GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: 2025 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Teklifi ile 2023 Yılı Merkezi Yönetim Kesin Hesap Kanunu Teklifinin Tümü münasebetiyle
Yasama Yılı:3
Birleşim:40
Tarih:20.12.2024

SAADET PARTİSİ GRUBU ADINA BÜLENT KAYA (İstanbul) - Sayın Başkan, siyasi partilerimizin çok kıymetli Genel Başkanları, sayın milletvekilleri, Hükûmetimizi temsilen bütçe görüşmeleri sırasında burada bulunan çok kıymetli Cumhurbaşkanı Yardımcımız ve değerli bürokratları; hepinizi partim ve grubum adına saygıyla selamlıyorum.

22 Ekimde Sayın Cumhurbaşkanı Yardımcımızın Plan ve Bütçe Komisyonunda bütçe sunumuyla başlanan maratonun bugün son günündeyiz. Bu süreçte gerek iktidar adına gerekse milletvekilleri olarak Plan ve Bütçe Komisyonunda emek sunan, Genel Kurulda da bütçenin daha sağlıklı değerlendirilmesi için katkı sunan bütün milletvekili arkadaşlara şahsım ve partim adına tekrar teşekkür ediyorum.

Ayrıca, Türkiye Büyük Millet Meclisinin Genel Sekreterinden bütün idari kadrolarına -tabii ki Sayın Başkana- Plan ve Bütçe Komisyonunda bu çalışmaların yürütülmesiyle ilgili ortaya koymuş olduğu emeklerden dolayı da çok teşekkür ediyorum. Gerçekten, Türkiye Büyük Millet Meclisi personeli, belki de partizancılığın en az uğradığı ve bütün siyasi partilere elinden geldiği kadar katkı sunan arkadaşlarımızdır; bu vesileyle de ben tekrar kendilerine bu güler yüzlü hizmetlerinden dolayı çok teşekkür ediyorum.

Aslında Plan ve Bütçe Komisyonuyla 2023 yılının kesin hesaplarını görüştüğümüz bir bütçe maratonunu hep beraber izliyoruz ancak Plan ve Bütçe Komisyonu ile kesin hesap komisyonunun ayrı ayrı çalışması gereken bir süreç olduğunu bir kez daha bu bütçe vesilesiyle görmüş olduk. Zaten Cumhurbaşkanlığı hükûmet sistemiyle Parlamentonun bütçe yapma yetkisi tamamen ortadan kaldırılmıştı ama Sayıştay uygulamalarıyla maalesef Türkiye Büyük Millet Meclisinin bütçeyi denetleme hakkı da her geçen gün daha da azalıyor. Genel Kurulda on iki günlük süre içerisinde bütçeyi mi değerlendirelim yoksa 2023’ün kesin hesaplarını mı değerlendirelim diye düşünürken maalesef sürenin yeterli olmadığını görüyoruz.

Dolayısıyla Sayın Meclis Başkanımdan da istirhamımız şudur, kendisi de bu sürece öncülük edebilir: Türkiye Büyük Millet Meclisinin yasama fonksiyonunun yanında bir de denetim fonksiyonu vardır, bu fonksiyonu sağlıklı yerine getirebilmesi adına kesin hesap için ayrı bir komisyon kurulmalı ve denetim yetkisi her ne kadar 600 milletvekilinin tamamındaysa da muhalefet partilerinin denetim görevini sağlıklı yapabilmesi için mutlaka ve mutlaka kesin hesap komisyonu ayrı bir komisyon olarak çalışmalı, başkanı muhalefet partilerinden bir üye olmalı ve denetim için kendilerine daha sağlıklı imkânlar tanınmalıdır. Böylece, Hükûmete bu milletin kuruşunu teslim ederken bunların bu paraları ne şekilde harcadığını burada millet adına daha sağlıklı bir şekilde değerlendirme imkânı olur.

Yine, denetim derken elbette Sayıştayın denetim raporlarının Meclise sansürlü gelmesi, Plan ve Bütçe Komisyonunda yeterince tartışılma imkânı bulunamaması, hatta muhalefetin usul tartışması açılmasına dair tekliflerinin bile reddedilmiş olması, Sayıştay denetçilerinin raporlarının özellikle Sayıştay içerisinde kurulan bir idari yapıyla sansüre uğrayarak şeffaflığa aykırı bir şekilde sunulmuş olması Sayıştayın da iktidarın bütçesini denetleme imkânını ortadan kaldırmıştır maalesef. Bu sebeple, gerek Sayıştay raporları gerekse kesin hesap komisyonunun ayrıca kurulmuş olması kanaatimce, millet adına bu parayı kullanma yetkisi olan iktidarımızın bu parayı sağlıklı olarak kullanıp kullanmadığını şeffaf ve denetlenebilir bir şekilde incelememiz gerektiğine dair gerçeği ortaya koymuş olacaktır.

