GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi münasebetiyle
Yasama Yılı:3
Birleşim:97
Tarih:17.06.2025

DEM PARTİ GRUBU ADINA SEVİLAY ÇELENK (Diyarbakır) - Teşekkürler Sayın Başkan.

Değerli milletvekilleri, hiçbir yerden değilse mitolojik hikâyelerden biliyoruz ki bundan binlerce yıl evvel bile yasa koyucular hukuku ve yasaları halkın ortak aklına dayandırmak istemiş ve halka danışmışlardı. İki bin yıl evvel bile kanun koymadaki en önemli husus tek konu gerekliliğiydi, tek konu kuralıydı yani tek konu, tek kanun; herkes için basit, anlaşılır olan ve aynı tasarı altında birbiriyle çelişmeyen bir bütünlük oluşturan kanunlar. Bugün ise uzunca bir zamandır yasama faaliyetimize yön veren, halk için anlaşılır olmaya zerre ehemmiyet atfetmeyen, yurttaş aklını ve iradesini önemsemeyen bir iktidarın merkezîleşmiş aklıdır. Değerli yurttaşlar, bu yöntem, karar ve kendi meselelerimize ilişkin görüş oluşturma şansımızı gasbetme yöntemidir. Önümüze gelen teklifte yerel yönetimlerden sendikalara, Anayasa Mahkemesinden üniversitelere özünde merkeziyetçi, kayyumcu, liyakat gaspçı bir yönetim anlayışını hâkim kılma amacı söz konusudur. Oysa örneğin, güçlü yerel yönetimler yalnızca bir idari tercih değil aslında demokratik toplum yapısı için bir zorunluluktur. Unutmayalım ki demokrasiler farklılıkların birlikte yaşamasının yoludur ve bu yol yerelden başlar.

Bu kanun teklifinin birinci bölümü birçok yönüyle konuşulabilir ama on dakikada değil. Ben bu nedenle, 2547 sayılı YÖK Yasası'yla ilişkili kısımlara odaklanacağım ama üniversiteye yaşatılan tahribatı çok defa, çok uzun uzun anlattığım için bu sefer genel olarak bilime ve eğitime verilen zararın anlamı üzerinde durmak istiyorum çünkü eğitim alanı diğer her şeyle de bu yasa teklifindeki her şeyle de çok yakından ilişkili; bahisle, kumarla, sendikal örgütlenmeyle, yerel yönetimle, asgari ücretle, umutla ve umutsuzlukla. Bunların birbiriyle ilişkisini yakın tarihte vahim bir olayla gördük. Yani yerelde demokrasiye tahammülü olmayanın bilimi, bilim kurumlarını nasıl araçsallaştırdığını ve kötüye kullandığını İmamoğlu'nun otuz yıllık diploması hiçbir belgeye dayanmaksızın iptal edilirken gördük. Yerelin iradesini gasbedebilmek için akılcı ve eleştirel düşünceyi, bilimi ve bilim kurullarını ve medyayı öncelikle gasbetmek gerekir. Bunu akılda tutarak kanun teklifinin ilgili maddelerine bir bakalım. Burada yeri gelmişken YÖK'ün bir darbe kurumu olduğunu elbette aklımızda tutuyoruz. Siyasi iktidar bu darbe kurumunun bundan yirmi yıl evvel yapmaya muktedir olduğundan çok öte vesayetçi düzenlemelere kalkışıyor, üniversiteye darbe üzerine darbe vuruluyor. Rektörlerin seçimle değil Cumhurbaşkanınca atanmasını ve yine 21 kişiden oluşan Yükseköğretim Kurulu üyelerinin ağırlıklı olarak Cumhurbaşkanınca seçilmesini ve/veya atanmasını getiren 5'inci ve 6'ncı maddelerdeki düzenlemeler esasen Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle yapılmak istenmiş ancak Anayasa Mahkemesi tarafından yine, kararnameyle düzenlenmeyecek konular arasında olduğu gerekçesiyle iptal edilmişti.

