| Konu: | |
| Yasama Yılı: | 4 |
| Birleşim: | 22 |
| Tarih: | 26.11.2025 |
DEM PARTİ GRUBU ADINA KAMURAN TANHAN (Mardin) - Ben de 25 Kasım dolayısıyla ölüme karşı yaşamı, çaresizliğe karşı umudu, korkuya karşı cesareti kuşanan tüm kadınları selamlayarak başlamak istiyorum.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; torba yasa teklifinin birinci bölümü üzerine söz aldım. Sözlerime Wilson Yasası'yla başlamak istiyorum. "Eğer bilgiye ve zekâya öncelik verirseniz para gelmeye devam edecektir." diyor. Ama AKP iktidarında bilgiye ve zekâya öncelik verilmez, verginin vergisine öncelik verilir; dolayısıyla, sonuç olarak, onlar için de para gelmeye devam ediyor.
Bu teklif sadece teknik bir vergi düzenlemesi değildir; bu teklif, yasama süreçlerinin nasıl işlediğini; iktidarın Meclise, muhalefete ve yurttaşa bakış açısını gösteriyor aslında. İktidar, alışkanlık hâline getirdiği üzere, yine yangından mal kaçırır gibi hareket etmiş; yurttaşların, sendikaların, meslek örgütlerinin, üniversitelerin, yerel yönetimlerin görüşlerine başvurmadan bu kanun teklifini Komisyondan geçirmeye çalışmıştır. Daha vahimi, 36 maddelik bir teklifte görüşmeler sürerken, nereden geldiği belli olmayan, doğru düzgün izah edilemeyen 4 yeni maddenin eklenmiş olmasıdır. Bu durum, sadece özensizlik değil, yasama sürecine hoyratça yaklaşımının, Meclisi onay makamına indirgeme isteğinin açık göstergesidir ve yine tesadüf değildir, 40 maddelik bu büyük torba yasa Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Teklifi görüşmelerinden hemen önce getirilmiştir. Amaç açıktır: Muhalefetin 2026 bütçesi üzerine yoğun çalışmasını engellemek, bütçe tartışmalarını kıskaç altına almaktır buradaki amaç.
Değerli milletvekilleri, DEM PARTİ olarak yıllardır söylüyoruz: Torba yasa usulü, yasa yapma tekniğine ve evrensel hukuk ilkelerine aykırıdır. Roma hukukundan beri bilinen temel bir ilke vardır: Hiç kimse birbirinden tamamen farklı alanlarda düzenlemeler içeren bir teklif hakkında tek bir "evet" ya da "hayır" demeye zorlanamaz ama bugün burada konuştuğumuz teklif tam olarak da budur aslında. Kira gelirinden araç harçlarına, vakıf üniversitelerindeki harç sisteminden İşsizlik Sigortası Fonu'nun kullanımına, Karadeniz kıyılarında serbest bölge düzenlemesinden UEFA organizasyonlarına tanınan vergi istisnalarına kadar birbirinden çok farklı başlıklar aynı torbaya doldurulmuş ve önümüze getirilmiştir. Romalılar milattan önce 98 yılında bu usulü terk etmiştir.
Öncelikle vergi adaleti açısından bakmak istiyoruz buna. Bu teklifte krediyle, yüksek faizle ev alan yurttaşın konut kredisi faizini gider yazma hakkı elinden alınıyor. Gayrimenkul satışındaki ceza oranı katlanarak artırılıyor. Yine bu teklifle araç satışlarındaki noter harçları yükseltiliyor. Yine bu teklifle ikinci el araçlardan daha önce alınan ÖTV, KDV, MTV'sini defalarca ödemiş yurttaşlardan ek vergi yine alınıyor. Verginin vergisinin vergisi aslında bu düzenleme. Küçük veteriner muayenehanelerine, küçük galerilere, taşınmaz ticareti yapan esnafa, kuyumculara yıllık yüksek harçlar getirilerek binlerce küçük işletme yeni bir mali baskına alınıyor, küçük işletmelerin kapatılmasına sebebiyet veriliyor. Öte yandan bakıyoruz, borsa ve fonlar üzerinden yüksek kazanç elde edenler, sistemin sunduğu avantajlarla korunmaya devam ediliyor. UEFA gibi dev organizasyonlara, uluslararası dev yapılara bir dizi şirket ve kurum üzerinden tam KDV istisnası ve iadesi imkânı tanınıyor. Çok kazanandan çok, az kazanandan az vergi anlayışını her fırsatta dile getiriyoruz ancak bu teklif, tam bunun tersini yapıyor; klasik bir iktidar anlayışı. Dar gelirlinin, kiracının, ikinci el araç alıp satmak zorunda kalanların, küçük esnafın ve serbest meslek erbabının sırtına yeni harçlar, yeni cezalar bindiriliyor. Büyük sermayelere ve uluslararası organizasyonlara ise vergi istisnalarıyla bu durum korunuyor.