Bir diğer önemli husus Sayın Cumhurbaşkanı Yardımcım, ekonomi ve hukuk ilişkisini görmeden ekonomiyi tek başına düzeltemeyiz. Sağlıklı bir ekonominin ancak sağlıklı bir anayasal düzenle ve sağlıklı bir hukuk sistemiyle mümkün olduğunu artık görmek lazım. Hukuk sistemi en fazla devleti yönetenler için de caydırıcı olmak zorundadır. Şayet devleti yönetenler kendilerini layüsel, kurallarla bağlı olmayan kişiler olarak görürlerse elbette ekonominin düzelmesi olmaz. Sayın Cumhurbaşkanı Yardımcım, kanaatime göre demokratik rejimler ile otoriter rejimleri birbirinden ayıran önemli kıstaslardan biri de şudur: Demokratik rejimlerde yöneticiler herhangi bir yolsuzluk yaptığı zaman iktidardayken yargılanırlar. Despotik rejimlerde ise iktidarlar devrilmeden ya da iktidardan ayrılmadan maalesef iktidarda kalanların yolsuzluklarını inceleme yetkisi yoktur. Dolayısıyla, Türkiye'nin her geçen gün demokratikleşen bir ülke mi olduğunu ya da otoriterleşen bir rejime doğru gidip gitmediğini işbaşında bulunan iktidarların yaptığı yanlış işlerinin denetlenebilip denetlenemediği üzerinden değerlendirebiliriz.

Bugün 20 Aralık, bundan on iki sene önce 17 ve 25 Aralık operasyonları olmuştu. Burada iki eksik yaklaşım söz konusuydu maalesef. Yaklaşımlardan bir tanesi şuydu: Burada bir paralel yapılanma var dolayısıyla bu paralel yapılanma devlet için çok zararlı, mutlaka ve mutlaka bununla mücadele etmemiz lazım, yolsuzluğu bir tarafa bırakın. Bir başka yaklaşım da şuydu: Ya, paralel yapılanmayı bir tarafa bırakın, burada yolsuzluk var, çalınan paralar var, sıfırlanan hesaplar var; sadece onun üzerinde durdular. Oysa, o dönemde kaçırdığımız fırsat şuydu: Hem başka bir motivasyonla hareket eden, salt milletin bütçesini, milletin parasını koruma ve hukuk refleksiyle hareket eden bir yapıdan daha çok, farklı motivasyonla devlet içerisinde yapılanmış olan bu yapıyı ortadan kaldırmak vazifelerimizden biri olmalıydı. Ama bir diğer vazife, artık çuvala sığmayan bu mızrağı hep beraber görüp bu yolsuzluk yapan bakanları Yüce Divana gönderebilmeli, onların orada verdikleri bilgiler ölçüsünde, ucu nereye dokunursa dokunsun, bu yolsuzluk operasyonlarını hep beraber yargıya taşıyabilme cesareti gösterebilmeliydik. Ama maalesef, dediğim gibi, kimileri işin paralel yapı kısmıyla ilgilendi, kimileri sadece yolsuzlukla ilgilendi ve maalesef, bu fırsatı Türkiye olarak kaçırdık. O günden bugüne de maalesef, hırsızlık yapanın, yolsuzluk yapanın yaptığı yolsuzluk ve hırsızlıklar kâr olarak kalmaktadır. Birileri çıkıp "Ya, o gün orada yolsuzluk falan yoktu, bunlar montajdı." diyebilir. O zaman sormak lazım, aranızda 2002'den beri bu Parlamentoda bulunan milletvekilleri var. O 4 bakanın; suçu ne, niçin yoklar, niçin kendi köşelerine çekildiler? İadeiitibar da bulunun, hiç olmazsa milletvekili yapın ya da bakan yapın. Yok onlar o günden bugüne kayıplarsa o zaman kusura bakmayın, ortada yolsuzluk yapıldığının en büyük işareti bu bakanların sırra kadem basmış olmasıdır. Dolayısıyla, "Ayakkabı kutularında paralar yoktu, bunu polisler yerleştirmişti." diye bir argüman ileri sürüldü, takipsizlik kararı verilince adli emanetteki o paralar, üstelik faiziyle beraber ilgililer tarafından geri alındı. Eğer bu paralar gerçekten polisler tarafından konulmuş paralarsa faizine varıncaya kadar bu paraları niçin iade alıyorsunuz? Bağışlayın hazineye, bari suçtan elde edilen bir para olarak hiç olmazsa hazineye kaynak olarak aktarılsın.

Bir diğer önemli husus, hukuk herkese eşit uygulanmalı, kanun önünde herkes eşit olmalı ama maalesef, özellikle 15 Temmuzdan sonra irtibat ve iltisakla ilgili yargılamalarda iktidarda dayısı olanlara farklı, normal vatandaşlara farklı bir hukukun uygulandığı bir süreci gördük. ByLock'la ilgili kayıtları bulunan kimi iktidar yakını kişilerin elini kolunu sallaya sallaya gezdiği, bir gazete ya da bir sendikaya üye olanların ise yıllarca cezaevinde kaldığı bir süreci işledik. Dolayısıyla, bu FETÖ borsası, mafya ve çetelerin ellerini kollarını sallaya sallaya ortalıkta gezmeleri elbette başarısız bir ekonominin ön işaretleridir.

