| Konu: | 2024 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Teklifi ile 2022 Yılı Merkezi Yönetim Kesin Hesap Kanunu Teklifinin 10'uncu Tur Görüşmeleri münasebetiyle |
| Yasama Yılı: | 2 |
| Birleşim: | 43 |
| Tarih: | 22.12.2023 |
SAADET PARTİSİ GRUBU ADINA BÜLENT KAYA (İstanbul) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; bugün Cumhurbaşkanlığı bütçesi üzerine Saadet ve Gelecek Grubu adına görüşlerimi arz etmek üzere kürsüdeyim.
Elbette bir sisteme geçmek kadar o sistemden çıkışı da konuşmak, değerlendirmek son derece önemlidir. İktidarın yanlış ve inatçı ekonomik kararlarıyla bu ülkeyi yüksek enflasyon ve yüksek kur riskiyle karşı karşıya bıraktığı zaman, adına "millî ekonomik model" yer yer "Türk tipi ekonomik model" dedikleri ve bu modelin de en önemli argümanı olan "kur korumalı mevduat sistemi" diye bir sistem icat ettiler, öve öve bitiremediler ve günün sonunda 700 milyar lirayı aşkın bir maliyet ve "Acaba buradan nasıl çıkarız?" diye yeni ekonomi yönetimini kara kara düşündüren bu sistemden vazgeçilme noktasına gelindi ve artık "Türk tipi ekonomik model" diye bir şeyden bahsedilmeyecek bir duruma gelindi.
Bugün, adına "Cumhurbaşkanlığı hükûmet sistemi" dediğimiz, 2017 referandumunda kabul edilen, 2018'den bu yana da yürürlükte olan bir hükûmet sistemiyle karşı karşıyayız. Buraya nasıl geldiğimizi hep beraber tespit etmezsek tıpkı kur korumalı mevduattan nasıl çıkmamız gerektiğini kara kara düşündüğümüz gibi, bu sistem SOS vermesine rağmen, "error" vermesine rağmen, yürümemesine rağmen nasıl çıkmamız gerektiğini konuşamayacak duruma geliriz. Bugün buraya nerelerden geldik dersek çok daha eskilere gidebiliriz ama 2011 seçimlerine giderken adına daha sonradan "paralel yapı" dediğiniz yapı, aslında 2011 seçimlerinde 150 milletvekilini Adalet ve Kalkınma Partisi listelerinden Meclise sokmakla ilgili bir pazarlıkla iktidarla karşılaştı. Ardından, sadece belli sayıda milletvekiliyle bu süreç atlatıldı ama 2011 milletvekili listesi aslında ilk kıvılcımdı. Ardından, 7 Şubat 2012'de MİT Müsteşarına yönelik bir gözaltı kararıyla bu kıvılcımın daha da alevlendiği bir sürece girdik. Elbette, Sayın Erdoğan ile Fetullah Gülen'in arasının bozulduğuna dair bu dönemde yorumlar yapılmaya başlandı ama her sıkıntılı ilişkide olduğu gibi, taraflar hemen "Kimse aramıza giremez, boşuna Başbakan ile hoca efendinin arasına girmeye kalkmayın." diyerek sanki ortada bir şey yokmuş gibi bu durumu normalleştirmeye çalıştılar ama biz biliyoruz ki "Hiç kimse aramıza giremez, aramızda hiçbir şey yok." deniliyorsa bu, aslında aranıza birilerinin girmeye başladığının bir göstergesidir. Ve nitekim, 2013 yılının yazından itibaren mevcut iktidar ve o dönemin Başbakanı Sayın Erdoğan, cemaatin insan ve finans kaynağı olan dershanelerin kapatılacağına yönelik bir açıklamayla artık bu çatışmanın gizlenemeyecek bir noktaya geldiğini neredeyse kamuoyuna ifşa etmiş oldu. Ardından, tabii ki Zaman gazetesi bu haberlere manşetten, günlerce karşı çıkan yayınlar yaptı. 25 Kasım 2013'te Ekrem Dumanlı "Başbakana Açık Mektup: (Tarihe Kısa Bir Not Düşmek İçin)" başlıklı bir yazı kaleme aldı. Sonra da Fetullah Gülen'in "herkul.org" sitesinden "Hiç Durmadan Yürüyeceksiniz" başlıklı "Çok kötü şeyler duyabilirsiniz, rica ediyorum ben, aynıyla mukabelede bulunmamak lazım." şeklinde açıklamaları yayınlandı. Ardından, 28 Kasım 2013'te Taraf gazetesinde Mehmet Baransu imzalı "Gülen'i bitirme kararı 2004'te MGK'da alındı" haberi yayınlandı. Buradaki amaç AK PARTİ'nin cemaati tasfiye etme operasyonunun yeni olmadığına, 2004 yılındaki MGK kararına dayandığına dair bir algı çalışması yapılmaya çalışıldı. Elbette Hükûmete yakın isimler de bunun 2004 yılındaki MGK'yle bir ilişkisi olmadığını, onun yok hükmünde olduğunu ifade ettiler ve Sayın Erdoğan da bunu iddia etmenin vatan hainliği olduğunu ileri sürdü. Gerilimin zirveye çıktığı 15 Aralık günü Adalet ve Kalkınma Partisi Milletvekili Hakan Şükür zehir zemberek bir mektupla partisinden istifa etti. İki gün sonra da 17 Aralıkta rüşvet ve yolsuzluk operasyonu başladı.
