| Konu: | Anayasa Mahkemesinin Şerafettin Can Atalay'ın milletvekilliğinin düşmesi işlemiyle ilgili vermiş olduğu kararı doğrultusunda TBMM'nin tutum ve davranışının belirlenmesi, yaşanan bu durumun sebeplerinin tespit edilmesi ve benzer durumların önlenmesi konusunda bir genel görüşme açılmasına ilişkin önergenin (8/43) ön görüşmesi münasebetiyle |
| Yasama Yılı: | 2 |
| Birleşim: | 114 |
| Tarih: | 16.08.2024 |
SAADET PARTİSİ GRUBU ADINA BÜLENT KAYA (İstanbul) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri...
SALİHA SERA KADIGİL (İstanbul) - Başıboş vekilleri toplamışlar mı Bülent Başkan, bir bak! Başıboş vekiller toplandıysa konuş! Arkadan sinsi sinsi geliyor çünkü, dikkat edin!
HALİS DALKILIÇ (İstanbul) - Haddini bilenlerin can güvenliği var!
BÜLENT KAYA (Devamla) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; bugün Anayasa Mahkemesinin vermiş olduğu bir kararla ilgili bir genel görüşme talebi üzerine olağanüstü bir toplantı için bir araya gelmiş bulunuyoruz.
İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi Hatay Milletvekili Can Atalay'la ilgili bir mahkûmiyet kararı verdi. Ardından Yargıtay 3. Ceza Dairesi bu kararı onadı. Bu onama kararı kesin bir hüküm olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığımıza iletildi ancak Sayın Meclis Başkanımız Anayasa Mahkemesine bir bireysel başvuru yapılmasını dikkate alarak o kesinleşmiş hükmü Genel Kurulda okumadı. Hatta, kesinleşmiş hükme rağmen, Sayın Can Atalay'ın Meclisteki özlük haklarını verdi, danışmanlarına oda tahsis etti ve bu da bütün Parlamentonun oy birliğiyle almış olduğu bir karar oldu. Sayın Meclis Başkanı aslında bu tutumuyla hukukta güvenilir olmanın, öngörülebilir olmanın bir tezahürünü, bir sonucunu ortaya koymuş oldu. Niye? Çünkü bu Parlamento daha önce bu tecrübeyi 2 kez yaşadı. İlkinde Enis Berberoğlu'yla ilgili bir karar verildi, kesin hüküm burada okundu, ardından Anayasa Mahkemesi bireysel hak ihlali kararı verince aynı karar burada tekrar okundu ve milletvekilliğine kavuşmuş oldu. Ardından Sayın Ömer Faruk Gergerlioğlu'yla ilgili benzer bir süreç yaşandı, milletvekilliği Anayasa Mahkemesindeki bireysel başvuruya rağmen düşürüldü, Genel Kurulda okutuldu; ardından Anayasa Mahkemesi bir karar verince, burada Meclis Başkanı tekrar ilgili hükmü işleterek Anayasa'nın üstünlüğüne, Anayasa Mahkemesinin bireysel başvuru hakkına saygı gösterdi. Sayın Meclis Başkanımız da -herhâlde 3'üncüsünde de böyle olacak- "Bu bireysel başvuru hakkını bekleyelim, Anayasa Mahkemesinden olumlu bir karar çıkar da bir bireysel hak ihlali kararı verilirse, hiç olmazsa daha önce 2 kez bu Mecliste yaşatılmış olan Anayasa Mahkemesi kararına rağmen milletvekilliğinin düşürülme olayını 3'üncü kez burada yaşatmayalım." diye bir hassasiyet gösterdi. Anayasa Mahkemesi karar verdi, daha sonra Yargıtay 3. Ceza Dairesi buraya bir talimat gönderdi. Ben bir avukatım, hukukçuyum, birçok hukukçu arkadaş da iyi bilir: Kesinleşme şerhini Yargıtay yazmaz, ilk derece mahkemeleri yazar; daha önce de Meclise gerekçeli kararları ilk derece mahkemeleri göndermiştir, Yargıtay göndermemiştir. Yani bizim Meclis Başkanından beklentimiz şuydu: Sayın Meclis Başkanım, Anayasa Mahkemesinin bu kararını madem beklediniz, Anayasa Mahkemesinin kararını bir bekletici mesele olarak ortaya koydunuz, kesinleşmiş mahkeme kararını Anayasa Mahkemesi kararına kadar beklettiniz; e, Anayasa Mahkemesi olumlu bir karar verdi; değişen ne oldu da siz, Anayasa Mahkemesi kararını beklerken okutmadığınız bir hükmü, ortada Anayasa Mahkemesinin bir kararının varlığına rağmen okutma ihtiyacı hissettiniz? Okuttunuz bu kararı burada, Anayasa Mahkemesi de bunu yok hükmünde kabul etti.
