GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu:
Yasama Yılı:4
Birleşim:9
Tarih:21.10.2025

İYİ PARTİ GRUBU ADINA METİN ERGUN (Muğla) - Görüşülmekte olan Irak ve Suriye tezkeresi üzerinde İYİ Parti adına söz almış bulunuyorum. Bu vesileyle yüce heyetinizi saygılarımla selamlıyorum.

Muhterem milletvekilleri, Türkiye Büyük Millet Meclisi, millî egemenliğimizin tecelligâhı olarak, bir kez daha, ülkemizin güvenliğini doğrudan ilgilendiren kritik bir kararı müzakere etmektedir.

Öncelikle, Türkiye Cumhuriyeti'nin sınır güvenliğini ve millî bütünlüğünü tehdit eden her türlü terör oluşumuna karşı tedbir alma hakkının sorgulanamaz olduğunu açıkça ifade etmek isteriz. PKK, PYD, YPG ve DEAŞ gibi terör örgütlerinin sınırlarımızdaki mevcudiyeti, ülkemizin, uluslararası hukuktan kaynaklanan meşru müdafaa hakkını kullanmasını haklı kılmaktadır. Bu bağlamda, tezkereyi ilke olarak desteklediğimizi ifade etmek isterim. Ancak bu tezkereyi desteklemekle birlikte bazı endişe ve düşüncelerimizi de sizlerle paylaşmak istiyoruz.

İYİ Parti olarak Türk dış politikasının, devletin kurucu felsefesine yani Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün çizdiği rasyonel çizgiye sadık kalması şartıyla destekliyoruz; dış politika, macera arayışlarından, duygusal reaksiyonlardan ve ideolojik sapmalarından arındırılmış, sadece millî menfaatler ekseninde şekillenmelidir, tezkerelerle talep edilen yetkiler bu büyük ve tarihî vizyonun bir parçası olmalıdır. Bizim "evet"imiz, terörle mücadeleye destektir ama keyfîliğe, basiretsizliğe, kurumların devre dışı bırakılmasına rıza göstermek değildir. Bizim "evet"imiz, devletin meşruiyetini, Meclisin iradesini ve hukukun üstünlüğünü koruma iradesidir.