Nasıl AK PARTİ'nin dershanelerle ilgili yasal çalışması eğitim sisteminde bir iyileştirmenin aracı değil tersine düştüğü yapıyla mücadele etmenin bir aparatı idiyse 17 Aralık operasyonu da elbette bir adalet arayışı, temiz eller operasyonu değil ters düştüğü iktidarla bir mücadele aparatı olarak kullanıldı ama 17-25'in sivil bir iktidar ile devlet içerisine çöreklenmiş bir yapının mücadelesi olduğu gerçeğiyle beraber, bu, 17-25'in aynı zamanda bir yolsuzluk, aynı zamanda bir rüşvet ve aynı zamanda bir hırsızlık operasyon olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz. Niye? Çünkü o dönemin 4 Bakanını kayıplara karıştı. Adalet ve Kalkınma Partisi geleneğinde biliyoruz ki milletvekilleri, bakanlar zaman zaman görev yapar, zaman zaman dinlenmeye alınır ama bir müddet sonra tekrar siyaset sahnesine çıkarlar ama bu 4 Bakan her nedense sırra kadem bastı. Bu da Adalet ve Kalkınma Partisinin bu Bakanlara sahip çıkamadığının bir göstergesidir. Yine, ilk başta, ayakkabı kutularında bulunan paraları için "Bu paraları polis yerleştirildi." diye beyanatlarda bulundular, ardından takipsizlik kararı verilince de bu paraları faiziyle beraber geri almaktan da geri durmadılar. Yani o güne kadar "Polislere ait bu paralar." diyen kişiler takipsizlik kararı ortaya çıkınca o paraları faiziyle beraber geri almış oldular.
17-25 Aralık sürecinde Hükûmet-yargı-emniyet cephesinde karşılıklı meydan okumalar oldu, bugünlerden yani bu yapıdan sonra da "paralel yapı" ismiyle devlet içerisinde ayrı bir yapının olduğu Hükûmet tarafından da itiraf edildi ve bunun yargı içerisinde olmasının ise asla kabul edilemeyeceği ifade edilmiş oldu. 7 Ocak 2014'te İzmir Liman İşletmesi Müdürlüğü başta olmak üzere birçok adrese operasyonlar yapıldı. 15 Ocakta İstanbul'da, 21 Ocak 2014'te Amasya'da, 21 Ocak 2014'te İstanbul'da benzeri operasyonlar yapıldı. Yine, 1 Ocak 2014'te Hatay'da, 19 Ocak 2014'te Adana'da MİT tırları operasyonları yapıldı.
Adalet ve Kalkınma Partisi muhalifleri susturmak için kullanmış olduğu özel yetkili mahkemeleri 21 Şubat 2014'te bizzat kendisi kaldırdı. O güne kadar "Ergenekon-Balyoz davalarının savcısıyım." diyen Sayın Erdoğan, Adalet ve Kalkınma Partisi eliyle yapmış olduğu kanuni düzenlemeyle tutukluluk süresini beş yılla sınırlandırdı, Ergenekon ve Balyoz gibi davalardan uzun bir süreden beri cezaevinde olan kişilerin dışarı çıkarılması sağlandı.