(Uğultular)
BÜLENT KAYA (Devamla) - Sayın Başkanım, sessizliği bir sağlayabilirsek, sözlerimi söylemekte sıkıntı...
BAŞKAN - Değerli arkadaşlar, hatibin konuşmasının insicamını bozmayalım.
Buyurun Sayın Kaya.
BÜLENT KAYA (Devamla) - Çok teşekkür ederim Sayın Başkan.
Değerli milletvekilleri, anayasa yargısı alanında iki çeşit bir paradigma var: Biri hak eksenli paradigmadır, diğeri ideoloji eksenli paradigma. İlki yani hak eksenli paradigma bireyi, bireyin haklarını ve özgürlüklerini esas alır, öncelikli olarak onlara ağırlık verir ve bireyi korumayı amaçlar; "İnsanı yaşat ki devlet yaşasın." kavramının aslında bir başka ifade ediliş şeklidir. İkincisi, daha çok devletin temel ilkelerini, devleti ve onun ideolojisini korumayı esas alır ve ona öncelik verir yani insanı değil devleti ve resmî ideolojiyi önemseyen bir paradigmadır. Maalesef kuruluşundan bu yana devleti ve ideolojiyi esas alan, insanı ıskalayan paradigma Anayasa Mahkemesinin temel felsefesi olarak hâkim olmuştur. Ta ki Anayasa Mahkemesinin özellikle 23 Eylül 2002 yılından itibaren başlayan bireysel başvuru görevi ve yetkisiyle birlikte Anayasa Mahkemesi üyelerinin hak eksenli yaklaşımla karar vermeye başlamasıyla bir paradigma değişikliği başlamıştır. Bu paradigma değişikliğinin temel mimarlarından bir tanesi de Adalet ve Kalkınma Partisinin o dönemki değerli milletvekillerinin eseridir çünkü bu Parlamentoda referanduma ihtiyaç hissedilecek kadar bir çoğunluğu Adalet ve Kalkınma Partisi milletvekillerinin de "evet" oyuyla kabul edildi, daha sonra da milletimiz kahir ekseriyetle bu bireysel hak arama hususundaki Anayasa değişikliğini kabul etti. Yani siz aslında kendi getirmiş olduğunuz bir bireysel hakla ilgili bir kazanımdan bugün vazgeçmek üzere bir tutum ortaya koyuyorsunuz.
Bu bireysel başvuru hakkı gerçekten son derece önemli ve kıymetliydi. Hak eksenli yaklaşımının anayasa yargısında bir tercih değil bir zorunluluk olduğunu kabul etmemiz lazım çünkü Anayasa Mahkemesinin varlık sebebi bir toplumsal sözleşme olan Anayasa'nın insanlara sağladığı temel hak ve hürriyetleri kamu gücüne karşı güvence altına almaktır. Bu aslında sizin de eski AK PARTİ döneminde önemsediğiniz ve savunduğunuz ve sona ermesiyle de gurur duyduğunuz, bundan dolayı da yapmış olduğunuz önemli özgürlükçü adımlardan dolayı benim de size teşekkür ettiğim, bürokratik vesayetin sona ermesini sağlayan adımlardı ama bugün geldiğimiz noktada maalesef Anayasa Mahkemesinin bu hak eksenli yaklaşımını yok sayarak, resmî ideolojiyi, kurmuş olduğumuz siyasi ittifakları önceleyen tavrımız maalesef bu önemli kazanımı ortadan kaldırma gibi bir durumla bizi karşı karşıya getirme gibi bir durumla baş başa bırakıyor. Hak eksenli bir yaklaşımı yerleştirmek kolay mı? Elbette zor ve şüphesiz zordur. Çünkü bunu sağlamak Anayasa Mahkemesi üyelerinin görevi olduğu kadar Türkiye Büyük Millet Meclisinde görev yapan milletvekillerinin ve bu ülkede milletin hakkını savunan siyasetçilerin de görev ve sorumluluğudur. Hak eksenli bir yaklaşımın hâkim olması iki açıdan zordur. Birincisi, şayet özgürlüklere, demokrasiye, insan haklarına ve hürriyetlerine samimi bir şekilde inanıyor ve savunuyorsak öncelikle başkalarının da bizim gibi insan olduğunu ve insan olma zemininde haklara sahip olduğunu kabul etmek zorundayız ve buna samimi bir şekilde hep beraber inanmak zorundayız. Sadece bizim gibi inananların değil, herkesin, bizimle aynı düşüncede olmayanların da temel hak ve hürriyetlerden istifade etme noktasında eşit haklara sahip olduğuna hep beraber, samimi bir şekilde inanmak zorundayız.
