GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: 2014 YILI MERKEZİ YÖNETİM BÜTÇE KANUNU TASARISI İLE 2012 YILI MERKEZİ YÖNETİM KESİN HESAP KANUNU TASARISI NEDENİYLE
Yasama Yılı:4
Birleşim:32
Tarih:15.12.2013

BDP GRUBU ADINA EROL DORA (Mardin) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; 2014 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Tasarısı kapsamında, Çevre Bakanlığı bütçesi üzerinde Barış ve Demokrasi Partisi Grubu adına söz almış bulunmaktayım. Genel Kurulu saygıyla selamlıyorum.

Bir ülkede, demokrasi, toplumun kendisiyle ilgili kararlara müdahil olabileceği ölçüde anlamlı, işlevsel ve kalitelidir. Demokrasinin, temsilî bir mekanizma değil katılımcı ve müzakereci bir süreç olduğu unutulmamalıdır. Bu anlamda, siyasetin çözüm üretebilme kapasitesi müzakere süreçlerini inşa edebilmesiyle ilişkilidir. Hesap verebilmeye, denetlenebilmeye açık ve hazır olmak, bir iktidarın demokratlık ve şeffaflık karnesinde önemli noktalardır. Zira, bir bütçenin denetlenebilir olması ya da olmaması, iktidarın diğer alanlardaki politika ve icraatlarının da bir aynası niteliğindedir. Bütçe üzerinde yapılan görüşmeler ve yürütülen tartışmalar artık sembolik bir seremoninin ötesine geçmek zorundadır. Özellikle üzerinde konuştuğumuz Çevre Bakanlığı gibi tüm ekosisteme dair sorumluluğu olan bir bakanlığın bütçesi üzerinde etkin bir toplumsal katılım ve denetleme sağlanmadan demokrasi kavramı ancak bir iddia düzeyinde kalır. Öyle ki kaynaklarının kullanımında söz sahibi olamayan bir toplumun diğer karar süreçlerinde de etkin olması beklenemez.

Değerli milletvekilleri, 5 Haziran 1972'de Stockholm'de toplanan Birleşmiş Milletler Çevre ve İnsan Konferansı'nın ünlü "Dünya Çevre Bildirgesi"nin ilkeler bölümünde şöyle denilmektedir: "İnsanın onurlu ve huzurlu bir hayata izin verecek kalitede bir çevrede özgürlük, eşitlik ve elverişli hayat şartları içinde yaşaması temel hakkıdır." Bu ilke, çevre hakkı kavramının belirtildiği bir belge niteliğindedir.

Bu bağlamda, çevrenin korunması, insanlık ve tüm canlılar için yaşam kaynaklarının gözetilmesi, doğa ve kültür mirasının yaşatılması ve geliştirilmesi noktasında son derece duyarlı olmamız gereken bir çağda ve coğrafyada yaşıyoruz. Temel insan haklarının bile yeterince korunamadığı ülkemizde, çevre hakkını savunmayı ve doğanın haklarından söz etmeyi bu nedenle anlamlı ve gerekli bulduğumu belirtmeliyim.

Değerli milletvekilleri, özgürlük yalnızca insanların hakkı değildir; özgürlük, aynı zamanda göller, ırmaklar, ağaçlar ve hayvanların, kısaca tüm ekosistemin hakkıdır. Unutmamak gerekir ki insan bu ekosistemin yalnızca bir parçasıdır. Deyim yerindeyse, dünyanın sahibi değildir, kiracısıdır ve komşularıyla yani ekosistemin diğer üyeleri olan hava, su, toprak ve diğer canlılarıyla iyi geçinmek zorundadır.

Değerli milletvekilleri, konuşmamı, çevrenin korunması konusunda çok büyük öneme sahip yasal bir mevzuat olan ÇED raporuyla ilgili sürdürmek istiyorum. Türkiye'de çevresel etki değerlendirme süreci denildiğinde, mevzuat açısından aklımıza ilk olarak ÇED Yönetmeliği ve Çevre Kanunu gelir. Çevre Kanunu'nun 10'uncu maddesi, gerçekleştirmeyi planladıkları faaliyetler sonucu çevre sorunlarına yol açabilecek kurum, kuruluş ve işletmelerin ÇED raporu almasını şart koşmuştur. "ÇED raporu" denilen bu belgeyle amaçlanan ise hayata geçirilecek, inşa edilecek projenin yol açabileceği bütün olumsuz çevresel etkilerin önceden tespit edilip gerekli tedbirlerin alınmasını sağlamak ve söz konusu projenin onaylanması ya da onaylanmaması noktasında gerekli verilere ulaşabilmektir.

