GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: Başbakan Ahmet Davutoğlu tarafından kurulan Bakanlar Kurulu Programı'nın görüşülmesi münasebetiyle
Yasama Yılı:1
Birleşim:6
Tarih:28.11.2015

AK PARTİ GRUBU ADINA MEHMET NACİ BOSTANCI (Amasya) - Sayın Başkan, değerli arkadaşlar; hepinizi saygıyla selamlıyorum.

Buradaki bütün konuşmacılara öncelikle teşekkür ediyorum. Tabii, hepimizin bu konuşmalardan çıkaracağı dersler var. İlhan Bey de çok güzel bir konuşma yaptı, ayrıca tebrik ediyorum; güzel fıkralar anlattı, o fıkralar başka bağlamlara da uyar esasen. Fıkralar farklı, hükûmet programları farklı. Eğer Türkiye'yi parlak geleceklere taşıyacak ekonomik görüşleri varsa İlhan Bey'in, arkadaşlarının, bunlardan faydalanmak isteriz.

İLHAN KESİCİ (İstanbul) - Şerefle.

MEHMET NACİ BOSTANCI (Devamla) - Bu platformlar niçin var? Biz bu istişareleri niçin yapıyoruz? Bu komisyonlar niçin çalışıyor? Bizim hiçbir kompleksimiz olmaz çünkü bu Hükûmet herkesin Hükûmeti olma iddiası ve kastıyla yola çıktı. Demokrasi bu ülkeye niye lazım? Çünkü demokrasi marifetiyle burada birbirimizi dinleyeceğiz, kimin eteğinde ne taş varsa dökecek, onu böyle, gizli bir bilgi gibi, Antik çağların altın bileziği gibi herhâlde saklamayacak; bu ülkeye faydalı bir fikri varsa ve "Bunu ancak biz hükûmet olursak kardeşim, hazineden çıkartırız." diyorlarsa bu çok uygun olmaz.

İLHAN KESİCİ (İstanbul) - Estağfurullah. Şerefle.

MEHMET NACİ BOSTANCI (Devamla) - Her zaman bunları dinlemek isteriz ve bunları taşırız. (AK PARTİ sıralarından alkışlar)

Sayın Kesici istişareden bahsetti, istişarenin olmadığından bahsetti oysa tam da o sırada yaptığımız istişareydi, kendisini dinliyorduk. Burada bütün konuşmaları dinlerken yaptığımızın adı nedir, kelime karşılığı nedir arkadaşlar? Komisyonlar çalışırken oradaki müzakerelerin anlamı nedir? Eğer resmî görüşler anlatılmıyor ve gerçekten meselelere ilişkin konuşmalar yapılıyorsa -ki biz öyle olduğunu düşünüyoruz- bunun adı istişaredir. Yine, buralarda dile getirilmeyecek, çok özel, hususi aktarılacak bilgiler var ise eminim, Hükûmet yetkilileri buna açıktır, bunu dinlemeye açıktır. Dolayısıyla, "İstişare yapılmıyor, kapalı devre bu işler sürdürülüyor." şeklindeki yaklaşımı hem demokrasinin ruhuna hem de bunca yıllık Parlamento geleneği olan, bunun kurumlarını çalıştıran bir siyasal sisteme haksızlık olarak görürüm.

Sayın Kesici çok güzel tarihî örnekler anlattı, Talleyrand'dan bahsetti. Talleyrand, Joseph Fouche'nin çağdaşıdır. Joseph Fouche de aynı yollardan geçmiştir. Stefan Zweig'ın "Bir Politikacının Portresi" diye Joseph Fouche'yi anlattığı bir kitabı da vardır. 1990'lı yıllarda bizim siyasi literatürümüze de girmiştir "Fouche" kavramı. Fouche ve Talleyrand, biri dış işleri, biri iç işleri, onlarla meşguller. Siyasete ilişkin aktörler farklı okunabilir, buna örnek olsun diye söylüyorum. Talleyrand aksaktır aynı zamanda. Bir gün Fouche ile Talleyrand kol kola giderlerken Talleyrand hafif aksak olduğu için Fouche'ye yaslanır ve öyle yürürler. Arkadan bakan birisi, öyle anlaşılıyor ki bu İçişleri ve Dışişleri Bakanlarının yaptıkları politikalardan da ızdırap çeken kesimlerin temsilcisi olan birisi şöyle diyor: "Bakın, alçaklık ihanete yaslanmış gidiyor." Dolayısıyla, Talleyrand, Fouche, bunlar hem real politiğin birer akıldanesi olarak okunmaya müsaittirler hem de siyasetin o derin sularında, çok farklı kendilerinden örnekler çıkarılabilecek kişilerdir.