Yine, yükseköğretimle ilgili olarak bu teklifteki 7'nci madde ise yabancı öğretim elemanlarının istihdam oranlarıyla ilgiliydi ve yine "Meclisin verdiği yetki kapsamında değil bunu düzenlemek." denilmişti. Esasen, yükseköğretim kurumlarında çalışan yabancı uyruklu öğretim elemanı sayısını böyle toptancı bir biçimde, dolu öğretim üyesi kadrosunun yüzde 2'siyle sınırlamak merkeziyetçidir, ihtiyaca ve niteliğe göre değerlendirme ve kadro ihdas etme ilkelerine de aykırıdır. Dön dolaş, bu maddeler yine karşımızdadır.

Bu teklif kapsamında, bir kez daha üniversitenin bilim ortamı olarak geleceği karşımızda duruyor kısacası. Üniversitenin geleceğini göremiyoruz ülkemizin geleceğini öngöremediğimiz gibi çünkü bilim ve gelecek birbiriyle çok ilişkilidir, temel problem de burada bu çünkü bilim alanında üniversitenin tüm bileşenlerince seçilerek onların ihtiyaç ve taleplerini karşılamaya ve kavramaya yatkın olması beklenen rektörler yerine atanmışlarla, yükseköğrenim düzenleyen temel kurumu ağırlıklı olarak özerk bilim kurumlarının ya da insanlarının değil Cumhurbaşkanlığından yapılan tercihlerle şekillendirmek, atanmışlarla yönetmek esas olarak liyakati sona erdiren, iktidarla uyumu önceleyen ve bu anlamda da akademik özerkliğin ve özgürlüklerin sonunu getiren tercihlerdir. Öyle ya, üniversite bileşenleri kendi yöneticilerini seçemiyorsa, bir Cumhurbaşkanınca atanıyorsa bu yöneticinin üniversitelerde eleştirel düşüncenin yeşermesine ne ihtiyacı olacak, buna niçin izin versin? Vermediler ve bu son hamle akademik özgürlükleri ve bilimsel özgürlüğü kökünden silip atma hamlesidir. Nedir akademik özgürlük? Akademik özgürlüğü, bilimsel özgürlüğü ortak bir tanım olarak şöyle benimsiyoruz: Üniversitenin tüm bileşenlerinin hiçbir ayrım olmaksızın ve devletten ya da başka bir kaynaktan gelebilecek müdahale veya baskı endişesi taşımaksızın tek tek ya da toplu hâlde felsefe, sanat yapma, bilgiyi araştırma, inceleme, tartışma, belgeleme, üretme, yaratma, anlatma, öğretme veya yazma yoluyla edinme, geliştirme, yayma ve iletme özgürlüğüdür. Bu çerçevede, farklı dünya görüşlerine açık olmak esastır ve hiçbir konu peşinen pedagojik araştırma ve sorgulamanın dışında tutulamaz. Zaten bugün ancak kırıntıları kalmış bu özgürlüğe büsbütün son verilmek isteniyor, amaç budur. Akademik özgürlüklerin, üniversite özgürlüğünün yani bilim ve bilgi oluşturmanın yollarının kapanmasının çok ağır bir sonucu toplum hayatının her yönüyle, gündelik ilişkilerin her veçhesiyle akıl dışılaşmasıdır. Çünkü esas olarak üniversiter eğitim bir meslek öğretme eğitimi ya da belirli bilgileri belletme eğitimi değildir. Bilim ve eğitimin temel amacı belirli bilgileri zihinlere depolamak değil bilgiye ulaşmayı öğretmektir. Nasıl bilebileceğimizi, dağınık kaynaklardan gelen bilgiyi nasıl süzüp, nasıl eleyip, nasıl örgütleyip hakikate nasıl nüfuz edebileceğimizi öğretmektir. Türkiye'de üniversite üzerindeki merkeziyetçi tahakküm esas olarak nasıl bilebileceğimize ilişkin kapasiteyi elimizden almıştır; ekranlarda her gün izlediğimiz en akıl dışı kanaatlerin, kişilerin olayların peşinden sürüklenme ve cinnet hâli bunun sonucudur. Yurttaşların ve toplumun bir bütün olarak sorgulama, kuşku duyma, başka ihtimalleri düşünebilme kapasitesi ve dolayısıyla hakikatle bağ kurma kapasitesi saldırı altındadır. Başta eğitim alanı olmak üzere bu yasa teklifi kapsamında önümüze gelen birçok konuda, işte, bahis ve kumar toplumu, dezenformasyon toplumu, medya manipülasyonuna açık ve hakikatin en acı ihtimallerini en iyi ihtimalle bir televizyon dizisinde izler gibi yabancılaşmış biçimde izleyen bir toplum, geleceğini eline alamayan toplum, seçimlerini günübirlik gündemlerle değiştireceği varsayılan toplum yapısı bu saldırıdan, bilime ve üniversiteye saldırıdan ayrı düşünülemez. Bilim, insanların düşünmelerini sağlar. Sokrates'ten bu yana düşünürler "Kimseye bir şey öğretemem, sadece düşünmelerini sağlarım." der. Şimdi de bugün, Türkiye'de çok yazık ki bu düşünme kapasitesi saldırı altındadır ve düşünmeme esastır. Otoriter popülist iktidarların ya da darbe hükûmetlerinin, tarihin sürgün ve göç tarihine, suikastlar tarihine çevirdiği üniversitelere yönelik bu düzenlemelerin amacı özgür düşünceyi sadece hayattan, toplumdan değil zihin dünyalarımızdan ve ideallerimizden sürgün etmektir. Tahayyülümüzde bile eleştirel düşünce imkânını yer kalmasın isteniyor. Bu yüzden üniversitelerden de sürgünler, ihraçlar ve bilim insanlarına suikastlar eksik olmadı Türkiye'de, olmuyor.