Teklifin eğitim ve gençlik boyutu da aynı derecede vahimdir. Vakıf üniversitelerinde hazırlık sınıfı ve birinci sınıf dışındaki öğrenim ücretlerinin ÜFE ve TÜFE ortalamasına bağlanması zaten astronomik seviyelere çıkmış ücretlerin kalıcı biçimde yüksek kalması anlamına gelmektedir. Bugün birçok vakıf üniversitesinde yıllık ücretlerin 1 milyon TL'nin üzerinde olması, bu ücretlerin kimi Avrupa ülkelerinin nitelikli üniversiteleriyle yarışıyor olması ama ne eğitimde nitelikte ne de akademik sıralamada aynı seviyede olduğunu göremiyoruz. Bu anlayışa rağmen ücret artışları da enflasyona endekslenerek âdeta otomatik zam mekanizması hâline getiriliyor. Oysa, Anayasa’nın 42'nci maddesi açıktır: "Kimse, eğitim ve öğretim hakkından yoksun bırakılamaz." Eğitim temel bir haktır ve sosyal devletin görevidir. Gençlerin yükseköğretime ücretsiz bir şekilde erişimini sağlamaktır sosyal devletin görevi. Gerçekte ise neler oluyor, ona biraz baktığımızda; ekonomik kriz nedeniyle her yıl yüz binlerce öğrenci üniversite kaydını sildiriyor; vakıf üniversiteleri "kâr amacı gütmeyen tüzel kişilikler" olarak tanımlanmasına rağmen fiilen yüksek ücretli işletmelere dönmüş durumda; devlet üniversiteleri kaynak yokluğu ve siyasi baskı altında çoraklaşırken vakıf üniversiteleri piyasaya entegre olmuş yapılar hâline geliyor. Bu teklif, eğitimi temel bir hak olarak değil satın alınabilir bir ayrıcalık olarak gören anlayışın ürünüdür. Diyoruz ki yükseköğretim parasız ve nitelikli olmalıdır; ücretler ÜFE'ye, TÜFE'ye değil sosyal devlet ilkesine göre belirlenmelidir; 2026 bütçesinde her gencin ücretsiz yükseköğretime erişebilmesini sağlayacak kaynaklar ayrılmalıdır.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; bu torba yasa teklifi sadece bugünümüzü değil geleceğimizi de ipotek altına alan maddeleri içermektedir. Bunlardan biri İşsizlik Sigortası Fonu'nun kullanımına ilişkin düzenlemedir. İmalat sanayisinde istihdamı koruma ve artırma iddiasıyla fonun 2025 yıllık prim gelirlerinin yüzde 15'i kadarının Sanayi ve Teknoloji Bakanlığına aktarılması öngörülmektedir yani İşsizlik Fonu işsizlerden çok, patronlara çalışan bir mekanizmaya dönüşmüştür; bu teklifte aynı çizgi sürdürülmektedir. İşsizlerin alın teriyle biriken kaynağın bir kez daha teşvik adı altında sermayeye aktarılması yolunu açıyor aslında bu teklif. Benzer biçimde, bireysel emeklilik sisteminde devlet katkısı oranını Cumhurbaşkanının keyfî takdirine bırakan düzenleme de son derece sakıncalıdır. Devlet katkısının yüzde 30'dan yüzde 50'ye kadar artırılması veya sıfıra indirilme yetkisi yasama organının net ve öngörülebilir şekilde belirlemesi gereken bir alanı yürütmenin tek imzasına bırakması anlamına geliyor. Peki, milyonlarca yurttaşın uzun vadeli tasarrufu bir imzayla değersizleşirken ekonomik kriz ve bütçe açığı bahanesiyle katkı payı sıfıra düşürülebiliyor. Sisteme güven daha da sarsılabilir bu anlayışla. Kuvvetler ayrılığı zaten çok zayıflamışken sosyal güvenlik alanında bile böylesine geniş bir yetkinin yürütmeye devredilmesi demokratik denge ve denetim ilkesine aykırıdır.