Yine, Küresel Özgürlük Endeksi'nde Türkiye 2014'te 55'inci en kötü ülkeyken şimdi 33'üncü. Yani daha önce kısmen özgür olan bir ülke bugün özgür olmayan bir ülke hâline geldi. Dolayısıyla, bu Küresel Demokrasi Endeksi de maalesef, ekonomimizin gidişatıyla direkt alakalı olabilir. Burada belki Sayın Cumhurbaşkanı Yardımcımız ki ben bu tarz endekslere kendisinin öyle bakmadığını iyi biliyorum ama bir kısım iktidar çevreleri "Ya, bunlar dış mihrak." gibi yaklaşımlarla itibarsızlaştırmaya çalışıyor. Doğrudur, mutlaka dış mihrakların da etkisi olmuştur ama nedense kredi derecelendirme kuruluşları notunuzu yükselttiği zaman ya da sıranızı iyileştirdiği zaman bunu elinizde tablolarla buradan bas bas bağırarak, bir övünç kaynağı olarak anlatıyorsunuz. O zaman, diğer kişinin söylediği gibi, hani "Bu malın fiyatı ne?" diye sorulunca "Alırken mi, satarken mi?" demiş ya, herhâlde biz de buradan iktidara "Bunlar dış mihrakların eseri mi?" diye sorduğumuzda "Durumumuz iyiye mi gidiyor, kötüye mi gidiyor, ona göre değerlendirelim." gibi bir değerlendirmede bulunacaktır iktidar.

Türkiye bütçesini salt kendi rakamlarımızla değerlendirme imkânımız yok çünkü küresel bir dünyada yaşıyoruz, dolayısıyla büyüyen dünya ekonomisi Türkiye'nin de ekonomik verilerini etkiliyor. O hâlde, başarılı bir Türkiye ekonomisini küresel rakamlarla da yani dünya ekonomiden ne kadar pay alıyor, dünya ekonomisi ne kadar büyüdü, Türkiye'nin bu büyümedeki payı nedir, bu şekilde değerlendirmek lazım. Yoksa iktidar partisinin sıklıkla atıfta bulunduğu 2000-2001 yıllarıyla kıyaslanarak Türkiye ekonomisi anlatılamaz. Hoş 2002'de enflasyon yüzde 29'du, şu an yüzde 47'lerde yani vicdanlı olmak gerekirse 2002'nin de gerisindesiniz ekonomik verilerde. Ama sadece 2002'de, daha doğrusu 2001'den itibaren başlayan kriz yıllarında IMF'yle olan politikalar ve sıkı para politikalarından dolayı her geçen gün iyileşmeye başlayan bir ekonomiyi aslında 2002'de siz bir programla devraldınız ve onun hazır meyvelerini -eğer tatlı bir meyveyse- siz almış oldunuz, bedelini sizden önceki iktidar ödedi. Dolayısıyla burada 2002 kıyaslaması yaparken, 2001'den itibaren ülkenin içerisine girdiği kriz ve ondan sonraki iyileşme sürecini ve sizin de çok sıkı bir şekilde takip ettiğiniz o programı herhâlde birlikte değerlendirmeniz gerekir diye düşünüyorum. Dolayısıyla sadece Türkiye ekonomisini değerlendirmek yetmez, bize benzeyen, bizimle aynı kategoride olan ülkelerin verilerini de karşılaştırarak, el aya giderken biz yaya mı kalıyoruz, bunu daha sağlıklı bir şekilde değerlendirme imkânı olur.

Türkiye ekonomisinin en gelişmiş ülkeler arasındaki yeri aslında sizin ekonomiyi nereden nereye getirdiğinizin en bariz işaretlerinden bir tanesidir. Dünya büyürken siz yerinizde sayıyorsanız ülke ekonomisini iyi bir noktaya getirdiğiniz söylenemez. En büyük ilk 20 ekonomi arasında 17 ile 21 arası gidip geliyorsunuz yirmi iki senede. Dolayısıyla "Türkiye ekonomisini şuradan şuraya getirdik." demeniz için hiçbir sebep yok; hiçbir yere getirmediniz, 17 ile 21 arasında sallanıp duruyorsunuz, bazen ilk 20 arasına giriyorsunuz, bazen ilk 20'den de çıkıyorsunuz. Dolayısıyla burada da ekonomimizi değerlendirirken mutlaka ve mutlaka dünya ülkeleriyle olan kıyaslamamıza hep beraber dikkat etmemiz gerekir diye düşünüyorum.

