| Konu: | Türkiye Cumhuriyeti ile Kore Cumhuriyeti Arasında Serbest Ticaret Alanı Tesis Eden Çerçeve Anlaşma Kapsamında Yatırım Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun Tasarısı münasebetiyle |
| Yasama Yılı: | 1 |
| Birleşim: | 25 |
| Tarih: | 07.01.2016 |
MHP GRUBU ADINA KAMİL AYDIN (Erzurum) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Türkiye Cumhuriyeti ile Kore Cumhuriyeti Arasında Serbest Ticaret Alanı Tesis Eden Çerçeve Anlaşma Kapsamında Yatırım Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun Tasarısı'nın tümü üzerine MHP Grubu adına söz almış bulunmaktayım. Konuşmama başlamadan önce yüce Meclisi saygıyla selamlıyorum.
Siyasetin en üst düzeyde ve en rafine şekilde yapılması gerektiğine inandığım bu yüce Mecliste, özellikle gerçek konuya, gerçek gündeme geçmeden önce, üslupla ilgili, bugüne kadar, yeni bir milletvekili olarak edindiğim izlenimler ışığında bir iki noktaya değinmek istiyorum.
Sayın Başkan, değerli milletvekili arkadaşlar; dün, özellikle Sayın Başkana, uyarı davranışından dolayı -Anayasa'dan ve İç Tüzük'ten aldığı güçle, yetkiyle bir uyarıda bulundu- bu uyarıda bulunduğu için kendilerine dün konuşacak olsaydım dün teşekkür edecektim ama bugün teşekkür ediyorum.
Efendim, uyarınızın içeriği şuydu: "Sayın milletvekilleri, bu yüce Mecliste konuşurken birbirinizi kırıcı, incitici, zedeleyici birtakım söylemlerden uzak durunuz." Haklısınız, doğru; birbirimizi kırıcı, incitici, üzücü söylemlerden uzak durmalıyız. Bu nedir? 20'nci yüzyılın sonlarına doğru tiyatroda bir teknik gelişti "agitprop" diye, ajitasyon propaganda. Maalesef, bu yüce Mecliste, zaman zaman, Türkiye'nin her ilinden seçilip gelmiş ve Türkiye'nin her bölgesinin sıkıntılarını dile getirmek gibi bir sorumluluk üstlenmişken burada tamamen bir ajitasyon propagandaya tabi tutarak birtakım söylemleri geliştirmek, bazen incitici oluyor.
Ben burada sizin uyarınıza bir şey daha ilave etmek istiyorum, haddimi aşıyorsam özür diliyorum. Efendim, burada incinen sadece milletvekilleri değil; bu üsluptan, bu tarzdan, tamamen hamaset yüklü bu söylemlerden inanın birtakım değerlerimiz de inciniyor; başta genç cumhuriyetimiz bundan çok inciniyor, bütün değerlerimiz bundan çok inciniyor.
Şimdi, söylenenleri biraz somutlaştırmak istiyorum: Efendim, bugüne kadar, sürekli, artık, inanın herkesin zihinaltına yerleştirdiği birtakım kavramlar yanlış kullanılarak, birtakım yanlış okumalar yapılarak gerçekten, biz Meclisin olması gereken işlevinden biraz uzaklaşıyoruz. Efendim, büyük bir ekseriyetle özellikle etnisiteye vurgu yapıyoruz. Bakın, mütemadiyen biz bunu ifade ettik, okuduk, okutmaya çalıştık, kendimiz kaynaklardan bilgi edinmeye çalıştık. Efendim, sürekli bölgesel isimler... Aslında her bölgemizde her etnik grupta insan yaşamış olmasına rağmen... Çoğunluk, azınlık olabilir; nüfus olarak, efendim, Çerkez etnik grubu daha fazla olabilir, Laz daha az olabilir, Türkmen daha az olabilir, Gürcü daha az olabilir, Kürt daha az olabilir; bir başka bölgede de tam tersi ama buralara hiçbir zaman "kürdistan", "lazizstan", "çerkezistan", "abazistan" deme hakkımız yoktur. Arkadaşlar, gerçekten, bu cehaletten bir an önce kurtulalım. Bakın, dünyadaki uluslaşma sürecinden bir bahsetmek gerekirse, örnek vereceğim, hem kendi sürecimizden hem de dünya kamuoyunda birçok şeyini örnek gösterdiğimiz Amerika Birleşik Devletleri'nden ve İngiltere'den.
