GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: Birleşmiş Milletler Geçici Görev Gücü Bünyesinde Türk Silahlı Kuvvetlerinin 5 Eylül 2015 Tarihinden İtibaren Bir Yıl Daha UNIFIL Harekâtına İştirak Etmesi Hususunda Anayasa'nın 92'nci Maddesi Uyarınca Hükümete İzin Verilmesine Dair Tezkeresi (3/3)
Yasama Yılı:1
Birleşim:5
Tarih:08.07.2015

HDP GRUBU ADINA SIRRI SÜREYYA ÖNDER (Ankara) - Sayın Başkan, değerli arkadaşlar; biz de 25'inci Yasama Döneminin bütün ülkemize ve bölge halklarına barış, demokratik siyasetin gelişmesi konusunda olumlu katkılar sunucu olmasını diliyoruz. Yeni seçilen Sayın Başkan ve seçilecek olan Başkanlık Divanına da bu duygularla başarı dileklerimizi bildiriyoruz grubumuz adına.

Şimdi, gönül isterdi ki bizden çok daha sınırlı, bizden çok daha kısıtlı askerî güç veren ülkelerin tezkere oylamalarında yaptıklarının yüzde 5'ini bu Parlamentoda yapabilseydik. Bu neye vesile olur eğer bir Birleşmiş Milletler kararı da söz konusuysa? Ülkenin dış politikasının Parlamento nezdinde hele böyle karmaşık ve kaotik süreçlerde ele alınmasına, Parlamento nezdinde gelişebilecek en geniş mutabakatların ve ortaklaşmaların sağlanmasına vesile olurdu. Burada ne oldu? Burada Sayın Millî Savunma Bakanından şunu beklerdik: Yaptığı konuşmadan aklımda kalanları söyleyeyim. On üç dakika yaklaşık Sayın Bakan konuşma yaptı. Yakıtını Mersin'den alıyormuş, komutanları Brezilyalıymış ve buna benzer bir sürü gereksiz, kundağa saçak, istatistik bilgi. Bizim ihtiyacımız olan bunlar değil. 8'incisini getiriyorsunuz. Devasa bir bütçeye sahip Bakanlıksınız. Orada bir denizci de oturuyor, bir denizci sözüyle söyleyecek olursak "Hangi limana gideceğini bilmeyen gemiye hiçbir rüzgârdan hayır, bereket gelmez." Bu sekiz senede biz oraya asker gönderdik de, Birleşmiş Milletler müdahil oldu da özelde Lübnan halkı için bu müdahalenin sonuçları ekonomik, sosyal, savaş, iç savaş boyutlarıyla, özgürlükler boyutuyla ne oldu?

Peki, biz verdik ve her sene -bu 8'incisi- onayladığımız tezkereyle Meclisi bu döneme kadar bir yasama organının sekretaryası gibi çalıştırdık. Hele bir tezkere söz konusu olduğunda "Arş yiğitler, ileri!" ruhuyla buraya çıkan herkesin defalarca bunu bir millî birlik ya da bir millî meseleymiş gibi ele almasıyla meselenin o uluslararası boyutunu, meselenin savaş boyutunu engelleyici ya da geliştirici boyutunu hiç konuşmadan buradan alayıvâlâyla sayısız tezkere geçirdik. Bu Bakanlıkça, bize bir gün "Sayın parlamenterler, siz böyle dediniz, bize bu görev ve yetkilendirmeyi yaptınız, biz de orada şöyle bir şey icra ettik. Uluslararası alanda bize faydası bu oldu, zararı bu oldu." diye bunun sonuçlarıyla ilgili bir tek muhasebe önümüze gelebilmiş, getirilmiş değil. Bu, kabul edilebilir bir şey de değil, rasyonel de değil, faydası da yok.

Şimdi, özelinde bütün konuşmacıların içine düştükleri yanlış şöyle bir şey: Birleşmiş Milletler nezdindeki tek ortak yurt dışı katkımızmış, olmaz olsun! Yani bula bula, askeri bir sermaye gibi görüp... Vaktinde Amerikan emperyalizminin bir temsilcisi çok güzel özetlemişti: "Sizin bir tane ihraç malınız var." ya da "En kıymetli ihraç malınız askeriniz." demişti. Ota, yosuna hâllenen ordudan bu konuda "Sen ne diyorsun kardeşim? Biz ihraç malı değiliz." diye de bir tek çıkış hatırlamıyorum. Kendi yurttaşıyla kavga etmek isteğinde bu Meclisin seçilmiş parlamenterine silah doğrultmakta çok cevval olan ordudan, dönüp "Kardeşim, sen bizi nasıl 'ihraç malı' diye nitelersin?" diye bir tek çıkış duymadık.

