kendi geleneğimize bakalım. Biz tarihimizden... Ben geçen gün de söyledim, tarih bizim yol haritamızdır; bakıp oradan, geleceğimizi inşa edeceğiz. Diyor ki "Azerbaycan'da kanton var, Kırgızistan'da var, Kazakistan'da var, İsviçre'de var, Belçika'da var." Ya, niye kendimize hakaret ediyoruz? Bu saydıklarınızın, Allah aşkına, devlet olma, millet olma geleneği Türklerden çok mu önce? Bizim var, bizim zaten var. Yani bana niye Kazakistan'ı örnek gösteriyorsun? Beni bölmeye, ayrıştırmaya, kantonlaştırmaya gideceksin diye, bana Azerbaycan'daki, Kırgızistan'daki, Kazakistan'daki yapıyı örnek gösteriyorsunuz ya da İsviçre'dekini. Bizim devlet olma geleneğimiz var Allah'ın izniyle, biz bunu tarihte başardık. Dolayısıyla, böyle hafife alıcı, basitleştirici, tarihi yok sayan ayrıştırıcı politikalardan uzak duralım. Onun için, zaman zaman susmayı yeğliyoruz vakarımız artsın diye yoksa Allah'a şükür söyleyecek çok sözümüz var.

Efendim, Akif'i hepimiz biliriz, Akif'i Anma Günü yaptık. Akif Mısır'a gidiyor, Mısır dönüşü -aynen kendi cümleleri, aktarıyorum- "Mısır'da on bir yıl kaldım fakat on bir saat daha kalsaydım çıldırırdım. Sana halisane fikrimi söyleyeyim mi -muhatabına diyor- insanlık da Türkiye'de, milliyetçilik de Türkiye'de, Müslümanlık da Türkiye'de, hürriyet de Türkiye'de." diyor Akif. Şimdi, bunu söylerken Arnavutluk'un kopuşunu da Safahat'ta hepiniz hatırlarsınız değil mi, kendisi ifade ediyor. Orada da diyor ki:

"Bunu benden duyunuz, ben ki evet Arnavut'um...

Başka bir şey diyemem... İşte, perişan yurdum!"

Değerli milletvekilleri, perişan bir yurt özlemimiz yok. Yurdumuzu perişan etmek için, lütfen, yapay gayretler içerisinde olmayacağız, olanlara destek olmayacağız, buna çanak tutan yapay siyasi söylemlere de itibar etmeyeceğiz. Çünkü laf ok gibidir, ağızdan bir defa çıkar, ondan sonra malzeme olur birilerine, sürekli savunma mekanizması bu laflar olur, sürekli referanslar bu laflara verilir. O zaman, iki düşünüp bir konuşacağız bu yüce Mecliste diyorum.

Hepinizi saygıyla selamlıyorum. (MHP ve AK PARTİ sıralarından alkışlar)