Yine, ülkemizin büyüme rakamlarının Avrupa Birliği ülkeleri ve bize benzemekte olan ülkelerin de çok gerisinde olduğunu herhâlde vicdan sahibi her ekonomist kabul eder. Evet, Türkiye büyüyor ama büyürken gelir adaletindeki dağılım acaba herkesin eşit pay aldığı bir ekonomik düzeni ifade ediyor mu? Buradaki verilere baktığımız zaman da kişi başına millî gelirin 15 bin dolarları hedeflediği veya gördüğü bir süreçte, maalesef, asgari ücretli, emekli, 40 bin lira maaş alan memur ve binlerce, milyonlarca sabit gelirlinin yıllık gelirinin maalesef 15 bin dolar olan 500 bin liraları aşamadığını hep beraber görüyoruz. Şayet 15 bin dolarlık bir kişi başına millî gelirle övünüyorsak bu milyonlarca insanın 15 bin doların altında pay aldığını nereye koyacağız? Aslında bu verilerin çok daha sağlıklı olanı var; Türkiye'yi gelir dilimi olarak beş dilime ayıracak olursak ve en az alan yüzde 20 ile en çok alan yüzde 20'lik -o ilk 1 ve 5- ve aradaki "orta direk" diye tarif ettiğimiz 2'nci yüzde 20, 3'üncü yüzde 20, 4'üncü yüzde 20'lik dilimlerin ekonomiden yıllara göre aldığı paya bakacak olursak Sayın Cumhurbaşkanı Yardımcım, şunu net bir şekilde görüyoruz ki Türkiye her geçen gün yoksulun yoksullaştığı, zenginin ise zenginleştiği bir sürece doğru gidiyor. Hatta o kadar kötüleşti ki 2, 3 ve 4'üncü dilimlerde tarif ettiğimiz "orta gelir" diye bir şey kalmadı. Orta direği çökmüş bir ülke maalesef bize bırakmış oldunuz. Dolayısıyla bunun doğal sonucu olarak da gelirin, büyümenin, refahın adil bir şekilde bölüşülemediği bir Türkiye'den bahsediyoruz.

Yine büyüme rakamlarına gelecek olursak, 2024'ün büyüme rakamlarına bakıldığında, son üç çeyrekte bir önceki çeyreğe göre büyüme rakamları düşen bir Türkiye. Bu ne demek? Resesyon yani ülke ekonomisinin durağan bir sürece girdiği bir Türkiye'yi tarif ediyor. Ne demek durağanlaşan hâl? Hani "Kötü günler geride kaldı." diyordunuz ya, "Doğru, kötü günler geride kaldı ama daha kötü günler bizi bekliyor." manasına gelir. Durağanlık demek, kötü günlerin geride kaldığı, daha kötü günlerin geldiği bir Türkiye'yi ifade ediyor. Kaldı ki Türkiye gibi tüketerek büyüyen ülkelerin yüzde 5'ler civarında büyümesi son derece normal bir şey. Bu son durağanlaşan rakamlara baktığımız zaman, yüzde 5 bile büyümeyi sağlayamayan yani tüketime dayalı olarak büyümesine rağmen yüzde 5'leri bile yakalayamayan bir Türkiye'den bahsediyoruz.

Gelir adaleti için bir diğer önemli veri, asgari ücret. Asgari ücretin artık Türkiye'de maalesef yaygın bir ücret hâline geldiği ve her geçen gün asgari ücretin rakamından ziyade satın alma gücündeki düşüklüğün ve asgari ücretle geçinen insanların ev kiralarını dahi ödemekte zorlandığı bir Türkiye gerçeğiyle karşı karşıyayız. 2002! Hani dedim ya, sıklıkla emsal vermekten hoşlandığınız 2002'de asgari ücret 126 dolara denk geliyordu ama kişi başına millî gelir 3.600 dolardı, bugün de 15.500'ler millî gelir olarak konuşuluyor; 560 dolarlık bir asgari ücret. Yani ne uzamışız ne kısalmışız, ülke büyüyor ama asgari ücretin kişi başına gelirden aldığı payda hâlâ bir değişiklik yok. Bu da asgari ücretliyi maalesef enflasyona ezdirdiğinizin bir diğer işareti.

Bir de daha önce enflasyonist ortamlarda yılda en az iki kez artırılan asgari ücretin 2024 Ocağında sadece bir kez artırıldığını gördük. Niçin bunu yaptılar? Ekonomi iyiye mi gidiyor? Hayır, 31 Mart 2024'te yerel seçimler vardı. Dolayısıyla, iktidarın, asgari ücrete ocak ayında biraz daha az, temmuz ayında ise biraz daha fazla zam yaparak asgari ücretliyi enflasyona karşı koruması gerekirken 31 Martta iktidar sağlıklı seçim sonuçları alabilsin diye 1 Ocakta asgari ücret biraz fazla artırılarak 31 Mart sandık sonuçlarına yansıtılması istendi. 31 Marttan sonra ne mi oldu? "Bırakın, asgari ücretli dokuz ay boyunca enflasyona karşı ezilsin." politikası uygulandı ama ne emekliye ödenen 12.500 ne asgari ücretliye ödenen 17.000 TL yerel seçim hezimetini ortadan kaldıramadı. Dolayısıyla, asgari ücrete baktığımız zaman da asgari ücretin ülke insanımızı her geçen gün yoksullaştırdığını ve en önemli tehlike de asgari ücretin maalesef, artık yaygın bir ücret hâline geldiğini hep beraber görmemiz gerekir.

Sayın Cumhurbaşkanı Yardımcım, hem ekonomimiz hem bu bütçeniz açısından bir diğer önemli sorunumuz enflasyon. Sürekli şöyle bir masal anlatılıyor: "Ya, bu, dünyanın bir sorunu; sadece ülkemizde yüksek enflasyon yok, bütün ülkelerde var." Bu bir masal mı, bir aldatmaca mı; tablolara ve verilere bakarak bunu net bir şekilde ifade etme imkânımız var. OECD ülkeleri içerisinde en yüksek enflasyona sahip ülkeyiz, yüzde 49,4'le eylül ayı itibarıyla. Bizden sonraki 2'nci ülke Kolombiya; 5,8.