Peki, bu, dış politikanın matah bir tarafı mı? Etkinliğimiz bununla mı artacak? Mesela, bu vesileyle elimize verilen dış işleri ya da millî savunma metinlerini okumak yerine, keşke biraz daha istişare edebilsek. Böylesi bir coğrafyada, siz, komşularınıza ancak demokratik bir teklif sunabildiğiniz zaman bir kudret sahibi olabilirsiniz. Peki, bu demokratik teklif nasıl sunulur? Bir mektuba yazılıp verilmez, 3-4 tane fırkateynle de gönderilmez; oradaki barbarlar çetesinden o toprağın kadim sahipleri ele geçirdiğinde bütün askerî birliğini oraya yığınak yapmakla da olmaz. Peki, neyle olur? Kendi pratiğinizle olur. Demokratik teklif böyle bir şeydir. Buraya çıkan bütün konuşmacılar bölgedeki etnik ve mezhebî farklılıklara vurgular yapmadılar mı? Bizim içinde bulunduğumuz ülke, kara parçası da böyle bir kara parçası değil mi? Peki, kendi içinizde sağlayacağınız demokratik pratik nedir? Barış içinde yaşamak. Yani nedir? Bütün insanlarınızın kendi kültürel kimliklerinden, inançlarından, sosyal düşüncelerinden dolayı emnüemân içinde olmalarını sağlamak. Siz bu pratiği sağlarsanız bölgeye, bölgedeki bütün kudret sahiplerine de, mazlumlara da bir teklif sunmuş olursunuz.

Bakanlar Kurulu da biraz susarsa... Anladık, müstafisiniz ama biraz saygı gösterin.

İDRİS BALUKEN (Diyarbakır) - Mülga, mülga!

SIRRI SÜREYYA ÖNDER (Devamla) - Şimdi, burada üstelik biz bu pratikten son derece uzağız.

Sayın Dışişleri arkada. Muhabbet ediyor Dışişleri Bakanı müstafi bir başka Bakanımızla.

Peki, bunun için toplandı bu Meclis. Arkadaş, Suriye sınırına bu ordunun yarısını gönderiyorsunuz. Ne Sayın Millî Savunma Bakanı ne Sayın Dışişleri Bakanı -bu on üç dakikayı- bölgeyi belki de bir savaşa sürükleyecek bir şeyde "Değerli parlamenterler, bu konuda ne yapabiliriz? Biz birçok yaptığını yanlış yapmakla malul bir siyasal hareketiz. 112 kere kendi yaptığımız kanunları değiştirdik. Acaba burada da bir yanlış yapıyor olabilir miyiz? İstişare sünnettir. Gelin, bunu bir istişare edelim." demediler.

AHMET AYDIN (Adıyaman) - İstişare ediyoruz şu anda.

SIRRI SÜREYYA ÖNDER (Devamla) - İstişare etmiyoruz, monolog yapıyorsunuz Sayın Ahmet Aydın; getiriyorsunuz bunu, herkes elinde Bakanlık metinlerini okuyor. İşte, biraz önce Sayın Bakanımız, eski Bakanımız Emrullah Bey Somali'yi saydı. Böyle bir şeyi söyleyince gerçekmiş gibi olmuyor. Siz, El Şebab'a -ki siz bu konuda birikimiyle maruf bir parlamenterimizsiniz- oraya yardım yaptığınız zaman, halkın yüzde 80'ini kontrol eden yapıya ve onun denetimi altındaki en yoksul insanlara bir tek buğday tanesi vermediniz. Ben bunu Sayın Bekir Bozdağ'a da söyledim, o zaman hısım akraba topluluklara o bakıyordu. Siz gittiniz, onu uluslararası rejimin akredite ettiği hükûmete verdiniz ve -o da o elindeki unu, buğdayı diğerlerine biat şartıyla, "Diz çökün, size ekmek vereyim." diye- bilerek bilmeyerek bu zulme ortak oldunuz. Oraya götürdüğünüz PR'cı magazin unsurlarıyla bu gerçekliğin üstünü örtemezsiniz.

Onun için, Sayın Ahmet Aydın, istişare etmiyoruz. Siz çıkıyorsunuz "Millet nasıl olsa bizim dediğimizi şeksiz, şüphesiz dinler. İşte bu da alışılmış tezkere. Biz her zaman getiriyoruz, gücümüz de yetiyordu, Bunu da geçiririz..." Böyle değil. Artık karşınızda, tek başına geçiremeyeceğiniz ve Hükûmetin sekretaryası gibi çalışmamakla bu ülkede demokratik süreçlerin gelişmesine katkıda bulunma ihtimali taşıyan bir Parlamento var. Bor'un pazarı geçti, Niğde de ufukta gözükmüyor, yerinizde olsam bu Meclisi ciddiye alırım ve ciddi bir şekilde bilgilendirme yaparım.