Kısaca "ÇED Yönetmeliği" olarak anılan bu yönetmeliğin ilk yürürlüğe girdiği 1993 yılından bu zamana kadar geçen süre içinde 1997'de 1 kez, 2002 yılında 2 kez, 2004, 2008 ve 2009'da 1'er kez ve 2011'de 2 kez olmak üzere toplam 8 defa değişikliğe gidilmiş, yönetmelik 3 kez tamamıyla yürürlükten kaldırılmıştır.

Yatırım ve enerji sektörünün baskılarıyla ortaya çıktığını düşündüğümüz değişikliklerle ÇED Yönetmeliği her geçen yıl biraz daha çevre koruması amacından uzaklaşmış, yapılan her değişiklik yatırımcıların önünü biraz daha açmayı hedeflemiştir.

Değerli milletvekilleri, ÇED İzin ve Denetim Genel Müdürlüğü tarafından tutulan 1993-2010 yıllara arasındaki ÇED kararları istatistiklerine göre on yedi yıllık dönem içinde verilen 33.824 ÇED kararından sadece 32 tanesine "ÇED olumsuz" raporu verilmiştir. "ÇED gerekli değildir." kararı sayısı ise 31.285'tir.

Dört bir yanı doğal sit alanı, koruma havzası, orman, tarihî sit alanı olan ülkemizde doğanın ve çevrenin emanet edildiği Bakanlığa bağlı birimlerce verilen kararlara dair vahim rakamlar ortadadır.

Bu arada "ÇED olumsuz" raporu verilen bu 32 projenin iptal olduğu gibi bir yanlış anlamaya yol açmayalım. Bu projeler çeşitli şekillerde değiştirilerek, bir kısım projeler parçalara bölünerek yeniden başvuruda bulunulmuş, bunlardan önemli bir kısmı da "ÇED olumlu" veya "ÇED gerekli değil" kararlarıyla uygulamaya konulmuştur.

1993 yılında yürürlüğe giren ÇED Yönetmeliği'nin geçici 3'üncü maddesiyle de bu tarihten önce yapımına başlanmış projeler Çevresel Etki Değerlendirmesi Raporu'ndan muaf tutulmuşlardır. Bunun en somut örneği kamuoyunda Hasankeyf'in sular altında bırakılması olarak bilinen ve Dicle Nehri üzerinde kurulacak olan Ilısu Barajı Projesi ve benzeri pek çok büyük proje 1993 yılından önce yatırım programına alınmış olduğu gerekçesiyle çevresel etkileri analiz edilmeden, hesaplanmadan ve özetle devlet tarafından çevre umursanmadan uygulamaya konmuştur.

Değerli milletvekilleri, ÇED raporlarının hazırlanma sürecinde işletmenin kurulacağı yerleşim yerinde yaşayan halkın proje konusunda bilgilendirilmesi adı altında bazı toplantılar yapılmaktadır. Formalite hâline gelmiş bu uygulamada halkın itirazları dinlenir ve raporlara kaydedilir. Karar aşamasında halkın itirazlarına aslında hiçbir değer verilmediği az önce belirttiğim istatistiki rakamlardan bellidir.

Bu arada, halkı bilgilendirme toplantılarının suistimali ile ilgili trajik bir konuya da mutlaka değinmek gerekiyor. Bilindiği gibi on yıllarca süren çatışmalı ortam sürecinde devletçe boşaltılmış veya güvenlik kaygılarıyla terk edilmiş binlerce köy ve mezra bulunmaktadır. Dolayısıyla, boşaltılan köylerinden ayrılmak zorunda kalmış ve gerek başka şehirlere gerekse başka ülkelere göç etmiş insanların çoğunun işleme konulan bu projelerden haberi bile olmamaktadır. Bir başka deyişle, insansızlaştırılmış bu köyler taş ocaklarının, maden ocaklarının, hidroelektrik santral işletmelerinin insafına terk edilmiştir. İnsansızlaştırılmış bu köylerde ÇED raporlarına dair toplantı yapılacak bir halk yaşamamaktadır. Dolayısıyla, insanları göçertilmiş bu köyler devlet eliyle her türlü talana açık hâle getirilmiştir.