Şimdi, Türkiye Cumhuriyeti devleti gerçekten, bakın, çok sıkıntılı süreçlerden geçerek bir bağımsızlık savaşı vermiş ve Türkiye'de yaşayan bütün etnik gruplar bir araya gelerek bir devlet kurmuşlar, bir Meclis kurmuşlar ve bunun adına da "Türkiye Cumhuriyeti devleti" demişler ve burada yaşayan bütün tebaanın da Türk milleti olduğunu söylemişler.
Efendim, bu nasıl oldu? Şimdi, Amerika, İngiltere nasıl millet oldu? Amerika Birleşik Devletleri'ne, 1776'ya kadar İngiltere'nin sömürgesi olan bir coğrafyaya Avrupa'daki farklı uluslardan temsilciler gitti ve orayı kolonileştirdi, 13 tane koloni yaptı. Daha sonra, 1776'dan sonra, bu koloniler bir araya gelerek bağımsızlıklarını ilan ettiler ve anlaşarak bir devlet kurdular. Dolayısıyla, eyalet sistemi mi dersiniz, kolonilerin bir araya gelerek ortak bir federatif yapı oluşturması mı dersiniz, bunun oluşumu budur. Bunun içinde her türlü unsur vardır çünkü kuruluş felsefesi budur, onun için de başkanlık sistemini kendilerine idari bir yöntem olarak kabul etmişlerdir.
İngiltere, efendim, Romalılardan başlayarak Norman istilası da görmüş, Roma istilası da görmüş, Cermen istilalarını da görmüştür ama hiçbiri etkili olamamış. Cermen kabilelerinden... "Anglosakson" dememizin nedeni de o. Bakın, Angluslar, Saksonlar, Juteslar -geçen gün bir iki tanesini saydım, 20'nin üzerinde sayabilirim- bunlar bir araya gelip içinde merkez güç olan Anglosaksonlar etrafında birleşerek bugünkü İngiltere'yi kurmuşlardır yani "England" demişlerdir, aslında "Cermen"dir. Yani, England "Land of Anglus" demek, tamam mı? Buradaki İngiltere böyle oluşmuştur, yoksa tek bir soya, tek bir etnik gruba bağlı değildir.
Efendim, İrlanda'yı örnek veriyorlar. İşte, bu İngilizler daha sonra işgalci, yayılmacı politikalarının bir sonucu olarak Britanya Adası'nı da İrlanda Adası'nı da işgal etmişlerdir. Ayrı bir ada; burada, efendim, köken de ayrı, ulus da ayrı, kültür de ayrı, inanç da ayrı. Burayı istila edip büyük krallık hayalleri kurmuşlardır ve zamanla Güney İrlanda bağımsızlığını almıştır. Hatta İrlandalılar Hristiyanlık Katolisizmden Protestanizme geçişi niye reddetmiştir biliyor musunuz? Bugün herkes orada bir mezhep savaşı zannediyor, hayır efendim. İrlanda'yı tarihler şöyle tarif eder: İrlanda İngiltere'nin ilk kolonisidir yanı başında olduğu için ve onların getirdiği mezhebi kabul etmemişlerdir, Katolik kalmışlardır. Güney zamanla bağımsızlığını almıştır, kuzey hâlâ daha o krallığın hegemonyası altındadır.
Bugün bizim birlik, beraberlik, kardeşlik hukukumuzla oluşturduğumuz cumhuriyette yaşadığımız birtakım sıkıntıları çok rahat bir şekilde konuşarak, bir araya gelerek cumhuriyetin kuruluş felsefesine halel getirmeden çözeceğimiz şeyleri, tutuyoruz, efendim, İrlanda modeline eşit getiriyoruz. Ne alakası var? Sizin, bizim kardeşlerimizi sorun hâline getirdiğiniz, adına "Kürt sorunu" dediğiniz... Bu, inanın küçültücü bir ifadedir. Kürt, sorun olmaz bu ülkede; Laz, sorun olmaz; Çerkez, sorun olmaz; sorun olursa eğer terör sorunu olur, işgalci zihniyet sorunu olur. Dolayısıyla, buradan nereye geleceğiz?