25 Şubat 2014'te Telekomünikasyon İşleri Başkanlığına yeni yetkiler veren bir internet yasası Mecliste kabul edildi. Niye? Çünkü aynı günlerde çarşaf çarşaf "tape"ler ve dinleme kayıtları yayınlanıyordu; Hükûmet zülfüyâre dokunan, hukuksuz olduğuna inandığım bu ses kayıtlarının yayınlanmasını istemedi. Ardından da "Selam" adlı örgüt gerekçe gösterilerek yapılan dinlemeler ortaya çıktı. Yani yasakladıkları dinlemeler, aslında yargı içerisine çöreklenmiş bir örgütün zamanı gelince lazım olur diyerek yasal dinlemelerle yapmış olduğu kayıtlardı. İletişim Başkanlığı 7 Mart 2014'te bir açıklama yaptı, 2012 ve 2013'te 509 bin kişinin dinlendiğini itiraf etti ve bunlar için de 217.863 mahkeme kararı çıkarılmış olduğunu ifade etti. Yani Adalet ve Kalkınma Partisinin "Vesayet odaklarını yıktık, şöyle geliyoruz, böyle geliyoruz." dediği dönemde 509 bin kişi kanunsuz bir şekilde dinlenmiş ve Adalet ve Kalkınma Partisinin Bakanı olmasına rağmen haberleri olmadan 217.863 mahkeme kararıyla dinleme yapılmıştı.
14 Aralık 2014'te ise İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, İstanbul dâhil 13 ilde eş zamanlı polis operasyonları yaptı ve cemaatin Hidayet Karaca ve Ekrem Dumanlı gibi isimlerin olduğu kişilere karşı bir operasyon düzenledi; bir kısmı tutuklandı, bir kısmı serbest bırakıldı ve bu süreç 15 Temmuz 2016 hain askerî darbe kalkışmasına kadar gitti.
OHAL ilan edildi ve OHAL'le başlayan süreç, sadece askerî darbeye karışanların değil maalesef birçok muhalifin de tasfiye edildiği bir süreci beraberinde getirdi. Kurunun yanında yaş da yanar rahatlığıyla bir süreç yönetildi. Terör örgütüne yönelik "üyelik", "iltisak", "irtibat" gibi kavramlar iktidara yakın kişiler veya iktidar mensupları için farklı, iktidara karşı kişiler için farklı bir şekilde keyfi uygulamalara yol açtı. Adına "FETÖ borsası" denilen iddialar iktidar partisine yakın milletvekilleri tarafından da dile getirildi. İktidara yakın kimseler veya yakınları olunca bu kriterler maalesef çok daha fazla keyfî uygulandı.
11 Ekim 2016 tarihinde Sayın Bahçeli, hem bu hukuksuz durumun hem de darbenin ortaya çıkması üzerine grup toplantısında tarihî bir çağrıda bulundu, bugünlere nasıl geldiğimizi ifade etmek için o sözleri alıntılıyorum. Sayın Bahçeli 11 Ekim 2016 tarihinde, 2014 yılından itibaren Sayın Erdoğan'ın Cumhurbaşkanı seçilmesiyle birlikte fiilen Anayasa'yı rafa kaldıran uygulamaların yanlışlığını tespit ederek bir kısım değerlendirmelerde bulundu. Ülkede hukuksuz, kanunsuz ve Anayasa'ya tamamen aykırı bir yönetim modelinin tescil edildiğini ifade ederek bu durumun Türkiye'nin mukavemetini ve esnemesini zayıflattığını, ülkeyi zor bir duruma düşürdüğünü ifade etti ve Sayın Bahçeli bu durumun bir an önce ortadan kaldırılmasını çünkü ülkenin bir beka sorunuyla karşı karşıya olduğunu ifade etti. Sözlerine devamla Sayın Bahçeli: "Anayasa'nın nasıl değiştirileceği anayasal hükümleriyle belirlenmiştir ve kesindir. Fiilî durum ve dayatmalarla Anayasa'nın değişeceğini iddia etmek, Anayasa'yı rafa kaldırmak eğer gaflet değil ise vahim bir art niyetlilik ve sinsi bir tezgâhtır." dedi. "Türkiye Cumhuriyeti'nin darbe sonrası beka mücadelesi verdiği bugünlerde siyasi iktidarın ve devletin en tepesinde bulunan Cumhurbaşkanının hukuka ters düşmesi geleceğimiz açısından çok mahzurlu, çok tehlikelidir." diyerek iki alternatifin bulunduğu bir yol ortaya koymuş oldu. Birincisi ve MHP açısından da en doğru ve sağlıklı olduğunu ifade ettiği Cumhurbaşkanının fiilî Başkanlık zorlamasından vazgeçerek yasal ve anayasal sınırlarına çekilmesi, şayet bu olmayacaksa da fiilî duruma hukuki boyut kazandırabilmeyle ilgili bir sürecin bir an önce başlatılması gerektiğini ifade etti, "Her gün suç işleyen bir iktidar kabul edilemez." dedi Sayın Bahçeli, "Bu durum karşısında AK PARTİ'nin başkanlık sistemiyle ilgili bir inancı ve inadı varsa bunu da Meclise getirmelerini talep ettim." dedi. Dolayısıyla Türkiye, Cumhurbaşkanlığı hükûmet sistemine Türkiye'nin bir ihtiyacı olduğu için, mükemmel bir yönetim sistemi olduğu için, olağanüstü olduğu için geçmedi; olağanüstü şartlarla bu sisteme geçmek durumunda kaldı ve bu sisteme geçmemizin temel sebebi Sayın Erdoğan'ın başkanlık sistemindeki ısrarı, hem partisini hem devleti hem de Hükûmeti yönetme arzusundan kaynaklandı.