İkincisi ve çok daha önemli olan şudur: Her türlü zorluğa rağmen, güçlüğe rağmen, esen fırtınalara rağmen, konjonktürel rüzgârlara rağmen, siyasal ittifaklarımıza rağmen, parti çıkarlarımıza rağmen; duruşumuzu, istikametimizi bozmadan, onurlu bir şekilde, hakkı üstün tutabilme iradesini ortaya koymaktır. Her koşulda insan kalmayı, insanca duruş sergilemeyi başarmamız lazım. Bu insanca duruş; ideolojilerimize, partilerimize, siyasi ittifaklarımıza aykırı olsa bile, "Senin fikirlerine katılmıyorum, hatta şiddetle itiraz ediyorum ama fikirlerini savunma özgürlüğüne de sonuna kadar sahip çıkıyorum." demeyi hep beraber başarmak zorundayız.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; kararların gerekçelerinin bulunması, kararları hukuki kılmaz. Her saç baş yolduran, "Bu kadar da olmaz!" dediğimiz birçok yanlış ve kötü kararın da altında emin olun çok çok geniş gerekçe vardı. Gerekçeden karara gitmek yerine önce karar verip sonra da o karara gerekçe uyduran hukukçular bizleri aldatmasın. Çok fazla gerilere gitmeyeceğim, sadece her biri burada yer alan birçok milletvekilini ve Adalet ve Kalkınma Partili birçok milletvekilini de rahatsız eden, vicdanını yaralayan birkaç örneğe değineceğim.
Değerli AK PARTİ'li milletvekili arkadaşlarım, rahmetli Başbakanımız Profesör Necmettin Erbakan'ı Bingöl'deki konuşması sebebiyle cezalandıran Diyarbakır DGM Mahkemesinin emin olun bir gerekçesi vardı, altında da koca koca hukukçuların imzası vardı ve yine o cezayı onayan Yargıtay üyelerinin de gerekçeleri vardı, altında da koca koca Yargıtay üyelerinin savunduğu gerekçeler vardı. Şu anki Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan'a Siirt'teki okuduğu şiir sebebiyle ceza veren Diyarbakır Devlet Güvenlik Mahkemesinin de kararının bir gerekçesi vardı, o kararı onaylayan da koca koca hukukçular vardı ve o kararı Yargıtayda onaylayan, bize saç baş yolduran hukukçuların kendilerinin de savunduğu gerekçeleri vardı. Refah Partisinin, Fazilet Partisinin, Adalet ve Kalkınma Partisinin parti kapatma davalarında verilen kapatma kararlarının da altında koca koca anayasa hukukçularının imzası vardı ve sayfalarca dolusu gerekçeleri vardı ama 2007 yılında Cumhurbaşkanı seçimine dair Anayasa Mahkemesinin 367 garabetinin altında da koca koca anayasa hukukçularının ve Anayasa Mahkemesinin imzası vardı. 413 milletvekilinin başörtüsüne özgürlük sağlayan kararını iptal eden Anayasa Mahkemesinin de koca koca, sayfalarca gerekçeleri, altında da koca koca hukukçuların imzası vardı.