Efendim, kullanılan kavramlardan yine devam ediyorum: "Soykırım", "etnik temizlik", efendim, "kutuplaşma", "oluk oluk kan aktı", "bu doksan yıllık zulüm..." Ya, kürsüye kim geliyorsa inanın utanıyorum, üzülüyorum da aynı zamanda, yeise kapılıyorum. Kim geliyorsa "doksan yıllık zulüm", "oluk oluk kan aktı..." Ya, bizim cumhuriyetimiz evet, çok genç bir cumhuriyet ama niye böyle haksızlık ediyoruz; niye böyle yanlış, bilgisiz, belgesiz, mesnetsiz, tarihî olayları çarpıtarak birtakım söylemler geliştiriyorsunuz? Bakın, bu tekniğin adı belli: İşte, "Yüzüklerin Efendisi" filminden hatırlarsınız -bir kitaptır özü- fantastik bir kurgudur, böyle fantastik kurgulardan vazgeçin. Birbirimize yaranmak, birbirimize mesaj vermek, insanlara şirin görünmek, bir yerlere şirin görünmek için böyle fantastik kurgular yapmayın.
Oluk oluk kan aktığını görmek istiyorsanız bakın, Amerika 1776'da bağımsızlık ilan ediyor, 1860'larda öyle korkunç bir -bakın, bizden daha uzun soluklu bir demokrasiden bahsediyorum, lütfen mukayeseleri sağlıklı yapın- iç savaş yaşıyor ki işte oluk oluk kan orada akıyor. Kuzey-güney savaşından dolayı yüz binlerce zenci katlediliyor. Bugün geldiği nokta itibarıyla, Amerika'da Memphis eyaletinde bir İnsan Hakları Müzesi var, tavsiye ederim, vaktiniz olur, yolunuz düşerse lütfen gidip gezin, görün. Martin Luther King'in katledildiği bir otelin müzeye dönüştürülmüş hâlidir. O müzede, o soykırım müzesinde ne vardır biliyor musunuz? Ben gördüm, belgeli gördüm. Efendim, 1944 Amerika Birleşik Devletleri'nde üniversiteye giden ilk zenci; ilk zenci gittiğinde büyük olaylar çıkıyor ve büyük kargaşa, onlarca insan katlediliyor. Efendim, Amerika Birleşik Devletleri'nde ilk zencinin beyaz bir kızla ya da zenci bir kızın beyaz bir erkekle görüldüğü yer. Tarih tarih... İlk halk otobüsüne biniş tarihi, ilk kafeteryada oturma tarihi.
Şimdi bakın, soykırım arıyorsanız, ikircikli bir yapı arıyorsanız, oluk oluk kan arıyorsanız ne olur kendi tarihinizde aramayın. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde, hatta Türk devlet geleneğinde soykırım yoktur, oluk oluk kan yoktur; hatalar vardır, eksikler vardır, yanlış uygulamalar vardır. Bir örnek vereyim. Hepimizi incitir tabii ki. Nedir bu yanlışlıklar? Uygulayanlardan kaynaklanan birtakım yanlışlıklar vardır ama Peyami Safa üstat diyor ki: "Efendim, yolcu hatalıysa yolun günahı ne?" Şimdi, benim bürokrat olarak ya da siyasi bir figür olarak yaptığım bir hatadan dolayı -yolcu misali- yolu niye suçluyoruz? O zaman, bugün Batı'nın biliyorsunuz son günlerde üzerimize gelirken kullandığı en önemli argüman İslami terör. Hadi buyurun, hepinize soruyorum, maşeri vicdanlarınıza hitap ediyorum: Kabul ediyor musunuz? İslami terör diye bir şey olabilir mi? İslam, terör olabilir mi? İslam ile terörü bağdaştırabilir miyiz? Hayır. Ben rahatsızım, sizi bilmiyorum, beni incitici bir kavram. Benim bu değerlerime hakareti ben kabul etmiyorum. İşte bakın, o zaman ama İslam adına terör yapan var mı? Var, değil mi? Ama İslam'ın hükmü değil, İslam onu emretmiyor. O kendine öyle bir görev addedip "İslam" adını kalkan olarak kullanıp terör estiriyor.