Değerli milletvekilleri, Avrupa Birliği Türkiye 2013 İlerleme Raporu'nda da önemle belirtildiği gibi Türkiye nisan ayında Çevresel Etki Değerlendirmesi'ne ilave muafiyetler getirmek suretiyle çevre alanındaki yatay mevzuatını ÇED direktifinin gereklilikleriyle tutarlı olmayan bir şekilde değiştirmiştir. Bunun sonucu olarak Karadeniz ve Akdeniz Bölgesi'ndeki nükleer santraller, mikro ölçekli hidroelektrik santraller İstanbul'daki 3'üncü köprü ve yeni havaalanı da dâhil olmak üzere büyük çaplı birçok altyapı projesi ÇED raporu kapsamı dışında tutulmuştur.

Değerli milletvekilleri, Avrupa Birliğine uyum sürecinde sıkça gündeme gelen doğa korumasıyla ilgili çerçeve mevzuatı ve ulusal biyoçeşitlilik stratejisi ve eylem planı henüz kabul edilmemiştir. Biyolojik çeşitliliği korumak adına yeterli bir mevzuat da henüz bulunmamaktadır. Bu konuyla ilgili olarak Edremit Körfezi'ndeki Havran'da bulunan 10 farklı türden 20 bin yarasanın eşleşmek ve yavrularını büyütmek için kullandığı mağaraların tüm eylemlere rağmen baraj kapaklarının kapanmasıyla sular altında kalması neticesinde yaşanan yarasa katliamı hâlâ hafızalardaki yerini korumaktadır.

Değerli milletvekilleri, elbette kapsam olarak Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı bünyesinde görülen ancak çevreye etkileri bakımından değinilmesi gereken bir konu da maden işletmeciliği, özelde ise altın madeni işletmeciliğiyle ilgili sorunlardır.

Çanakkale'de yaklaşık on beş yirmi yıldır süren ve ağırlıklı olarak değerli metallerle ilişkili madencilik faaliyetleri girişimi, bugün itibarıyla kritik bir aşamaya ulaşmıştır. Madenler, Çanakkale, Merkez, Çan, Bayramiç ve Lapseki ilçe sınırlarında ve Kaz Dağları yöresinde bulunmaktadır. Arama faaliyetlerinin işletme faaliyetine dönüşmek üzere olduğu bölgede, binlerce sondajın yapıldığı ve daha bu ilk sondajlarda bölgedeki köylerde suların bulanıklaştığı, musluklardan çamurlu suların aktığı ve bazı köylerin artık damacana suyu içer hâle geldiği belirtilmektedir. Bu ilk sondajlarda bu durumun yaşanması, bu bölgede yer altı su rezervlerinin karşı karşıya olduğu tehlikeyi gözler önüne sermektedir. Maden şirketleri her ne kadar önlemlerini alacaklarını belirtseler de bölgeyi önemli tehditler beklemektedir. Bunlar arasında yer altı ve su üstü kaynaklarının kirlenmesi ve bölgedeki su rezervlerinin yetmemesi, asit kaya drenajı ve buna bağlı ağır metal içeriği yüksek asidik suların bölgeyi kirletmesi, gürültü kirliliği ve tozluluğa bağlı kirlilik, kaza ve yangın riski, bölgedeki ormanlık alanların yok olması, insanlarda çeşitli hastalık ve bozuklukların ortaya çıkması, tarımın ve hayvancılığın olumsuz etkilenmesi, bölgenin ekolojik yapısının geri dönüşümsüz tahribi, ormanlık alanların ve su kaynaklarının göreceği zarara paralel olarak bölgede bulunan doğal yaşam formlarının zarar görmesi sayılabilir.

Doğayı da insan emeğini gördüğü gibi, meta olarak gören ve onu sömürmeyi amaç edinmiş bir ekonomik sistemde, çevre kirliliğinin her yanı kapladığı ve insanları bozulmamış doğal yaşam alanı aramaya yönelttiği bir dönemde, en büyük hazine doğal yaşamın ve biyoçeşitliliğin sürdüğü alanlardır. Böyle bir durumda, Çanakkale ve Kaz Dağları bölgesini altın şirketlerine açmak, oluşacak bütün olumsuz etkilerin sorumluluğunu üstlenmekle eş anlamlıdır.