Bu "Dost Suriye, düşman Suriye..." İşte "Belli bir yıla kadar çok yakındınız, canciğer kuzu sarmasıydınız, sonra da düşman oldunuz." Buna ilişkin eleştirileri çok dinledik, gerçekten burada çok kıymetli sözcüler -en son halkasını İlhan Bey oluşturuyor- bu konuya ilişkin değerlendirmelerde bulundu. Keşke bunun muadili Esad'ın sarayında da olsa, Esad'ın Parlamentosunda da olsa. Birileri çıkıp dese ki Esad'a "Şu yıla kadar siz Türkiye'yle dosttunuz, canciğer kuzu sarmasıydınız, ondan sonra da düşman oldunuz. Bu nasıl bir politika?" diye höykürse mesela. Ama eminim ki orada böyle bir konuşmayı bırakın doğrudan anlatmayı, dolaylı söylemek, ima etmek, o anlama gelebilecek herhangi bir söz söylemek bile mümkün değildir.

Bu karşılaştırmayı şunun için yapıyorum: Demokrasinin diktatörlükten farkı, demokratik idareler, o çok seslilik, farklı görüşlerin dile getirildiği zeminlerden nihai olarak politikalarını çıkarırlar ve iddia olunur ki -demokratik teoriye ilişkin bir iddia- o yüzden son derece rasyonel, tutarlı bir şekilde politikalarını sürdürürler, diktatörlüklerde bu olmaz. Türkiye ile Suriye arasındaki ilişkileri değerlendirirken de Türkiye'nin yürüttüğü politikanın bu çok seslilikten, bu demokratik zeminden, bu farklı ikaz ve hatırlatmalardan mutlak surette beslenen ama aynı zamanda hayatın sizden cevap isteyen, onlara bir cevap vermek zorunda olduğunuz -iktidar olarak- gerçeklikleriyle yüz yüze olduğunuz, o cevapları vererek ancak yola devam edebileceğiniz durumuyla da karşı karşıya olduğunu unutmamak gerekiyor.

Türkiye ile Suriye elbette dosttu, yakındı. Sürekli dostluklar yok, sürekli düşmanlıklar da yok. Eğer bugün biz Suriye'yle bu noktaya geldiysek emin olun, bunun çok nedeni var ve buradaki sorumluları aramaya kalktığımızda, Türkiye'nin sorumluluğu zincirin ancak en son halkası olabilir. Bu değerlendirmeyi yaparken Suriye'nin içinde katledilen yüz binlerce insanı, milyonlarca dünyanın çeşitli yerlerine göç eden o göçmenleri, Ege Denizi'nin sularında boğulanları, Avrupa kapılarındaki insanları ve bütün bunların müsebbibi olan Esed politikalarını hep hatırlamak gerekir. Bunu hatırlamadan, bu göndermeleri yapmadan, bu değerlendirmeyi bir kenara koymadan Hükûmete ilişkin "Ne oldu da böyle oldu?" demek bana biraz lüks gibi geliyor, beni bağışlayın.