Efendim, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde de şahıslardan kaynaklanan birtakım yanlış uygulamalar, hatalar olabilir ama Allah aşkına, bir de dolu taraftan bakın, yani şu anda yüce Meclisteyiz, şu bayrağın gölgesinde konuşuyoruz, yani "Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir." diyen, efendim, bir kurucu irade var. Bu kürsüden, bakın, siyaset adına, özgürlük adına, demokrasi adına her şeyi söyleyebiliyoruz. Niye bu haksızlığı yapıyoruz bu cumhuriyete ve bu milletin değerlerine? Ne olur bu kürsüye çıkınca... Eskiden birbirimizin Laz, Gürcü, Çerkez olduğunu "Nereden geliyorsun hemşehrim?" diye tanışmak amaçlı sorardık. Şimdi, ayrışmak amaçlı konuşuyoruz. Bu kürsüye gelen önce onu söylüyor. O zaman, ben, bu âcizane kardeşinizden bahsedeyim. Yani 1972 Gümülcine doğumlu bir kardeşimiz 83'te Ankara serüvenine başlıyor. 1963 Erzurum doğumlu bu kardeşiniz de Erzurum'dan başlıyor Ankara serüvenine. Çok zor şartlar. Biri Bursa'da, gayet iyi şartlarda, iyi imkânlarda büyüyor. Biri Erzurum'da eksi 30 derecelerde, altı ay kış altında, tek sobanın yandığı evde, bir odada 3 kardeşiyle birlikte okumaya çalışıyor. Daha sonra devletinin, o cumhuriyetinin, o milletinin...
Bakın, devlet-millet ayrımına da yanlış referanslarla gitmeyin lütfen. Devlet nedir biliyor musunuz? Devlet, milletin organize olmuş hâlidir. Ayrıştırmayın. Millet olmazsa devlet olmaz. Devlet olmazsa milletin de bir hükmü olmaz. İşte, bugün, Suriye'de örneğini gördüğümüz gibi.
Biz de kendi kıt imkânlarımızla, isyan etmeden, bağırmadan çağırmadan, şükrederek, çalışarak çabalayarak, haddimizi aşmadan gayret ettik. İşte 83'te Bursa'dan Ankara yoluna çıkan arkadaşım ile 63'te çıkan Kamil Aydın, Ankara'da Türkiye Büyük Millet Meclisinde buluştular. Bakın, Gümülcine doğumlu, Türkiye Büyük Millet Meclisinde en üst kademede, Türkiye'nin seçilmiş 550 milletvekilinden biri.
Soruyorum size: Bu bir kazanım değil midir? Allah aşkına bu bir ayrışma mıdır? Bu bir ikircikli politikanın sonucu mudur? Bu bir oluk oluk kan akmanın ifadesi midir? Bu, bölgeleri etnik kutuplaştırmalara götürmenin ifadesi midir? Asla.
Onun için, değerli milletvekilleri, gerçekten üst kimliğimizi, şemsiye kavramımızı tamamen etnik bir gruba, ırki bir kökene vurgu yapmadan kucaklayıcı olan bu kavramı, artık çok fazla indirip kaldırıyorsunuz, irdelemeyin lütfen, irdelemeyin. Mozart'ı kaldırıp bir marş daha yazdırmayın. Bu millet var. Dün de vardı, bugün de var, yarın da var olacak. "Türk Marşı" demiş adına Mozart. Shakespeare eserinde "Türkler" demiş. Yani Batı kabul etmiş. Ta, 12'nci yüzyılda Venedik kaynaklarında olan bir milleti, olan bir coğrafyayı, lütfen, bugün pazarlık konusu yapmayalım siyasetimize mahkûm ederek. Buna hep birlikte sahip çıkalım, eksiklerimizi bu eksende tamamlamaya çalışalım. Onun için, söylemlerimizi oluştururken...
Âcizane bir şey daha ifade edeyim: Ben yirmi yıl eleştiri dersi anlattım. Bugün eleştiride çok önemli kurallar vardır. Bakın, her bakmak görmek değildir, her okumak anlamak değildir, her dinlemek de duymak değildir. Biz, bakıp görmeliyiz, görene kadar bakmalıyız, duyana kadar dinlemeliyiz, görene kadar seyretmeliyiz. Görüp, duyup, anlayıp anladığını, gördüğünü, duyduğunu ifade etmektir eleştiri. Bunu yaparken de objektif olmalıdır. Bu, uzmanlık da gerektirir. Şimdi, biz de siyasi söylemlerimizi oluştururken duyarak, görerek, anlayarak bir şeyleri, sebep-sonuç ilişkisi kurarak geliştireceğiz. Yoksa, hamaset dolu nutuklardan öteye gitmez. Burada kurumsal yapımız da incinir.