Muhterem milletvekilleri, görüşülmekte olan tezkere 2014'ten bu yana yapılan uzatma taleplerinin sonuncusudur. Her sene yeniden uzatılan tezkere aslında bir stratejik muhasebe zorunluluğunu da beraberinde getirmektedir. Zira, eğer bir önceki tezkere döneminde belirlenen terör tehdidini tamamen ortadan kaldırma veya kontrol altına alma hedefine ulaşılsaydı, bugün yeni bir yetki talebi olmazdı. Bu durum, iktidarın bölge politikalarında kalıcı ve sonuç odaklı çözümler üretemediğini gösteren bir başarısızlık döngüsünün varlığına işaret etmektedir. Geçmiş yıllarda bir veya iki yıllık sürelerle talep edilen yetkinin bu defa üç yıllık uzun bir periyodu kapsaması sadece bir idari süre değişikliği olarak görülemez. "Üç yıl" demek bu Meclisin söz hakkının üç yıl boyunca askıya alınması demektir; bu, yürütmenin Meclise olan güveninin eksikliğini gösterir. Bu üç yıllık uzatmanın ardındaki stratejik gerekçe ve uzun vadeli planlama hakkında iktidarın milletimize tatmin edici bir açıklama yapması gerekmektedir. Milletimiz, bu sürenin terörle mücadelede nasıl bir fark yaratacağını bilmelidir. Bu süre, sadece yetkiyi ötelemek anlamına gelmemeli, somut ve ölçülebilir hedeflere ulaşmak için kullanılmalıdır. Dolayısıyla İYİ Parti olarak biz bu süreye "evet" derken şerhimizi de koyuyoruz, talep edilen süre üç değil bir yıl olmalıdır diyoruz. Eğer üç yıl olması konusunda ısrar edilir ise bu yetki denetimsiz kullanılmamalı ve her altı ayda bir Meclis bilgilendirilmelidir. Tezkere metninde bölücü terör örgütü PKK'nın ve Suriye'deki uzantılarının hâlâ Türkiye'nin güvenliğine yönelik temel tehdit olarak tanımlanması, sahadaki mücadelenin devam ettiğini teyit etmektedir. Ancak aynı anda ülkemizin terörle mücadeledeki kararlılığına gölge düşüren bazı siyasi adımlar da atılmaktadır. İYİ Parti olarak sormak zorundayız: Madem Suriye ve Irak'ta PKK ve uzantılarına karşı askerî müdahale devam ediyor, hangi sebeple teröristbaşının ve alçak terör örgütünün beklentilerini karşılamaya yönelik adımlar atılmaktadır? Madem Suriye ve Irak'ta PKK ve uzantılarına karşılık askerî müdahale devam ediyor, Meclis çatısı altında terör örgütü ve teröristbaşının talebiyle kurulan Komisyonun amacı nedir? Bu arada, ABD Büyükelçisi PKK'nın Suriye'deki uzantıları için "Kimse onları bir şey yapmaya zorlayamaz, nihayetinde onlar bizim müttefiklerimizdir, ABD Merkez Kuvvetler Komutanlığı koruması altındadır." demiştir, iki gün önce. Bu açıklamaya Cumhur İttifakı'ndan şu ana kadar herhangi bir tepki gösterilmemiştir, bu konuyu ısrarla takip edeceğimizden kimsenin şüphesi de olmasın. Bilindiği üzere, devlet ciddiyeti terörle mücadelede son derece çelişkili bu tarz bir siyaset yürütülmesine izin vermez. Terörle mücadele siyasi hesaplardan azade, tavizsiz ve millî bir duruş gerektirir. Türk milleti bu çelişkili yaklaşımlara karşı samimi ve net bir izahat beklemektedir.

Muhterem milletvekilleri, Türkiye'nin dış politikadaki gücü sadece askerî ve ekonomik kapasitesinden ibaret değildir; aynı zamanda Dışişleri Bakanlığının asırlara sâri kurumsal disiplininden, liyakatinden ve köklü diplomatik geleneğinden oluşur. Dış politikamızda son yıllarda gözlemlenen en büyük zafiyet bu kurumsal yapının bilinçli olarak aşındırılmasıdır. Dışişleri Bakanlığımız Osmanlı'dan devralınan ve cumhuriyetle pekişen asırlık bir kurumsal hafızaya sahiptir ancak son dönemde kariyer diplomatlarının rasyonel analizleri yerine siyasi sadakate dayalı atamalarının artması bu hafızanın zayıflamasına yol açmış durumdadır. Kritik görevlere atanan liyakatten ziyade siyasi yakınlığa sahip isimler diplomatik süreçlerin profesyonel yönetimini sekteye uğratır hâle gelmiştir. Hâlbuki, uluslararası krizler, kurumsal bilginin ve rasyonel diplomatik enstrümanların en etkin şekilde kullanılmasını gerektirir. Kurumsallığın zayıflatılması, Türk dış politikasının öngörülebilirlik ve güvenirlilik eksenini kaybetmesine neden olmuş durumdadır. Köklü diplomatik geleneğimizin göz ardı edilmesi, ülkemizin uluslararası alandaki itibarını ve etki alanını azaltmaya başlamıştır. İktidar, 2011 yılında "Suriye bizim iç meselemizdir." dediğinde aslında, Türkiye'nin dış politikasında bir kırılma yaşanmıştır. Bu yaklaşım, yüz yıllık bir diplomatik mirası yok sayan bir dönüm noktası olmuştur. Bu şekilde cumhuriyetin komşularla barış içinde yaşama ilkesinden uzaklaşılmıştır. Atatürk'ün "Yurtta sulh cihanda sulh." şiarı terk edilmiş, yerine, ideolojik ve mezhepsel körlüğe dayanan tehlikeli bir macera anlayışı getirilmiştir.