Demem o ki hukuki gerekçeyle karar vermek başka bir şey, karara gerekçe uydurmak başka şeydir. Kararın gerekçesini inanarak savunmak başka bir şey; öyle karar verilmesi gerektiği için, sizi buraya tıkayan irade öyle istediği için ceza verip o cezaya da gerekçe uydurmak bambaşka bir şeydir. Dolayısıyla gelin, hep beraber öyle olması gerektiği için verilen kararların gerekçelerini savunmayalım; gerçekten inanarak, gerçekten içimize sindirerek bu gerekçeleri savunabiliyorsak savunalım. Ey Adalet ve Kalkınma Partisindeki değerli kardeşlerim, sizler 2004 yılında Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu'nda bir değişiklik yaptınız. O tarihe kadar Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin verdiği hak ihlalleri kararı Türkiye'de sadece tazminatı doğuruyordu. Siz 2004 yılında Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu'nda bir değişiklik yaptınız ve dediniz ki: Şayet Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi bir hak ihlali kararı verirse mahkeme bunu yeniden yargılama sebebi yapmak zorundadır. Daha sonra, 2010 yılında Anayasa'da bireysel başvuru hakkını yine sizlerin öncülüğünde bu memleket başardı. 2011 yılında da Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'u yine siz getirdiniz. Şimdi, getirmiş olduğunuz ve benim de takdir ettiğim Anayasa'nın 148'inci maddesinin üçüncü fıkrasıyla 12/9/2010'dan itibaren yurttaşlarınıza, vatandaşlarınıza bireysel başvuru hakkı tanıyorsunuz. "Ey 85 milyon, şayet kamu sizin hakkınızı ihlal ederse orada Anayasa Mahkemesi var, orada hukukçular var, kendi kamu gücünü kullanarak size haksızlık eden bu insanlara karşı Anayasa Mahkemesine müracaat etme hakkını veriyorum. Bu, size bir hak olduğu gibi Türkiye'yi, Avrupa'da başka ülkelere şikâyet etmek zorunda kalmayın. Gelin, bu ülkede kamunun yaptığı hak ihlallerini yine kendi yargımız içerisinde çözelim." diye Anayasa Mahkemesine, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine müracaattan önce bu hakkı siz verdiniz. Yine, Anayasa 153'ün son fıkrasında diyorsunuz ki: Anayasa Mahkemesi kararları Resmî Gazete'de yayınlandıktan sonra Türkiye Büyük Millet Meclisi, mahkemeler, idari organlar dâhil herkesi bağlar. Yine, Anayasa 158'in son fıkrasında da diyorsunuz ki: Anayasa Mahkemesi ile başka mahkemeler arasında bir görev uyuşmazlığı çıkarsa Anayasa Mahkemesinin kararı esas alınır. Yine, 2011 yılında sizin getirmiş olduğunuz Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un 45'inci maddesinde bireysel başvuruyu tanımlarken şöyle diyorsunuz değerli AK PARTİ'li milletvekilleri: Anayasa'da güvence altına alınmış temel hak ve özgürlükleri ile Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve buna ek Türkiye'nin taraf olduğu protokoller kapsamındaki herhangi bir temel hak ve hürriyet kamu gücü tarafından ihlal edilirse kişi bireysel başvuru yoluna müracaat edebilir. Bu bireysel hakkı yani Anayasa'da ya da Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nde tanımlanan hak kim tarafından ihlal edilebilir? Bir belediye, bir kamu gücü, bir bakanlık, bir nüfus müdürlüğü tarafından ihlal edilebilir. Peki, başka kimin tarafından ihlal edilebilir? İşte, 45'inci maddede de onu söylüyorsunuz, diyorsunuz ki: İhlale neden olduğu ileri sürülen işlem, eylem ya da ihmal bir mahkeme kararına dayanıyorsa Anayasa Mahkemesi hak ihlali verirken bir yeniden yargılama için o dosyayı gönderir ve sonucu ondan sonra ortadan kaldırır. Yani kesinleşmiş bir mahkeme kararına karşı dahi eğer bu bir temel hak ve hürriyeti ortadan kaldırıyorsa "Ey Anayasa Mahkemesi, onu da tespit edip, ilgili mahkemeye o kararı gönderip o hak ihlalini ortadan kaldırabilirsiniz." diyen sizlersiniz. Dolayısıyla geldiğimiz nokta itibarıyla böyle süslü süslü laflarla "Efendim, Yargıtay ile Anayasa Mahkemesi arasında bir görev uyuşmazlığı var. Anayasa Mahkemesi süper temyiz mahkemesi değildir." gibi hukukçu yalanlarına itibar etmemek lazım çünkü Anayasa Mahkemesi bir temyiz incelemesi yapmıyor. Anayasa Mahkemesi, bir konu önüne geldiği zaman hak ihlali bir kamu gücü tarafından ihlal edilmişse ihlal kararı veriyor. Az evvel de ifade ettiğim gibi, bu ihlal kararı bir mahkeme tarafından da yapılmış olabilir. Anayasa Mahkemesi burada bir temyiz incelemesi yapmıyor; İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesinin veya Yargıtayın verdiği kamu gücünü kullanarak bir temel hak ve hürriyeti, Anayasa'da tanımlanmış hak hürriyetini ortadan kaldırmasına "Durun bir dakika, ben burada temyiz incelemesi yapmıyorum. Ey İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi, ey Yargıtay 3. Ceza Dairesi; sen kişinin Anayasa'da güvence altına alınmış bir temel hak ve hürriyetini ihlal ettin. Dolayısıyla, senin bu ihlalini tespit ediyorum. Bunu ortadan kaldırmanın yolu da dosyayı 13. Ağır Ceza Mahkemesine gönderiyorum, bu kişinin yargılamasını yeniden yap, dokunulmazlık kararını tanı, dosyasını fezlekeyle Meclis Başkanlığına gönder; şayet Türkiye Büyük Millet Meclisindeki 600 milletvekili çoğunlukla Can Atalay'ın dokunulmazlığını kaldırırsa 13. Ağır Ceza Mahkemesi yargılamaya kaldığı yerden devam etsin." diyor. Yani "Yanlış bir karar verdin." demiyor, delilleri tartışmıyor; Anayasa'da güvence altına alınan yasama dokunulmazlığını ihlal eden 13. Ağır Ceza Mahkemesine bireysel başvuruyla "Dur!" diyor.