Şimdi, eğer enflasyon küresel bir sorunsa, bütün dünya ülkelerinin bir sorunuysa bu tablo bize bunu anlatmıyor. Hatta Türkiye diğer OECD üyesi olan ülkelerin haklı şikâyetine maruz kalıyor. Deniliyor ki Türkiye'ye: "Ya, siz Türkiye olarak bizim OECD ortalamamızı yükseltiyorsunuz. Siz olmasanız belki yüzde 3'lerde olacak olan OECD enflasyon ortalaması sizin sayenizde yüzde 5'leri geçiyor." Yani Türkiye yüzde 49,4'le OECD ülkelerinin görünümünü de bozuyor. O açıdan, o hâlde, Sayın Cumhurbaşkanı Yardımcım, çıkın, bu tabloyu millete bir anlatın. Niçin Kolombiya'da yüzde 49, Türkiye'de yüzde... Pardon, dilim sürçtü, keşke öyle olsaydı ama inşallah, dua yerine geçer. Türkiye'de yüzde 49 da Kolombiya'da niye 5,8; bunu herhâlde millete izah etme gibi bir borcunuz var diye düşünüyorum.

Yine, enflasyonla ilgili Ukrayna-Rusya savaşını örnek veriyorsunuz. Oralarda bile enflasyon Türkiye'yle kıyaslanmayacak oranda düşük. Savaşa giden ülkelerde enflasyon yüzde 10 -Türkiye bu savaşı bahane ediyor- Türkiye'nin enflasyonu yüzde 50.

Yine, depremi enflasyonun bir diğer sebebi olarak gösterdiniz. Allah bir daha bu millete böyle bir felaket yaşatmasın çünkü 11 ilimizi kapsayan bir felaketti ama bunu bile fırsata dönüştürüp milletten para topladınız. Vergilerle yani ek bütçeyle, deprem vergileriyle topladığınız parayı bile depremzedelere harcamadınız yani millet depremzede oldu ama iktidarımız aldığı vergiler sayesinde depremzade oldu, depremzadeleri buradan bir kez daha tebrik ediyorum.

Bir diğer önemli husus, gıda enflasyonu çünkü gıda bir ülkenin, bir milletin yoksulluğuyla direkt alakalı bir şey, lüks olan bir şey değil. Türkiye, gıda enflasyonu verileri incelendiğinde de aslında ekonomideki "Enflasyon küresel bir sorundur." iddiasının, masalının doğru olmadığını net bir şekilde ortaya koyuyor. OECD ülkeleri içerisinde Türkiye, yüzde 43,7'yle en yüksek enflasyona sahip ülke. Ardından kim mi geliyor? İkinci sırada İsrail; yüzde 7,8 yani bütün ülkeleri önüne katan, kovalayan bir Türkiye var. Aklıma olimpiyatlara giden Atletizm Millî Takımı'mızla ilgili bir anekdot geldi: Atletizm Millî Takımı'ndaki oyuncumuz olimpiyat müsabakalarında sonuncu sırada yer aldı. Uçakta dönerken diğer arkadaşları takılıyor, diyor ki: "Ya, tebrik ederim bizim bu atletimizi." "Niçin?" diyorlar. "Görmedin mi? Bütün gâvurları önüne katmış, hepsini kovalıyordu." diyor. Şimdi, bu gıda enflasyonu nedir biliyor musunuz? Bütün gâvur ülkeleri önümüze katmış, Türkiye olarak hepsini kovalıyoruz manasına geliyor. (Saadet Partisi ve İYİ Parti sıralarından alkışlar)

Aslında, gıda enflasyonundaki bu oran aynı zamanda sizin tarım ve hayvancılık politikalarınızın da iflasının bir göstergesidir. "Tarım sektöründe yüzde 4,6 büyüdük." diyorsunuz. Hangi çiftçiye dokunsanız, hangi tarım sektöründeki işletmeye dokunsanız bin ah işitirsiniz. O hâlde, bu yüzde 4,6'lık büyüme ya sanal bir büyümedir ya da para babalarının büyümesidir.

Yine, Tarım Kanunu'nun 21'inci maddesine göre gayrisafi millî hasılanın yüzde 1'ini tarıma destekleme primi olarak vermesi gereken iktidar, 615 milyar TL yerine sadece 135 milyar ayırıyor yani yaklaşık 500 milyar parasını çaldınız bu çiftçinin, bu köylünün manasına geliyor; bunun da hesabını mutlaka bu iktidarın vermesi lazım.

Yine, 2024 yılında çiftçinin kredi yükü 800 milyarı aştı, artık çiftçiler traktörünü, tarlasını bankalara ipotek etmekte, rehin olarak vermekte ve maalesef, ödeyemediği için de buraları kendi elinden çıkararak bankaların menkul ve gayrimenkul zengini olduğu bir Türkiye tablosunu ortaya çıkarmış bulunmaktadır. Bu sebeple, 1 milyona kadar olan çiftçi kredilerinin faizlerinin silinmesi ve 5 milyona kadar olanların da hiç olmazsa iki yıl süreyle sübvanse edilerek ertelenmesini bir politika olarak önünüze almak zorundasınız yoksa hayvancılıkta, tarımda bizi yurt dışına bağımlı bir hâle getireceksiniz. Bir tarım ülkesi olan -ilkokul çağlarından beri- "Kendi kendine yeten 7 ülkeden biriyiz." diye ifade ettiğimiz Türkiye'yi uçan kuşa muhtaç hâle getirdiniz, bir tarım ve hayvancılık politikasını maalesef ortaya koymuş oldunuz.