Muhterem milletvekilleri, zikrettiğimiz tüm bu hususların yanında maalesef, dış politikamız, iç kamuoyuna yönelik bir gündem değiştirme manevrası hâline getirilmiştir. Bu durum, Türkiye'nin uluslararası ortakları nezdindeki ciddiyetinin ve güvenirliğinin zedelenmesine yol açmıştır. Günübirlik hesaplarla şekillenen dış politika devletlerinin sürekliliği ilkesiyle çelişmekte ve uzun vadeli stratejilerin uygulanmasını imkânsız hâle getirmektedir. Bu ve buna benzer nedenlerle Türk dış politikasının yeniden millî mutabakat zeminine oturtulması elzemdir. Unutulmamalıdır ki, geleneksel Türk dış politikası gerçeklik ve pragmatizm üzerine inşa edilmiştir. Geleneksel dış politikamızın temel önceliği her zaman Türk devletinin ve Türk milletinin ali çıkarlarını korumak olmuştur. Ancak özellikle sözde Arap Baharı şeklinde kodlanan gelişmelerin ve Suriye iç savaşının başlangıcından itibaren dış politikaya ideolojik saplantılar ve kişisel ilişkiler hâkim olmuştur. Bölgesel aktörlere karşı alınan pozisyonlar devletin rasyonel çıkarlarından ziyade ideolojik yakınlık veya uzaklık temelinde belirlenmiştir. Bu kişisel veya ideolojik tercihler millî menfaatlerinin önüne geçmiş, dış politikada telafisi zor hatalar yapılmış ve Türkiye uluslararası alanda uzun yıllar boyunca yalnızlığa mahkûm edilme riskiyle karşı karşıya kalmış durumdadır.

Muhterem milletvekilleri, Suriye'deki güvenlik tehdidi sadece PKK, YPG ve DEAŞ'la sınırlı değildir, bölgede Fırat'ın doğusunda ve batısında varlık gösteren HTŞ ve SDG gibi uluslararası destekli karmaşık yapılar da bulunmaktadır. Bu örgütlerin coğrafi ve stratejik konumları, birbirleriyle olan diplomatik ve askeri ilişkileri Türkiye'ye yönelik tehdidin çok boyutlu olduğunu göstermektedir. Bu yapıların arkasındaki uluslararası aktörlerin çıkarları Suriye'deki çatışma ve istikrarsızlık ortamını kalıcı hâle getirmekten geçmektedir. An itibarıyla Suriye âdeta bir devlet olmaktan çıkmış, etnik ve mezhepsel temelde parçalanmış, defakto yönetimlere bölünmüş gibi gözükmektedir. Bu durum büyük ölçüde bölgedeki yıkıcı müdahalelerin ve iktidarın başlangıçtaki yanlış Suriye politikasının bir sonucudur. Suriye'nin içine sürüklendiği bu durum sadece bir yeni Irak değil, aynı zamanda daha tehlikeli bir şekilde yeni Bosna Hersek tablosuna evrilme potansiyeli taşımaktadır ve başlamıştır bu tehlike. Yani merkezî otoritenin fiilen yokluğu, etnik ve dinsel azınlıkların kendi bölgelerinde silahlı ve özerk düzenler kurduğu bir yapı. İktidarın dillendirdiği Suriye'de merkezî yönetimin yeniden tesisi ve entegre bir ordu kurulması gibi talep ve beklentilerinin karşılanması sahadaki gerçeklik sebebiyle giderek zorlaşmaktadır. Suriye'deki mevcut güç dağılımı ve uluslararası himaye mekanizmaları göz önüne alındığında, SDG unsurlarının merkezî orduya entegre olması ihtimali gün geçtikçe giderek azalmaktadır. Gidişat Suriye'nin kalıcı bir şekilde federal veya konfederal bir yapıya dönüşmesi yönündedir. Bu bağlamda, ABD'nin Ankara Büyükelçisi ve Suriye Özel Temsilcisi olan şahsın "Suriye için federasyon değil ama ona yakın bir şey olacak." şeklindeki birkaç gün önceki ifadeleri endişe vericidir. Esasında bu ifadeler emperyalizmin Türkiye ve bölge ülkelerine yönelik stratejisinin de özünü ifşa eden ifadelerdir. ABD'nin tarif ettiği bu yapı bir ortak devlet modelidir. Bu kavram yani ortak devlet kavramı, aynı zamanda emperyalistler ve ülkemizdeki bölücü odaklar tarafından da uzun süredir dillendirilmektedir. Takdir edersiniz ki bu durum millî birlik ve bütünlüğümüz açısından ciddi risklerle karşı karşıya olduğumuzu göstermektedir. Hiç şüphe yok ki bunlar Türkiye Cumhuriyeti'nin üniter ulus devlet yapısını ortadan kaldırmayı hedefleyen sinsi planların bir parçasıdır. İYİ Parti olarak ülkemize ve milletimize yönelik sinsi ve emperyalist planlara karşı sonuna kadar ve tavizsiz bir şekilde mücadele edeceğimizden kimsenin şüphesi olmasın.