Değerli arkadaşlar, bu Hükûmet inşallah başarılı olacaktır. Bunu sadece dua niyetine söylemiyorum. İşin duası elbette olacaktır ama dua yetmez; çalışma, efor, performans gerekir. Eğer 64'üncü Hükûmeti AK PARTİ kurduysa Hükûmetin performansına ilişkin buradaki çok kıymetli sözleri muhakkak dikkate alırız ama aynı zamanda takdir edersiniz ki bu performansı asıl değerlendiren, asıl notu veren, kimin nerede olacağına karar veren milleti unutmamak lazım. (AK PARTİ sıralarından alkışlar)

Bugün AK PARTİ Hükûmetini oraya koyan kendileri değildir. Kendileri "Burası bizim için uygun bir yer, biz de burada oturalım." demediler. Oraya koyan millettir, sizin de bizim de hepimizin de meşruiyetini borçlu olduğumuz millettir. Sizin de bizim de söylediğimiz, iddia ettiğimiz, tartıştığımız bütün bu sözlerin ötesinde bunları değerlendirerek neticede seçimlerde kararını veren bu millettir, nihai hüküm ona aittir ve bu millet o Hükûmeti oraya koydu.

Bu Hükûmet şanslıdır çünkü Türkiye'de belki ilk defa, beş aylık bir süre içerisinde iki büyük seçimin, iki önemli seçimin aklını, muhakemesini, toplumsal eğilimlerini bundan sonraki performansının arkasına koyan ve böyle bir akılla davranmak durumunda olan bir Hükûmettir. Emin olun, ne AK PARTİ ne bu Hükûmet 7 Haziranı unutmayacaktır, 7 Hazirandaki sonuçları unutmayacaktır, 7 Haziranda millet iradesinin niçin öyle çıktığını unutmayacaktır, atacağı her adımda 7 Haziranı, önceki seçimleri elbette hep hatırlayacaktır; 1 Kasımı da hatırlayacaktır. Bu sadece Hükûmetin görevi değildir, muhalefetin de mutlak surette 1 Kasımı, 7 Haziranı ve ondan önceki seçimleri masanın üzerine yan yana koyup mukayeseli analizlerle yoluna devam etmesinde kesinlikle Türkiye için, Türkiye siyaseti için, demokrasi için, emin olun, bu Hükûmet için ve muhalefet partilerinin kendileri için fayda vardır. Çünkü ne oldu, niçin halk böyle davrandı, beş aylık süre içerisinde kimilerinin "mucizevi" dediği o değişim, o oy oranlarındaki oynama niçin böyle yaşandı? Bunu pejoratif, plastik, ideolojik bir dille, bir nevi tahkir anlamına gelebilecek yahut da "AK PARTİ işte üç numara çevirdi, onun üzerinden bu sonuçları aldı." tarzındaki değerlendirmelerin sadece sahiplerini kör edeceğini unutmayalım. Görmede bir sarı nokta hastalığı vardır, insan tam da baktığı yeri görmez. Eğer biz plastik bir dille, fazlasıyla ideolojik angajman taşıyan ve ne tür netice alırsak alalım kendi durumumuzu meşrulaştırmaya ve temize çıkartmaya çalışan bir dille durumu anlatmaya kalkarsak bunun karşılığı tıptaki ifadesiyle sarı nokta hastalığı olur. Tam da baktığımız yeri hepimizin görmek mecburiyeti vardır.

Kıymetli arkadaşlar, Ingeborg Bachmann diye bir hanımefendi vardır, 1973 yılında kendi yatağında yanarak ölmüştü, "Yeni bir dünya yeni bir dille mümkündür." diyor. Bizim de gerçekten, eski, alıştığımız, klişe, o malum tartışmaları hatırlatan, herkesin hemen bu sözün arkasından ne geleceğini tahmin ettiği plastik dillerle yolumuza devam etmemiz mümkün olmaz. Eğer hepimiz yeni bir dünya kurmak istiyorsak MHP'siyle, HDP'siyle, CHP'siyle ve AK PARTİ'siyle elbette bizi biz yapan, bize bu siyasi kimliği veren, bulunduğumuz ideolojik angajmanları ifade etmemizi gerektiren kavramları muhakkak kullanacağız ama aynı zamanda, bu ülkeyi kucaklayan, bu ülkeyi o ortak geleceğe taşıyan, taşıma iddiamızın karşılığı olan o yeni dili kurmak hepimizin boynunun borcudur. Bizim bu yeni dili kurma konusunda belki önümüzde çok önemli bir şans var -bu şansı kullanabilecek miyiz bilmiyorum- 2011'de de vardı. Yeni bir anayasa...