Teklifin bir diğer boyutu da kamu borçlanması ve deprem gerekçesiyle getirilen ek borç yetkisidir. 4749 sayılı Kanun'a eklenen geçici maddeyle 2025 yılı net borç kullanım tutarı 595 milyar TL artırılmaktadır, gerekçe de depremin yaralarının sarılması. Deprem vergilerine ne olduğunu, yıllardır toplanan özel iletişim vergisinin nereye gittiğini, deprem fonunun nasıl kullanıldığını sorduğumuzda net bir yanıt alamıyoruz. İki buçuk yılı aşkın bir süre geçmesine rağmen, hâlâ konteynerde yaşayan on binlerce insan varken bütçede deprem için ayrılan kaynakların kâğıt üzerinde bir kalemden diğerine nasıl aktarıldığını izlemek zorunda bırakılıyoruz.
Şimdi de halka hesap vermeden, Meclise gerçek bir bilanço sunmadan, denetim raporlarını açıklamadan 595 milyar liralık yeni borçlanma yetkisi isteniyor. Bu, sadece teknik bir maliye maddesi değildir; bu, gelecek kuşaklara devasa bir borç ve faiz yükü demektir; bu, Meclisin bütçe hakkını fiilen devre dışı bırakmak demektir.
Yine, getirilen düzenlemeyle Kıyı Kanunu'nda yapılan değişiklikle Karadeniz serbest bölgesinde kıyı kenar çizgisinin deniz tarafında da sanayi ve ticaret yapılarının önünü açan düzenlemeler ise bir başka boyutu ve tartışmalı bir durumdur. Serbest bölgeler düşük ücretli ve güvencesiz istihdam, çevre tahribatı, yerel ekonomiyi bağımlı hâle getiren yapılar olarak yıllardır tartışılmaktadır. Şimdi, Karadeniz kıyısında denizin içine doğru sanayi ve ticaret yapılarının kapısı açılmak istenmektedir. Bu ne demek oluyor? Deniz ekosisteminin tahrip edilmesi, balıkçılığın ve yerel turizmin zarar görmesi.
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
BAŞKAN - Buyurun, devam edin.
KAMURAN TANHAN (Devamla) - Teşekkürler.
Kıyıların kamu yararı ilkesine aykırı bir biçimde sermayeye tahsis edilmesi anlamına geliyor. Kıyıları korumak yerine kıyıları birer rant alanına dönüştüren her düzenleme uzun vadede sadece çevreyi değil, o bölgede yaşayan halkın geleceğini ve geçim kaynaklarını da yok etmektedir ve diyoruz ki yasama süreci torba kanunlarla değil, şeffaf, katılımcı, müzakereye açık yöntemlerle yapılmalıdır. İşsizlik Fonu işsizlerindir, fonun kaynakları teşvik adı altında patronlara değil, işsiz yurttaşlara ayrılmalıdır. Eğitim ve sağlık piyasanın insafına bırakılmamalı, parasız, nitelikli, eşit, erişilebilir kamusal haklar olarak düzenlenmelidir. Kıyılar, kentler, doğal varlıklar kısa vadeli rant uğruna feda edilmemeli, toplumun ve doğanın ortak değeri olarak kullanılmalıdır. Bütçe ve borçlanma politikaları Meclisin iradesinden ve halkın denetiminden kaçırılarak değil, topluma hesap verilerek yürütülmelidir.
Bu duygu ve düşüncelerle Genel Kurulu saygıyla selamlıyorum. (DEM PARTİ sıralarından alkışlar)