Bir ülkenin doğal zenginlikleri ancak ve ancak o topraklar üzerinde yaşayan insanların ve doğanın yararına kullanılabilir. Bu kaynakların, halka rağmen, sayılı ortaklara sahip olan, yerel ya da çok uluslu şirketlere bırakılması o topraklarda yaşayanların yaşam haklarına saldırı ile eş değerdir. Özellikle, bu saldırının, o ülkede yaşayan insanların yasal haklarını tıkayan kanunlar ve yönetmelikler yoluyla yapılmasının izahı olamaz.

Değerli milletvekilleri, hidroelektrik santraller bu kaynaklarımızı tehdit etmeye devam ediyor ve maalesef, ilgili bakanlıklar bu uygulamadan vazgeçmiyorlar. Akarsuya müdahale yöntemleri suyun akışını keserek ya da akarsuyun yatağını değiştirerek yapılmakta, HES yapımı sonrasındaki etkilere baktığımızda, akarsuların doğal akışı ve yapısı değiştiriliyor, HES inşaatından sonra su kalitesinin bozulmasına neden oluyor. Sudaki oksijenin miktarının azalması, çözünmüş oksijenin düşmesi bölgedeki tüm canlıların yaşamını etkiliyor, tehlikeye atıyor. Sudaki canlıların, mikroorganizmalardan balıklara kadar, bu oksijene ihtiyacı olan canlıların yaşamı tehlike altında kalıyor. Yine, suyun orada tutularak azalması, akışındaki azalma ya da etraftaki ağaçların, hayvanların, tüm canlıların bu suya ulaşamamasına neden olduğu gibi, onların da hayatlarında ciddi bir tehdit olmaktadır. Akarsular deltalardan geçerek denize ulaşıyor. Akarsuyun akmasını engellediğinizde tortulara bağlı olarak akarsuyun taşıdığı besin maddelerini de tutmuş oluyoruz.

Son olarak: Diyarbakır'da yapımı süren Kulp ve Silvan HES inşaatlarına tepkiler sürerken Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ile Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü sessiz sedasız, Diyarbakır'ın içinden geçen Dicle Nehri üzerine 3 yeni HES inşaatı için de çalışma başlattı. Böyle giderse çok yakın zamanda üzerine HES kurulmamış dere yatağı kalmayacak ve daha uzun zaman diliminde de daha vahim sonuçlar kaçınılmaz olacaktır.

Değerli milletvekilleri, artan sanayileşme, hızlanan kent yaşamı ve devamında üretim ve tüketim politikaları fosil yakıt kaynaklı iklim değişikliğini insanlık için ciddi bir sorun hâline getirmektedir. Doğanın hızla yok olması, yeni kent yaşam alanları için ormanların kesilmesi, sulak alanların kurutulması gibi birçok ekosistemin tahribatıyla iklim değişikliğinde dengeler bir kat daha bozulmaktadır. Bugün için iklim değişikliği daha fazla sera gazı salımı ve bu gazları tutan ve yutan alanların daha fazla tahrip olması ile ciddi bir noktaya ulaşmıştır. Bu gelişmeler olurken vahim konu, Türkiye'nin, İklim Değişikliği Ulusal Eylem Planı'nda hâlâ genel bir ulusal sera gazı emisyon hedefinin olmamasıdır. Kopenhag uzlaşması ile 140'tan fazla ülke sera gazı azaltım, sınırlama ya da gönüllü projeler için bildirimde bulunurken Türkiye herhangi bir taahhüt vermekten kaçındı. Genel düzeyde hedef koymayan Türkiye, 1990 yılına göre 2011'de sera gazı emisyonlarını yüzde 124 artırdı. Bilindiği gibi, sera gazlarının miktarındaki artış, gezegenin sıcaklık ortalamasının artmasına yani küresel ısınmaya yol açmaktadır. Bu gerçeklik ortadayken Türkiye'nin bu sorumluluktan feragat etmesi düşünülemez. Hükûmet bu konuda gerekli adımları atmalıdır.

Çevre konusunda bir diğer önemli nokta nükleer santraller meselesidir. Nükleer santraller, kurulumu uzun süren ve yüksek maliyetli olan tesislerdir. Ömrünü tamamlayan tesislerin sökülmesi işlemi de uzun süreli ve oldukça risklidir. Ayrıca dünyada şu ana kadar radyoaktif artıkların güvenle saklanabilmesine yönelik bir formül bulanabilmiş değildir. Kaldı ki gelişmiş dünya ülkeleri nükleer enerjiden kurtulmanın yollarını arıyorken Türkiye'nin de yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelmesi gerekir. Doğaya, insana ve geleceğe saygılı ve güvenli enerji politikaları üretmek, devletlerin yurttaşlarına ve dünyaya karşı önemli bir sorumluluğudur.