ENGİN ALTAY (İstanbul) - Başkanlığa geleceksin sen, belli oldu.

MEHMET NACİ BOSTANCI (Devamla) - Engin Bey oradan "Başkanlığa geleceksiniz." dedi. Doğru, başkanlığa da geleceğim, tabii ki başkanlığa da geleceğim. (AK PARTİ sıralarından alkışlar)

ENGİN ALTAY (İstanbul) - Ben, sen "yeni anayasa" demeden dedim.

MEHMET NACİ BOSTANCI (Devamla) - Başkanlığı böyle bir hassasiyet noktası, bir tür sinir ucu gibi gören siyasi anlayış da çok uygun olmaz Engin Bey. Bu ülkede mademki demokrasiden, özgürlükten, konuşmaktan, tartışmaktan, müzakereden, istişareden bahsediyoruz, öyleyse konuşalım. Daha baştan "Şu olmaz, bu olmaz." şeklindeki bir yaklaşımın kime ne faydası olacak? Eğer bu kadar oy almış bir siyasi parti ısrarla, birtakım gerekçelerle bunun tartışmasını yapalım diyorsa bunun tartışmasından kaçmak manasız.

AYTUĞ ATICI (Mersin) - Önce vaatlerinizi yerine getirin.

MEHMET NACİ BOSTANCI (Devamla) - Konuşuruz. Eğer sizin başkanlığa ilişkin itirazlarınız hem sizin kamuoyunu hem bizim kamuoyunu ikna ederse, gerçekten de başkanlığın çok mahzurlu, bu ülkeyi felakete götürecek bir iş olduğunu anlarsak, ikna olursak hep beraber üzerine bir çarpı çizeriz emin olun ama bakarsınız biz sizi ikna ederiz. Önemli olan iyi niyetle, o baştan söylediğimiz, yeni bir dünya kurma iddiasında var mıyız, yoksa o klasik angajmanlarımıza mı döneceğiz? O bakımdan, geleceğe nasıl baktığımız önemli arkadaşlar, geleceği nasıl kurmak istediğimiz önemli. Heraklit'in bir lafı vardır "Gelecek, geçmişin ileriye uzatılmasıdır." diyor. Kötümser bir felsefe. Eğer böyle olursa, ne ilerleme olur ne birlik olur; her türlü anlaşmazlık, kavga, tartışma vesaire, onların mayın döşediği yollarda yürüyen bir ülke oluruz. Böyle olmak istemiyoruz. Bu ülke, Stefan Zweig'ın dediği gibi, yıldızın parladığı bir anda bırakın geleceğe fırlasın. Bunu hep beraber yapalım, hep beraber yapalım. Belki anayasa, bunun için, yeni bir dil için, yeni bir anlaşma, yeni bir uzlaşma, bu ülkenin yeniden kucaklaşması için bir fırsat sunacak.

"Millet" diyoruz, millet üzerinde birçok tartışma yaptık bu Mecliste. Millet sadece ne olduğumuza ilişkin değildir, aynı zamanda ne olmak istediğimize ilişkindir. Biz gerçekten ne olmak istiyoruz? Millet bir sabiteler toplamı değildir. Yirmi sene öncesinin insanlarından farklıyız. Kırk sene öncesinin Türk milleti yok, kırk sene öncesinin Kürtleri de yok. Ne olacağız, ne olmak istiyoruz? İşte, bu demokratik zeminler ne olmak istediğimize ilişkin eteğimizde ne tür taş varsa ama iyi niyetle ama "Dur bakalım, buradan bana nasıl bir şey çıkar, kendi partim adına nasıl bir sonuç çıkartırım?" kurnazlığına... İnsanlar partilerini düşünürler muhakkak, onun çıkarlarını da hesap ederler, buna eyvallah derim ama kurnazca her türlü hususu kendi çıkarı istikametinde okuyan ve kesinlikle seçmenlerin de bu okumayı gördüğü bir dil ve davranışla yolumuza devam edemeyiz. O yüzden, eğer, bu ülkenin geleceğini gerçekten yıldızın parladığı bir anda böyle bir parlaklıkla kurmak istiyorsak yeni bir dil, yeni bir anayasa ve bunun için de evet, başkanlık tartışalım ve konuşalım. Bu ülkenin fuleli adımlarla ileriye gitmeye ihtiyacı var, bunda hemfikiriz. Nasıl gidecek? O adımları nasıl atacak? Bütün bunları biz müzakereci bir akılla ve elbette birbirimizi dinleyerek, muhakkak ilişkileri zenginleştirerek oluşturacağız. Demokrasinin zeminleri bunun için son derece uygun.