Yeni bir seçimden çıkmış, beş yıllık bir süreyle iktidar olmuş, ortaklarının desteğiyle de olsa Meclis çoğunluğunu elinde bulunduran bir iktidar bugün söylediğimiz sözlere kulaklarını tıkıyor olabilir ama emin olun ki ilerleyen zamanda nasıl Türk tipi ekonomi modelinden çıktıysanız Türk tipi başkanlık sisteminden de çıkmamız gerektiğini bizzat siz bile dile getirmeye başlayacaksınız.
Bu ülke, 2014 yılından bu yana, kişisel bir yönetim ihtiyacı ve sizin elinizle kendisine bürokrasi üzerinden bir iktidar alanı açan yapının mücadelesiyle bugünlere geldi. Kürt meselesinde zaman zaman güvenlikçi, zaman zaman özgürlükçü politikaları ortaya çıkararak Kürt meselesini de bugün artık içinden çıkılmaz bir hâle doğru getirdiğinizi fark etmeniz lazım. Dolayısıyla artık yolun sonuna geldik. Nasıl kur korumalı mevduatın bu ülkeye zararlarını kabul ettiyseniz Türk tipi başkanlık sisteminin bu ülkeye zararlarını da tartışmamız gerektiğini kabul etmeniz lazım. Kürt meselesini normalleştirmemiz lazım, siyaseti normalleştirmemiz lazım, ekonomiyi normalleştirmemiz lazım, kamusal alanı normalleştirmemiz lazım, devleti normalleştirmemiz lazım, siyasi partileri normalleştirmemiz lazım ve bu olağanüstü sürecin artık sonuna geldiğimizi kabul etmemiz lazım. Hamasetle, kutuplaştırarak, tribünlere oynayarak bu ülkenin acılarını ortadan kaldırma şansımız yok. Onun için öncelikle ve özellikle AK PARTİ sıralarına, daha sonra da Milliyetçi Hareket Partisine seslenerek diyorum ki: Sizin 2016 yılında beka sorunu olarak gördüğünüz konu bugün artık bambaşka bir şekilde karşımıza bir beka sorunu olarak ortaya çıkmıştır.
KAMİL AYDIN (Erzurum) - Asla, asla.
BÜLENT KAYA (Devamla) - Artık Türkiye'nin normalleşeceği günleri hep beraber konuşmamızın zamanı geldi de geçiyor bile.
Saadet Partisi olarak biz bu ülkenin normalleşmesinden yanayız, Saadet Partisi olarak biz bu ülkedeki 85 milyonun da hukuk devletine inanacağı günleri hep beraber getirmek istiyoruz. O hâlde, ülkeyi normalleştirme adına, ister iktidar partisinden ister muhalefet partilerinden gelen her adımı destekleyeceğimizi, müzakere edeceğimizi ve artık Türkiye'deki bu olağanüstü şartların meydana getirdiği acıları ortadan kaldırmamız için hep beraber çalışmamız gerektiğini ifade ederek Genel Kurulu saygıyla selamlıyorum. (Saadet Partisi sıralarından alkışlar)