Niye? Gerçekten bir buğuzla söylemiyorum, topyekûn, sizin çocuklarınız, bizim çocuklarımız, müşterek geleceğimiz buradaki basit bir hamleyle, Sayın Başbakanın, sizin parti olarak dış politikanızın mimarı olan -pek sizin grubun da okuduğunu düşünmediğim- bu konuda geniş kitaplar yazan Sayın Davutoğlu'nun iki üç tane inşa ettiği kavram vardı; birisi "maestroluk" -ne demekse- birisi "proaktiflik", birisi ve en sıkı, "buz dağının görünmez kısmı", ben o kitabı çok derinliğine, anlamaya çalışarak, bilimsel bir merakla okudum. Şimdi, "maestro" diyoruz, kardeşim, geniş bir senfoninin içerisinde usul bilmeyen, rota bilmeyen darbukatör konumuna düştünüz; nereye gidiyorsanız ahenksizlik, nereye gidiyorsanız kakofoni.

Şimdi, "sıfır sorun"la başladı -yani hiç bu konuda bir polemik tadında konuşmuyorum- iki tane fotoğraf, gerçekten komşularımızla asgari ilişkilerimiz vardı, bugün nizalı olmadığımız bir komşumuz yok. Sayın Nabi Avcı bir ara biz muhalefet için bu benzetmeyi yapmıştı o faşist iç güvenlik yasasını görüşürken, dedi ki: "Yahu, bu kadar birbirine benzemez insanları karşımızda nasıl hizaladık pes doğrusu." Siz de bütün komşularımızdan birbirleriyle kavgalı olanları bile bizimle kavgalı hâle getirdiniz. Bu proaktif, maestro, buz dağının görünmeyen kısmı, en önemlisini de unuttum, beni bağışlayın, Sayın Davutoğlu'na da haksızlık etmek istemem, "Sabrımızı sınamasınlar." Sabrımız kevgire döndü, hâlâ Başbakan çıkıyor yani komikse komik değil, değilse çok komik denkleminde... Kim ne derse desin bu ülkenin izzetine, şerefine, haysiyetine, varlığına, birliğine, bölünmezliğine dönük binlerce iş oldu, Sayın Başbakandan duyduğumuz standart bir cümle "Sabrımızı taşırmasınlar." Ne yaparsın? Nasreddin Hoca gibi heybeyi bozup çul yaparım. Yani inandırıcılığımızı yitirdik. Niye bütün bunlar? Kendi içimizde biz -hani etrafa telkin verirken "talkın" olarak söyleniyor ya- etrafa telkin verirken, "Birbirinizle anlaşın." derken kendi içimizde düşmanlığı, kutuplaşmayı körükleyen bir siyaset izlediğimiz için. Bütün üyelerin dikkatine sunuyorum, onun için, bizim halen şeffaf bir dış politika programımız var mı? Ülke olarak soruyorum ya, bu ülkedeki 550 vekilden birisi olarak merak ediyorum: Olurlarımız neler, olmazlarımız neler? Müttefiklerimiz kim? İnanmıyorum ama düşmanlarımız kim, rakiplerimiz kim? Böyle bir şey yok. Bir sütre gerisinde o anki altın ticaretinin, o anki örtülü ilişkilerin, o anki petrol ihtiyacının gerektirdiği bir kayganlık, bir omurgasızlık içinde geçip gidiyor.

Şimdi, bu ülkenin en yetkili ağızları bu askerimizi, hepimizin evlatlarını, hepimizin kardeşlerini Rojava sınırına dikiyorlar, "Bu bizim kırmızı çizgimizdir." diyorlar. El insaf! Sen bundan önce Irak'taki Kürt bölgesi için de "Kırmızı çizgimizdir." dedin, sonra neredeyse kirve oldunuz, birbirinize gidip gelmelerin hesabı bitti. Şimdi işi böyle ticarete, kötü bir pragmatizme falan endekslediğiniz zaman bir ciddiyeti kalmaz, getirdiğiniz işlerin de bir ciddiyeti kalmaz. Yerli yersiz kullanılan bir kavram var. Bu Rojava'daki saldırıyı bari bu vesileyle biz konuşmuş olalım ne Dışişleri Bakanının ne Millî Savunma Bakanının bu konuda bir izahat vermek gibi sorumlulukla hareket etmeyecekleri çıktı ortaya.