Bu ülkede Anayasa 1961'de yapıldı -yakın geçmişi söylüyorum- bir de 1982'de yapıldı; ikisinde de darbeciler yaptı ve biz 1982'den bu yana bu Anayasa'dan şikâyetçiyiz, herkes şikâyetçi ama yeni bir anayasa yapmak konusunda 12 Eylülün, darbeci dönemlerin, vesayetçi yapıların siyaset üzerinde etkisi kalktığı hâlde, siviller yani buradakiler yeni bir anayasa yapmak konusunda bir reşitlik gösteremezlerse hepsi bunun sorumlusu olacaktır arkadaşlar. Ve birtakım insanlar şöyle düşünmeye başlarlarsa "Evet, anayasayı sadece darbe dönemlerinde yapmak mümkün, siviller anayasa yapamazlar." derlerse onları nihai noktada haklı çıkaran bir iş yapmış oluruz. Ne kadar bu kürsülere çıkıp "Kahrolsun darbeciler, kahrolsun 12 Eylül yönetimleri." desek bile bizim pratiğimiz sivillerin kendi anayasasını yapmak konusunda reşitliğinin olmadığı bir pratik olur.

Değerli arkadaşlar, Türkiye'nin çok önemli problemlerinden birisi elbette millî birlik ve kardeşlik projesi, çözüm süreci. 2013'te başladık, 2015'te PKK yeniden sahaya çıktı ve bu noktalara kadar geldik. Ülkelerin halkıyla kucaklaşması gerekir. O halkın geleceğine, oradaki insanların esenliğine yönelik terörist girişimler var ise de ona da herkesin karşı çıkması gerekir çünkü insanların kucaklaşmasının önündeki en büyük engel dökülen kandır, teröristlerin girişimleridir ve bugün, şu pratikte gördüğümüz, açılan hendekler, işgal edilmeye çalışılan yerler, adına "özerk bölge" denilen birtakım alanlar oluşturma çabaları, maceraperest bir gençliğin arkasına takılmış çeşitli kesimler, bunlar işte, Türkiye'nin barışının, birliğinin çözüm sürecinin önündeki önemli engellerdendir. Seçim boyunca şu söylendi, denildi ki: "2013'te çözüm, çözüm diyenler 2015'te ne oldu da şimdi savaş, savaş diyor, meydanlara böyle çıkıyorlar?" Çok söylendi bu, muhalefet tarafından dile getirildi. Bu yanlış bir soru, bu yanlış bir soru. Doğru soru, ahlaki soru şudur: 2013'te kendini riske ederek, siyasi geleceğini riske ederek elini değil, gövdesini çözüm sürecinin altına koyan bu irade 2015'te nasıl bir tehlike ve tehdit gördü ki terörle mücadele etmek durumunda kaldı? Doğru soru budur. (AK PARTİ sıralarından alkışlar)

Kıymetli arkadaşlar...

OKTAY ÖZTÜRK (Mersin) - Silahlar patlayınca mı gördünüz?

MEHMET NACİ BOSTANCI (Devamla) - Kucaklaşacağız, kucaklaşacağız.

HDP'li arkadaşlar Türkiyelileşmek istiyorlar, tebrik ediyorum, gerçekten çok önemlidir.

İDRİS BALUKEN (Diyarbakır) - O yüzden mi öldürüyorsunuz?

MEHMET NACİ BOSTANCI (Devamla) - Ama Türkiyelileşmede...

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN - Sayın Bostancı, iki dakika yeter mi efendim?

AHMET YILDIRIM (Muş) - Adım bekliyoruz adım, söylem zamanı geçti Naci Bey.