Değerli milletvekilleri, bir diğer değinilmesi gereken konu, kentsel dönüşüm politikalarıdır. Çevre ve Şehircilik Bakanlığının kendisine slogan edindiği "marka şehirler" yaratma hayali; şehirlerin akciğerleri niteliğinde yeşil alanları arsalara dönüştürmek suretiyle tam anlamıyla bir kıyıma neden olmaktadır. Çevre ve Şehircilik Bakanlığının geçtiğimiz aylarda almış olduğu "yapı rezerv alanı" kararı Diyarbakır'ın en önemli yeşil ve doğal alanı olan Hevsel Bahçelerinin kentleşmeye açılmasına neden olacak, bu karar ekolojik bir yıkım anlamına gelecektir.

Hevsel Bahçelerinde 180'den fazla kuş türü yaşıyor. Türkiye'nin sayılı ve bölgenin en büyük kuş cenneti olan Hevsel de, yiyeceğin bolluğu kuşlar için bulunmaz bir nimet olduğundan dolayı kuşlar açısından önemli bir durak. Göçmen kuşlar, Dicle Vadisi'ni ve dolayısıyla Hevsel Bahçelerini istasyon olarak kullanıyor. Kuşların yanı sıra, kirpi, tilki, sansar, su samuru, domuz ve sincap gibi onlarca hayvan türü var. Eskiden Diyarbakır'ın sebze ve meyve ihtiyacının karşılandığı Hevsel Bahçelerinde tarım hâlâ yapılıyor. Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi ve sivil toplum kurumları tarafından Hevsel Bahçelerini de kapsayan Diyarbakır Surlarının UNESCO dünya mirası listesine alınması için başlatılan çalışmalara, Kültür ve Turizm Bakanlığı da destek verirken, Çevre Bakanlığının aldığı bu karar, doğru bir politikanın ürünü değildir.

Kentsel politikalar yeniden ele alınmalı, doğal çevre ile uyumlu, tüketime yönelik olmayan, kirletmeyen, tarihsel ve kültürel çevreyi insan ölçekli kentsel dokuları koruyup geliştirmeyi amaçlayan yeni politikalar oluşturulmalıdır.

Kentsel düzenlemelerde Bakanlıkla birlikte yerel yönetimlerin de üzerine düşen önemli konulardan biri de engelli bireylerin daha kolay hareket edebilecekleri, hizmetlere daha kolay erişebilecekleri, engellenmişlik hissini yaşamayacakları mekânsal düzenlemelerin acilen uygulamaya geçirilmesidir. Bu kapsamda zorunluluklar getirici yasal düzenlemeler getirilmelidir.

Değerli milletvekilleri, "Çözüm olarak neler yapılabilir?" diye düşünüldüğünde, en başta gayrimenkul ve mülkiyet çalışmalarının sermayeye, ranta değil, halkın sorunlarını çözen mantığa dayalı oluşturulması sağlanmalı ve gayrimenkulle ve mülkiyetle ilgili kanunlar bölgesel farklılıklar baz alınarak yapılmalı, şu ana kadar yapılan muhtar, bilirkişi beyanlarının arkasına sığınarak değil, vatandaşlar bilgilendirilip her sürece dâhil edilerek yapılmalıdır.

Doğal kaynaklardan ihtiyaçlarını karşılamak her canlının hakkıdır. Bu nedenle, doğal kaynakları genelde insanların tekeline, daha özelde insanların kurdukları kâr hırsı güden şirketlerin tekeline vermek hiçbirimizin haddine değildir. İnsan yaşamı ve etkinliklerinin ekolojik değerleri tüketen değil, yeniden üreten ve doğadaki diğer türlerle uyumlu hâle getirilmesi için çalışılmalıdır.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

EROL DORA (Devamla) - Birçok düşüncem vardı ancak zaman yetmediği için bunları dile getiremeyeceğim.

Tekrar Genel Kurulu saygıyla selamlıyorum. 2014 bütçesinin de hem ülkemize hem bütün vatandaşlarımıza hayırlı olmasını temenni ediyor, saygılarımı sunuyorum. (BDP sıralarından alkışlar)