Muhterem milletvekilleri, Türkiye'nin tezkerenin meşruiyet dayanağı olarak gösterdiği 2014 tarihli 2170 sayılı Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararı El Nusra Cephesini ve liderlerini de açıkça terör örgütü olarak tanımlamaktadır. An itibarıyla Suriye'nin batı bölgelerinde etkin olan yapının liderliğini üstlenen Ahmed El Şara'nın bu geçmişi uluslararası meşruiyet açısından silinmesi güç hukuki bir gölge taşımaktadır. Eğer Türkiye, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararlarına tam uyum içinde hareket ettiğini beyan ediyor ise hukuki tutarlılık gereği sadece terör örgütlerinin güncel yapılanmalarına değil, aynı zamanda Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi tarafından terörist ilan edilmiş şahıslara ve onların geçmişteki kadrolarına karşı da gereken hukuki ve diplomatik adımları atmakla yükümlü değil midir? Bu şahsın geçmişteki terör faaliyetlerini "Gençtim o zamanlar." gibi hafifletici ifadelerle geçiştirmesi işlediği fiillerin uluslararası hukuktaki sorumluluğunu ortadan kaldırmamaktadır. Küresel ve bölgesel terörle mücadele hafife alınacak bir konu değildir, hukuki titizlik gerektirir. Bu noktada İYİ Parti olarak sormak isteriz: Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin ilgili kararlarında öngörülen yaptırımların uygulanması ve bu örgütlere destek verenlerin yargılanmasına dair hükümler bakımından Türkiye'nin resmî bir eylem planı veya strateji belgesi mevcut mudur? Türkiye, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararlarını uygulamada seçici bir tutum mu sergilemektedir? Eğer öyleyse bu tercihin uluslararası hukuktaki yeri ve gerekçesi nedir? Bu soruların Türk dış politikasının hukuka bağlılık ilkesini teyit etmesi açısından açık şekilde cevaplandırılması gerekmektedir.

Muhterem milletvekilleri, Türkiye Cumhuriyeti millî güvenliğini ve bölgesel çıkarlarını korumak için gereken her türlü askerî tedbiri almak zorundadır. Dolayısıyla bu tezkereye olan desteğimiz devam etmektedir ancak bu destek gerçekçi bir millî güvenlik konsepti, diplomatik akıl, liyakat, kurumsal düzen ve uluslararası hukuka sadakat zemininde hareket edilecekse geçerlidir. Tüm bunlar dikkate alındığında İYİ Parti olarak bizim iktidara çağrımız şudur: Dış politikamız iç siyasetten arındırılmalı ve kararlar ideolojik saplantılardan uzak, rasyonel ve millî mutabakata dayalı devlet politikaları temelinde alınmalıdır. Zira, modern devletler kurumların ortak aklıyla yönetilir.

Bu duygu ve düşüncelerle konuşmama son verirken tezkerenin hayırlı olmasını diliyor, hepinizi saygılarımla selamlıyorum. (İYİ Parti sıralarından alkışlar)