Bizler, AKP iktidarının yirmi beş yıldır ağır zarar verdiği üniversitelerde bilim kurullarına tepeden inme bir şekilde gelen yönergeleri "Hepimiz emir kuluyuz." diyerek sorgulamaya ve sorgulatmaya direnen akademisyenler duyduk. Ben bu Genel Kurul çatısı altında KHK'li ihraçlardan söz edilirken çıkıp "Ekmeğinizi veriyoruz, suyunuzu veriyoruz ama benim üniversitemde benim öğrencilerime ders veremezsiniz." diyen milletvekili gördüm. Eskiden "devletin ekmeği" denirdi ki o da son derece marazi, sorunlu ve cahilane bir yaklaşımın ürünüydü çünkü bütün emekçiler gibi bilim emekçileri de kendi emeklerinin hakkı olan ekmeği yer ve genellikle hakkını da tam alamaz. İsterseniz bunu bir tekerleme olarak not edin, belki kavrayışlarınıza nüfuz etme şansı olur: Her emekçi kendi emeğinin ekmeğini yer, ne ekmek sizindir ne üniversite ne de öğrenciler. Fakat elbette bütün bu tahakküme, bu baskıya boyun eğilmedi; ihraç barış imzacıları, hiçbir adil yargılama imkânından yararlanmayan EĞİTİM SEN'li öğretim üyeleri ve eğitimciler boyun eğmedi, Boğaziçi boyun eğmedi.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN - Tamamlayın lütfen.

SEVİLAY ÇELENK (Devamla) - Onlar, birilerinin memuru ya da bürokratı olmayı reddettiler çünkü onlar esasen iktidarlara, kurumlara yerleşik değildi ve yerleşik olmayanın, yerleşmeyenin elinden hiçbir şeyi alamazsınız. Onlar o yerlere yerleşmeyerek bir kalıcılık edinirler, onları yerinden ederek hayatta kapladıkları yeri ellerinden alamazsınız insanlardan öğrendiklerini geri alamayacağınız gibi. Evet, koltuklara, makamlara, kurumlara yerleşmezseniz hiçbir yerden dışlanmazsınız. Dışlanma, yalnızlaştırılma korkusu -ki çok insanidir- hayatınızı belirleyemez. Atanmış İbiş rektörler ve atanmış kurullarla çok ilişkili olduğu için özellikle bu sürgün ihraç konusuna odaklandım.

Son olarak, DEM PARTİ'nin de Kürt halkının da çok iyi bildiği gibi, Türkçedeki "sürgün" kelimesinin çok güzel bir çift anlamlılığı vardır: Sürgün, yeniden filizlenmektir. Barış sürgünleri eğitimciler bu topraklarda yeniden filizlenecek.

Hepinizi saygıyla selamlıyorum. (DEM PARTİ sıralarından alkışlar)