BAŞKAN - Lütfen...

MEHMET NACİ BOSTANCI (Devamla) - Türkiyelileşmede... Arkadaşlar, bakın, Türkleri kucaklamanız problem değil, Türkleri kucaklamaya çalışabilirsiniz. Siz önce, siz önce...

İDRİS BALUKEN (Diyarbakır) - Bizim aramızda Türk de var, Ermeni de var, Süryani de var, sen kendine bak.

MEHMET NACİ BOSTANCI (Devamla) - Tabii, Ermenileri kucaklamak da problem değil.

İDRİS BALUKEN (Diyarbakır) - Bizim Türklerle sorunumuz yok, hiçbir zaman da olmadı.

MEHMET NACİ BOSTANCI (Devamla) - Siz, size oy vermeyen, sizden olmayan, sizinle aynı yola gitmeyen Kürtleri kucaklayabiliyor musunuz? (AK PARTİ sıralarından alkışlar)

Siz, Türkiyelileşmeden önce...

AHMET YILDIRIM (Muş) - Sayenizde Kürt kalmadı.

MEHMET NACİ BOSTANCI (Devamla) - Emin olun, bunu iyi niyetle söylüyorum, lütfen, bunu iyi niyetle söylüyorum. Çünkü hakikatçı ideolojiler cennetin ve cehennemin diliyle aynı anda konuşurlar. Aynı kökenden geldiklerini düşündükleri hedef kitlelerini çok kolay hainlikle ve alçaklıkla suçlarlar kendilerinden olmazsa. Bütün çabaları, bizden olun diye onların hem şiddete dayalı hem de söylem şiddetine dayalı bir tahakküm kurmaktır. Siz oradaki Kürtlere bunu yapıyorsunuz. Bundan vazgeçin. (AK PARTİ sıralarından alkışlar)

AHMET YILDIRIM (Muş) - Sizin yüzde 51'e yaptığınız gibi, yüzde 51'e yaptığınız gibi. Siz Türkiye'nin yüzde 51'ine yapıyorsunuz.

MEHMET NACİ BOSTANCI (Devamla) - Türkiyelileşmede ilk adım, size oy vermeyen onurlu Kürtlere karşı, onların onuruna karşı kesinlikle aynı şekilde onurlu bir davranışla siyaset meydanlarında olmanızdır. Emin olun bunu bütün canıyürekten talep ediyorum. Türkiye'nin kardeşliği ve barışı için Türkiyelileşmenin ilk adımı Kürtleri kucaklamaktır, Kürtleri kucaklayın. (AK PARTİ sıralarından alkışlar)

İMAM TAŞÇIER (Diyarbakır) - Kürtlerin tümü oy veriyor.

MEHMET NACİ BOSTANCI (Devamla) - Size oy vermeyen Kürtler; AK PARTİ'ye, CHP'ye, MHP'ye oy veren Kürtler de en az sizler kadar onurlu seçmenlerdir, bunu söyleyin, söyleyin. (AK PARTİ sıralarından alkışlar)

Kıymetli arkadaşlar...

AHMET YILDIRIM (Muş) - Naci Bey, bir sözcük de kitapçığa yazsaydınız, bir sözcük. Bakın, sabahtan beri "Kürt" diyorsunuz, bir sözcük, bir; dört harf, dört harf.

BAŞKAN - Müdahale etmeyin efendim.

Buyurun.

MEHMET NACİ BOSTANCI (Devamla) - Kıymetli arkadaşlar...

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

MEHMET NACİ BOSTANCI (Devamla) - ...bu ülkeyi hep birlikte parlak bir geleceğe taşıyacağız, hep birlikte inşallah. Problemlerimiz olursa, tartışmalarımız olursa bunları bu zeminlerde yaparız ama neticede ...

BAŞKAN - Sayın Bostancı...

MEHMET NACİ BOSTANCI (Devamla) - ...aklıselimde bu ülkenin parlak geleceğinde buluşabilme ahlakı, hassasiyeti bu Parlamentoda vardır diye düşünüyorum. Bu Parlamentoyu saygıyla selamlıyorum. (AK PARTİ sıralarından alkışlar)