Sayın Meclis Başkanım, dolayısıyla sizlerin de bu kararı ayakta tutarak İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesine "Ya, bu kararı bu kadar hararetle savunan partiler ve milletvekilleri var. Gönderin fezlekeyi, ben ilgili komisyona da getireyim, Genel Kurul Can Atalay'ın dokunulmazlığını kaldırsın, memleket hiç olmazsa bu hukuk ayıbıyla yüz yüze kalmasın." demeniz gerekirken Yargıtay 3. Ceza Dairesinin âdeta Anayasa Mahkemesini yok sayan, Anayasa'yı yok sayan, Meclisin iradesini yok sayan kararını burada okutma gibi bir durumla bu Meclisi karşı karşıya bıraktınız; bunun doğru olmadığını ifade etmeye çalışıyorum.
Bir diğeri de Anayasa Mahkemesi, tıpkı diğer mahkemeler gibi, önüne bir ihtilaf geldiği zaman Anayasa'yı yorumlama yetkisine sahiptir. Her derecedeki mahkeme karar verirken Anayasa'yı yorumlama yetkisine sahiptir ama nihai olarak, en üst mahkeme olması hasebiyle ve "Anayasa'yla ilgili bir görev uyuşmazlığı olduğunda Anayasa Mahkemesi kararları esas alınır." hükmü gereğince Anayasa Mahkemesi Anayasa'nın ilgili maddesini yorumlamışsa, artık İstanbul 13. Ağır Cezanın, Yargıtay 3. Hukuk Dairesinin ya da milletvekilleri olarak bizlerin yapacağı değerlendirme sadece entelektüel ya da akademik tartışmalar olur ama bu karara uymama gibi bir yaptırım, Anayasa'yı yok saymak gibi bir durumla karşı karşıya bırakır.
Yine, Türkiye'de Anayasa Mahkemesine müracaat etmeden Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine müracaatlar oluyor. Sebep ne? Başvurucu "Artık, başvurularında Anayasa Mahkemesinin kararları idare tarafından dikkate alınmıyor. Dolayısıyla ihlal kararları dikkate alınamayan Anayasa Mahkemesiyle ben ne diye vakit kaybedeyim?" deyip direkt Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine gidiyor. Onun için Türkiye'yi bu ayıptan kurtarmak lazım.
Aslında söylenecek çok söz var ama sözün özü ve hikmeti çoğu zaman bir şairin dizelerinde gizlidir, ben de bir Azeri şairin dizeleriyle bu hikmeti Genel Kurula arz etmiş olacağım.
"Merhamet duygusu sende yoksa,
Tuttuğun orucun sende ne manası var?
Sofranda yoksula yerin yoksa,
Bir ay aç kalmanın ne manası var?
Terazin çekide eğri çekerse,
Dilin zehir gibi kalp incitirse,
Elin rüşvet alıp rüşvet verirse,
Kıldığın namazın ne manası var?
Yalandan ant içip al ver edenler,
Avrattan habersiz eğri gidenler,
Haksızdan pul alıp haklı edenler,
O hacca gitmenin ne manası var?
Haram pullarıyla villa dikenler,
Yetimin hakkını bölüp yiyenler,
Şer atıp birbirini bedbaht edenler,
Ölende Yasin'in ne manası var?
Namaz da oruç da esastır kardeş,
Ama vicdanlı olmak çetindir kardeş,
Asıl insan olmak lazımdır kardeş,
Amelsiz Kur'an'ın ne manası var?"
Hakkı tutup kaldıramadıysan, haksızlığa karşı çıkamadıysan, konjonktür rüzgârına kapılıp yaprak gibi dönüp durduysan milletvekilliğinin, iktidarın, bakanlığın, Cumhurbaşkanlığının, Meclis Başkanlığının ne manası var?
Genel Kurulu saygıyla selamlıyorum. (Saadet Partisi, CHP, DEM PARTİ ve İYİ Parti sıralarından alkışlar)