2024'te tam 600 bin büyükbaş hayvan ithal ettiniz, 2025 için şimdiden 520 bin sipariş verdiniz, herhâlde bu rakam çok daha fazla artacak. Bu ithalatla elin çiftçisine vereceğiniz desteği kendi çiftçinize verirseniz, emin olun, hem köylü toprağında, yerinde yurdunda yaşamaya devam eder hem de milyarlarca liramız ithalat rakamı olarak dışarıdaki ülkelere gitmemiş olur. Aynı zamanda, süt üreticileri de perişan. Anaç hayvanlar kesime gidiyor, bu ülkenin et geleceğini ise maalesef düşünen hiç kimse yok. Dolayısıyla bu tarım ve hayvancılıkta uyguladığınız politikalarla Türkiye'yi bir tarım ve hayvancılık ülkesi olmaktan çıkarıp tarım ve hayvancılıkta dışa bağımlı bir ülke hâline getireceksiniz, haberiniz olsun.

Bir diğeri de ihracat olarak yurt dışına gönderdiğimiz tarım ürünlerinin bir kısmının sağlıklı bulunmadığı için iade edilmiş olması. Bunu söylediğimizde de iktidar yetkilileri diyor ki: "Ya, çok cüzi bir kısmı iade edildi. Bunu abartmayın." Doğru, çok cüzi bir kısmı iade edilmiş olabilir ama bu, Türkiye'den yurt dışına gönderemediğimiz malları, ürünleri tüketiyoruz biz yani aslında bu iade edilen mallar sebebiyle bizim iktidarımız Avrupalılara şunu söylüyor: "Ya, kusura bakmayın, aslında o ürünler içeride, bizim vatandaşlarımız tarafından tüketilecek ürünlerdi, yanlışlıkla size geri gelmiş, gönderin onları, diğerleri gibi biz içeride tüketmeye devam ederiz." demek istiyorsunuz. Yani, Avrupalının yemediği, sağlıklı bulmadığı ürünleri maalesef Türkiye'de bizim milletimizin tüketmesini bekliyorsunuz. Burada da yeterli bir denetim yapmadığınızı üzülerek ifade etmek istiyorum.

Yine, bütçenin başarılı olabilmesi için, enflasyonun kalıcı olarak düşürülebilmesi için ve yine, gelir dağılımındaki adaletin yerine getirilebilmesinin yollarından bir tanesi de mali disiplindir. Mali disiplin kişinin ayağını yorganına göre uzatmasıdır ama maalesef bizim iktidarımız ya vergi salarak vergi yorganı satın alıyor ya da faiz ödeyerek tefecilerden, rantiyecilerden emanet yorgan alarak vatandaşını örtmeye çalışıyor ama bu emanet alınan yorgan ve battaniyelerin boyu her geçen gün artıyor, bizim kendi öz kaynaklarımızla sahip olduğumuz yorganlar azalıyor. Herhâlde iktidarı teslim ettiklerinde ise çırılçıplak bir Türkiye'yi bize bırakmış olacaksınız, göstergeler onu gösteriyor.

Mali disiplin için yapmanız gereken şeylerden bir tanesi de tasarruf. Evet, kamu hizmetlerinin bir kısmıyla ilgili tasarruf yaptınız ama saraylarınızdan, şatafatınızdan, itibarınızdan maalesef tasarruf yapmadınız. Köylülere, esnafa, dar gelirlinin sofrasına kamu hizmetlerinden tasarruf yansıdı ama maalesef saraya yansımadı. Daha geçen gün Külliye'de 400 emekli misafir edildi, yemek verildi, her emeklinin başına 1 garson düştü yani yemeği ikram ederken her emeklinin masasına 1 garson serviste bulundu. Emekliye denildi ki: "İşte, 12.500 TL almanızın fotoğrafıdır bu. Siz 12.500 TL maaş almalısınız ki biz sarayda verdiğimiz her yemekte kişi başına 1 garson istihdam edelim ve o misafirlerin masasına her garson 1 tabağı koyacak şekilde bir saray şatafatı oluşturabilelim." Yani o 400 memur vasıtasıyla milyonlarca memura "Siz niçin 12.500 TL emekli maaşına mahkûmsunuz biliyor musunuz? İşte, bu sofralar sebebiyle bu 12.500'e mahkûmsunuz." mesajı verilmiş oldu.