Dolayısıyla, başta Genel Başkanımız olmak üzere, biz Milliyetçi Hareket Partisi olarak kendimize böyle bir üslup takındık çünkü politika bir yönüyle de -etimolojik kavramsal analizini yapmak gerekirse- çok yüzlülüğü ifade eder, "Politics." Politika çok yüzlülüktür, Allah korusun. Biz, burada politika yapmayalım, biz burada siyaset üretelim, çözüm üretelim. Hep birlikte, ülkenin millî menfaatlerini pergelin bir ayağı gibi sabit tutalım, diğer ayağını da evrensel değerlerle donanmış bir şekilde ülkemizin 21'inci yüzyıla uygun bir siyasetini oluşturalım.
Bu nedenle, evet, uluslararası ilişkilerde elbette ki ebedî dostluklar, müttefiklikler olmaz. Ne vardır? Ülkelerin menfaatleri söz konusudur, millî çıkarları söz konusudur. Şimdi, bakıyoruz, bugüne kadar geldiğimiz nokta itibarıyla, efendim, bir Arap rüzgârı, bir Büyük Ortadoğu Projesi fırtınasına kapıldık, gittik. Bir anda, bölgeye şekil vermeye çalışırken bölge bize şekil vermeye başladı. Yavaş yavaş, baktık ki yangın evde başlamış. Şimdi, böyle bir dış politika olur mu?
Bakın, değerli milletvekilleri, biz Şam'da cuma namazı kılma hayalleri kurarken Diyarbakır'da Ulu Cami'de bin üç yüz yetmiş altı yıl sonra ilk defa cuma namazı kılamadık. Dün İsrail bayraklarını Bayezid Camisi önünde yakarken, "..."(x)leri söylerken bugün "İsrail'e ihtiyacımız var." noktasına geldik. Efendim, Mursi'li, Rabia'lı Mısır serenatları yaptık ama Sisi'yle Suudi Arabistan Kralı aracılığıyla görüşmelere girdik. Azerbaycan bizim dost, kardeş ülkemiz. Hatta hamaseten söyledi yetkililerimiz "Biz tek millet, iki devletiz." Peki, niye Bursa'daki maçta o ay yıldızlı bayrakları çöpe attık? Niye incittik, niye? ASALA örgütünde aktif görev almış Sarkisyan efendiye yaranmak için. Böyle bir dış politika olmaz.
Bakın, dedik ki ülke çıkarları gündemde olacak, pergelin bir ayağını sabit tutmazsanız çizeceğiniz daire sağlıklı olmaz. Dış siyaset de budur, daireyi sağlam çizmek için pergelin bir ayağı sabit olacak. O da nedir? Millî çıkar ve menfaatlerdir, bunları pazarlık konusu yapamayız. Değerleri sürekli değişken hâle getirmeyeceğiz. Değerlerimiz bellidir, bu değerlerin aşındırılmasına ben karşıyım.
Bir iki tane de içeriden örnek vereyim isterseniz. Bakın, mehter bizim büyük bir değerimizdi. Üzüldüğüm için söylüyorum, bugün stadyumlarda amigoların, seyircilerin sanki bir enstrümanı hâline getirilmiş.
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
KAMİL AYDIN (Devamla) - Hâlbuki o mehterden Mozart etkilenmiş, Türk Marşı'nı yapmıştı. Statlarda bizim onu hafife indirgemememiz gerekir.
BAŞKAN - Teşekkür ediyorum Sayın Aydın.
KAMİL AYDIN (Devamla) - Bakın, sema gösterileri bizim manevi, uhrevi bir değerimizken bugün düğün salonlarında kakara kikirili sohbetlere meze olmaktadır. Başörtülü kardeşlerimize piyango çekilişleri yaptırıyoruz. Bu değerlerin aşınmaması lazım. Önce içeride sağlıklı, millî, ayakları üzerinde duran bir siyaset ve bunun da uluslararası yansıması olan dünya siyasetine ulaşmamız lazım diyorum, hepinizi saygıyla selamlıyorum. (MHP sıralarından alkışlar)