Arkadaşlar, orada demografik bir göç ya da yönlendirme değil 21'inci yüzyılın kahramanlık destanı bir barbar çetesine karşı genç kadınlar, erkekler, Kürtler, Araplar, Türkmenler ve dünyanın bütün halklarından çocuklar tarafından bir barbar ordusuna karşı 21'inci yüzyılın destanı yazılıyor, bir.

İki: Orada ulus devlet anlayışını reddederek bölgedeki tüm bu karmaşaya demokratik teklif sunan bir siyasal yapı var, bunun kıymeti bilinmiyor. Dinlerin, mezheplerin, halkların üzerinde bir yaşam modelini yani o demokratik teklif dediğimiz şeyi, Türkiye'deki çözüm sürecini de talep eden, kontrol altına aldığı bölgelerde de ırzını, namusunu, bütün tacizlere, tecavüzlere karşı canını, toprağını savunan insanlar orada pratiğe geçiriyorlar.

Çok değil, Nasır'la baba Esad'ın geliştirdiği Arap milliyetçiliği kavramında -içinizde çok değerli yeni vekiller var, onlara sorarsanız- Arap kemeri nedir, Gire Spi ne zaman Arap toprağı olmuştur? Size bizzat anlatacak AK PARTİ'li arkadaşlara söylüyorum, çok değerli yeni arkadaşlarınız var. Arap kemeri, orada Kürt'le Kürt'ün arasına iskânla, zorla Arapları koydular, Kürtlerden köroğluları çıktı, Türkiye sınırından mayınları söktüler, o Arap kemerine döşediler, o Arap kemerini geriletmeye çalıştılar. Oradan mektumluk meselesini, kimliksizleştirme meselesini size sorun anlatsınlar, böyle bakanlık bültenleriyle olmaz bu işler. Şu devlet dilinden, o soğuk, tekfir eden, üstten bakan devlet dilinden biraz ari tutalım hepimiz kendimizi. Önümüzde çözmemiz gereken, attığımız her adımda iç barışımızı ya tahkim edeceğimiz ya hepten tahrip edeceğimiz bir yol ayrımına götürebilecek kalibrede meselelerimiz var. Bunları kimseden duyamazsınız, bunları elinize tutuşturulan bakanlık bültenlerinde göremezsiniz. O Arap kemeri, işte "demografik göç" diyen kim olursa olsun Arap kemerinden başlayacak anlatmaya. Şimdi, oradaki PYD anlayışı bütün bunların da üzerine çıkarak oradaki Arap'ın da, Türkmen'in de, Süryani'nin de, Ezidi'nin de, Kürt'ün de yaşam hakkını, güvencesini aziz sayarak bir modelleme yapıyor, bizdeki ferasete bakın, PYD ile IŞİD'in bir farkı yok deyip çıkıyoruz. İşte, Meclis, artık eğer siz bu Hükûmetten düştüğünüzü kabul etmeyip bir an önce yeniden, tek parti iktidarınızla, bir seçime daha götürelim demezseniz bu Parlamento böyle bir işlev görecek. Sağcısıyla, solcusuyla, ulusalcısıyla, Kürdüyle, Süryanisiyle, Ermenisiyle, Ezidisiyle oturacağız, müşterek geleceğimizi birbirimize hakaret etmeden de konuşabileceğimizi, birbirimizi ikna etmeye çalışabileceğimizi, bu organın bir sekretarya gibi değil, bu memleketin en yüksek istişare organı gibi çalışabileceğini göstereceğiz. Herkese düşen, bu seviyeyi muhafaza etmek. Herkese düşen, bu ciddiyeti ve katkı sunabilecek, geliştirebilecek sözleri burada kamusal alana taşımak. Herkese düşecek olan, artık resmî devlet ağızlarını bir kenara bırakıp çoktandır unuttuğunuz insan, insan, insan olgusuna, derekesine bunu indirip bununla ele almak, tartışmak.

Farkındasınız, seçimden bu yana çok tahkir ediliyoruz, yok sayılıyoruz. Büyük bir özgüven ve büyük bir demokratik sabırla bu işlerde bunu yapan herkesin kendine gelmesini bekliyoruz. Derdimiz gerçekten müşterek geleceğimizdir. Bütün bu asker ihraçlarına ilkesel olarak karşı çıkacağımızı, "hayır" oyu vereceğimizi de belirtiyorum.

Sayın Divanı ve hepinizi saygıyla selamlıyorum.

Teşekkürler. (HDP sıralarından alkışlar)