Bir diğer önemli husus, kamu bankalarının görev zararı. İktidarın seçimi kazanmak ve ekonomiye de bir algı oluşturmak için milletin sırtına vurduğu yüklerden bir tanesi de maalesef kamu bankalarının görev zararı. Sadece kredi olarak kamu bankalarının görev zararı oluşmadı, 3 milyarı aşkın rakam yandaş medyaya reklam olarak verildi. Bir Vakıfbankın, bir Ziraat Bankasının, Halk Bankasının artık reklam yapmasına ihtiyacı mı var ya? Bu devlet bankası, zaten yürüttüğü hizmetler sebebiyle birçok vatandaşın mecburen alışverişte bulunduğu bankalar ama siz o yandaş medyalarınızı sübvanse etmek için buralardan milyarlarca lira; Halk Bankasındaki esnafın, Ziraat Bankasındaki köylünün parasını o yandaş medyalarınıza reklam olarak veriyorsunuz. Neye göre veriyorsunuz, rating ölçülerine göre mi? Hayır. Tirajlarına göre mi? Hayır. İktidara nasıl baktıklarına göre medya kuruluşlarına reklam veriyorsunuz; bu da elbette yetim hakkıdır, buna da dikkat etmek gerekir.

Bir diğeri, kamuda istihdam ve atanamayan memurlar. OECD ülkelerinde kamudaki istihdam yüzde 19, ülkemizde ise yüzde 13; ilk bakışta pozitif bir rakam olarak görünebilir. Türkiye, kamuda istihdamı en az olan, dolayısıyla en az istihdam yapan bir ülke. Bu, başarılıymış gibi görünebilir, aslında öyle değil. Siz kamunun yapması gereken hizmetleri ihale yoluyla taşeronlara veriyorsunuz yani devletin kamu istihdamıyla yapması gereken hizmetleri yandaş şirketlere yaptırıyorsunuz. Bu neye yol açıyor? O şirketlerde çalışan insanlar kamu kurumlarında çalışanlardan çok daha düşük ücretlerle, çok daha gayriinsani şartlarla çalışmak zorunda kalıyor. Örneğin, şehir hastanelerine kaynaklar aktarıyorsunuz ama şehir hastanesinde hizmet yapan personelin tamamı özel sektör çalışanı. Sağlık Bakanlığına bağlı olarak çalışırlarsa daha insani şartlarda ücret alacaklar ama siz ne yapıyorsunuz? Yandaş şirketlere özel hastanelerde garanti veriyorsunuz; o sağlık sektöründeki hizmetleri de özel sektör yapıyor, onlara daha az maaş veriyor. Devlet ise aradaki farkı o şirketlerin cebine servet transferi olarak gönderiyor. Onun için bu yüzde 13 rakamı, aslında sizin yandaş şirketler eliyle yürüttüğünüz kamu hizmetlerinden çıkan rantı yandaş şirketlere aktarmanızın, işçinin cebinden çalmanızın bir sonucudur. İşçiler ucuza çalışıyor, herkes özel sektörden çok kamuda iş aramanın telaşına giriyor ve dolayısıyla atanamayan öğretmenler, atanamayan ziraat mühendisleri, atanamayan sağlıkçılar; Türkiye'de neredeyse atanabilen hiçbir sektör kalmamış oldu. Hele, yenidoğan çetesi aslında sizin sağlık politikalarınızın bir iflasıdır. Niçin? Çünkü normal bir özel hastane namusuyla çalıştığı zaman daha az kazandığını ama... Alt taşerona orada sigortasız elemanlar çalıştırmak, nöbetçi doktor bulundurmamak ve benzeri suretlerle, yatmaması gereken yoğun bakımdaki hastaları oraya sevk etmek suretiyle devletin paralarını özel sektör eliyle rantiyenin cebine attığına dair bir işarettir.

Şehir hastaneleri, devlet garantisiyle finansmanı sağlanan özel sektör yatırımlarıdır, kamusal sağlık hizmetlerinin temel felsefesiyle bağdaşmayan bir yapıdır. Kamu özel iş birliği modeliyle yürütülen şehir hastaneleri projelerinin kamu maliyesi üzerinde oluşturduğu yüklere bakmak lazım. Birazdan borçlanma rakamlarına geldiğimizde de görmüş olacağız ki ne hazine garantili şehir hastanelerinin ne köprülere ne yollara ödenecek taahhütlerin hiçbir tanesi kamu borçları içerisinde sayılmadığı için, buna rağmen borçlarımız hâlâ 500 milyarları geçmiş durumda.

Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığına gelecek olursak Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığımız maalesef aile kurumumuzun zedelenmesini engelleyemediği gibi çocuklarımızın ve gençlerimizin kötü alışkanlıklarının engellenmesi için etkili politikalar sağlayamamıştır.

Yine, geçen gün bir komisyon sırasında AK PARTİ'li 2 vekil arasında geçen konuşma aslında sizin meselelere nasıl yaklaştığınızın bir ifadesidir. 2 milletvekili arkadaş açık unuttukları mikrofonda konuşurken "Oraya gitmezsek kamuoyundan çok tepki alırız." diyor. Yani, siz oraya gitmeniz gerektiği için değil, kamuoyundan tepki almamak için oraya gitmeyi düşünürseniz bu işleri düzeltme imkânınız olmaz. O hâlde, biz de buradan bütün muhalefet partileri başta olmak üzere, bütün sivil topluma bir çağrıda bulunmak istiyoruz: Her olayı o kadar bayraklaştıralım ki bu Adalet ve Kalkınma Partililer oraya gitmek mecburiyetinde kalsın. "Bu kamu vicdanı bizi oralara gitmeye mahkûm kıldı." desinler ki yerlerinde oturmayıp oralara gitmek mecburiyetinde kalsınlar. Çünkü vicdanları sızladığı için oraya gitmiyorlar, "Kamu tepkisi oluşabilir." endişesiyle oraya gidiyorlar. Biz de sizi oraya götürmek için kamuoyu oluşturmak üstünde bir gayret içerisinde olacağız.

Yine, sosyal yardımlardan ayrılan pay ve 20 milyona yakın insanımızın direkt veya dolaylı olarak sosyal yardımlarla geçindiği bir Türkiye tablosuyla övünüyorsunuz. Sayın Cumhurbaşkanı Yardımcım, sizin iktidarınızdan sonra biz iktidara gelmiş olsak ve uyguladığımız ekonomik politikaların meyvelerini alıncaya kadar bu 20 milyon yoksulu aynı zamanda nasıl destekleriz diye bir politika yapıp bütçemize sosyal yardımları koysak bu anlaşılabilir bir şey ama siz, yirmi iki yıldır iktidardasınız, ilk geldiğinizde hadi, batmış bir ekonomi devraldınız, sosyal yardımları artırdınız ki insanlar siz bu acı reçeteyi verirken âdeta "Dereye su gelinceye kadar kurbağanın gözü patlamasın." diye bu sosyal yardımları verdiniz ama geldiğimiz noktada artık sizden önceki yoksulları doyurmayı değil, kendi yoksullaştırdığınız milyonları doyurmak için bütçeyi ayırmak durumunda kalıyorsunuz. Dolayısıyla, siz, yoksulluğu ortadan kaldırmak istemiyorsunuz, "Yoksulluğu nasıl yönetebiliriz?"i bütçenize bir veri olarak koyuyorsunuz. Oysa sağlıklı bir devlet, vatandaşına onurlu bir hayat yaşatmak isteyen devlet elbette ekonomik krizler zamanı sosyal yardımları öne çıkarır ama ekonomisini hemen düzelttikten sonra bütün vatandaşların onuruyla yaşayabileceği ekonomik bir düzeni inşa eder.

Borçlanma rakamları az evvel ifade ettiğim gibi, 30 Haziran 2024 itibarıyla Türkiye'nin brüt borç stoku 512 milyar dolara ulaştı ve Türkiye bütçesinin gelirlerinin yüzde 89'u vergi gelirlerine dayanıyor; ilk aldığınızda yüzde 70'lerdeydi. Niye? Çünkü başka bağlı kuruluşlar vardı, verginin dışında bütçenin oradan da gelirleri vardı. Bugün her 100 liralık gelirinizin 84 lirası vergi ve siz bu borçları yüzde 89'u vergi gelirlerinden olan bir bütçeyle ödemek zorundasınız ki hoş, ödediğiniz yok, sürekli öteliyorsunuz. Net dış borç stokunuz ise 265 milyar. Suriye'de, Libya'da yedi düvelle savaşmak zorunda kalıyoruz. Bu kadar kötü bir ekonomik tabloyla Türkiye Orta Doğu'da güçlü ve lider bir ülke olamaz. Onun için, mutlaka ve mutlaka bu borç stokunu yönetmeyi bütçelerinizin bir köşesine yazmak durumundasınız. İfade ettiğim gibi, bu 512 milyar doların içerisinde köprü, otoyol, hastane ve hava limanlarıyla ilgili hazine garantileri sebebiyle üstlendiğiniz borçlar maalesef yer almıyor.

Faiz giderleri... Geçen gün Sayın Hazine ve Maliye Bakanına da ifade ettim. Bu bütçede maharetli olduğunuz iki konu var. Faiz giderlerini 1 trilyon 950 milyar göstermişsiniz yani 2 trilyon dememek için oldukça mahir davranmışsınız.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN - Buyurun, toparlayın.

BÜLENT KAYA (Devamla) - Toparlıyorum Sayın Başkan.

50 milyar için yalan söyleyecek hâlimiz yok ya, "1 trilyon 950 milyar işte." dediniz ama oysa bunun 2 trilyonun psikolojik algısını yönetmekle ilgili basit bir hesap olduğu net bir şekilde ortada çünkü bütçe açığını da 1 trilyon 930 milyar civarında bir rakam gösteriyorsunuz. Orada da 2 trilyon dememek için bayağı bir gayret göstermişsiniz. Özetle, ifade ettiğim gibi, siz bu bütçeyle, zengini kayırıyor, vatandaşı silkeliyorsunuz. Belediyeleri silkeleyip silkelememek sizin takdirinizde olan bir şey çünkü silkeleyecekseniz "Adalet ve Kalkınma Partisi, Cumhuriyet Halk Partisi ya da diğer partiler" diye bir ayrım yapmaksızın herkesi silkeleyin ama hiç olmazsa şu gariban milyonları silkelemekten vazgeçin. Bu bütçenin zenginden alınıp fakire verilerek gelir dağılımının düzeltildiği bir bütçeye evrilmesini diliyor, bu bütçeye "ret" oyu vereceğimizi ifade ederek Genel Kurulu saygıyla selamlıyorum. (Saadet Partisi ve CHP sıralarından alkışlar)