GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Angola Cumhuriyeti Hükümeti Arasında Gümrük Konularında Karşılıklı İdari Yardım Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun Teklifi münasebetiyle
Yasama Yılı:2
Birleşim:19
Tarih:09.11.2023

SAADET PARTİSİ GRUBU ADINA BÜLENT KAYA (İstanbul) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Türkiye'nin taraf olduğu bir uluslararası sözleşmesinin Meclis tarafından onaylanmasıyla ilgili müzakereleri yapıyoruz.

Anayasa'mıza göre usulünce yürürlüğe girmiş olan milletlerarası anlaşmaların Anayasa'ya aykırılığı iddia edilemeyeceği gibi, hukuk normları sıralamasında kanunların ve Anayasa hükümlerinin önünde yer alacağına dair bir Anayasa maddemiz var. Bu açık hükme rağmen Cumhurbaşkanı Hukuk Politikaları Kurulu Başkan Vekili Sayın Uçum millî hukuktan bahsediyor, küreselcilere karşı bir millî hukuk tarafında olanlarla millî hukuka karşı olanlar gibi bir ayrımdan bahsediyor. Peki, o zaman biz bu uluslararası sözleşmeyi kabul ederken millî hukuktan mı yana oluyoruz, yoksa gerçekten hepimiz küreselci mi oluyoruz? Çünkü bu Meclis olarak bu kanunu kabul etmekle bu uluslararası sözleşmenin tarafı olarak bu sözleşmeyi kabul edip uyacağımızı taahhüt ediyoruz. Bu çelişkiyi Genel Kurulun dikkatine sunarak konuşmama başlamak istiyorum.

Türkiye yargısında bir iç çatışma izlenimi maalesef uzun zamandan beri yaşanıyor ve buna dair örnekler de var. Gündeme düşen her haber, bu çatışmanın biraz daha genişlediğine işaret ediyor. Bu çatışmanın artık gizlenemez bir alana doğru gittiği, sadece muhalif olan kesimler tarafından değil, iktidara yakın olan ya da iktidar tarafından atanmış olan kişiler tarafından da sıklıkla dile getirilmeye başlandı. 2002'li yıllarda hız kazanan bir yapı, yargıda bir çürüme yaratmıştı. Kök salan ve tehdit boyutuna ulaşan bu yapıyı tasfiye etmek için bir başka kötülükten medet umuldu, yargıda siyasi ve ideolojik olarak bir başka militan kadrolaşmaya gidildi. Elbette tüm yargı camiasını tenzih ediyorum ve aralarında çok sayıda önemli hukukçunun bulunduğunun farkındayım ama bu kötü örnekler, maalesef yargımızın içerisinde bulunduğu hâli ve o iyi niyetli çabaları boşa çıkarmaktadır ve âdeta bu militan kadro, kendisinden öncekiler gibi pervasız davranma konusunda da en ufak bir tereddüt göstermiyor. Öncekilerin temel motivasyonu nasıl hukuk değilse emin olun, bu yeni kadronun da temel motivasyonu hukuk değil. Eskiler nasıl gözü kara bir şekilde hukuku siyasetin hizmetine koştularsa yeniler de gözü kara bir şekilde hukuku siyasetin hizmetine koşuyorlar. Hukuk, her kesimden muhalifi bastırmanın ve iktidarın oyun sahasını genişletmenin âdeta bir aracı olarak kullanılıyor. Tabii ki iktidara bu hizmeti veren hukukçular, ödül olarak ışık hızıyla terfiler alıyorlar; Anayasa Mahkemesi üyeliklerine, Yargıtay üyeliklerine, bakan yardımcılıklarına terfi ediyorlar ve yargı mekanizmasının kritik noktalarına da oturtuluyorlar.

İki husus var bu çatışma alanıyla ilgili, bir tanesi şu: Bu yeni militan kadro, kazandığı pozisyonları yargıda yolsuzluk, rüşvet gibi hususlarla bir kazanıma dönüştürmek için kullanıyor çünkü bunlar, siyaset tarafından korunacakları ve kollanacaklarına dair büyük bir öz güvene sahipler; "Biz onlara hizmet ettik, elbette, şimdi onlar da bizim bazı usulsüzlüklerimizi görmezden gelmek zorundalar." gibi bir öz güvenle hareket ediyorlar. Yolsuzluk ve rüşvet iddiaları kısa sürede her tarafa o kadar yayıldı ki artık FETÖ borsalarından ve yargıdaki tarifelerden yargı mensupları bile bahseder hâle geldi. Bir noktada, artık mızrak çuvala sığmıyor. Öyle ki ülkemizin en büyük şehirlerinden bir tanesinin başsavcısı, kendi adliyesinde dönen dolapları Hâkimler ve Savcılar Kuruluna şikayet ediyor ve isim isim, vaka vaka bunları Hâkimler ve Savcılar Kuruluna şikâyet etmek durumunda kalıyor. Savcının haklarında ihbarda bulunduğu kişiler ise savcının kendisinin kirli işlere bulaştığı iddiasını ileri sürmeye başlıyorlar yani tam bir "Tencere dibin kara, seninki benden kara." vakası. Dolayısıyla, bu hususları net bir şekilde tespit etmek durumundayız.

Bu savaşın ikinci boyutu da şu: Anayasa Mahkemesinden uzun bir zamandan beri hazzetmeyen bir siyasi iktidarla karşı karşıyayız, hatta Sayın Cumhurbaşkanı, Anayasa Mahkemesinin bir kararından sonra "Bu kararı tanımıyorum da, saygı da duymuyorum." şeklinde açıkça Anayasa Mahkemesinin aldığı bir karara karşı siyasi bir beyanatla bu karara uymayacağını deklare ediyor ve yine Anayasa Mahkemesini kapatma taleplerine dair siyasal taleplerin de yükseldiğini hep beraber görüyor ve müşahede ediyoruz. Dolayısıyla, siyasi iktidar, siyaseten kapatamadığı ve Meclis çoğunluğuyla Anayasa değişikliğiyle kapatamadığı Anayasa Mahkemesini kendi kontrolündeki yargı bürokratları eliyle işlevsiz hâle getirmeye çalışıyor yani "Meclis olarak siz Anayasa Mahkemesini kapatmazsanız ben onu işlevsiz hâle getirecek kişiler bulurum." demeye çalışıyor ve bu ihaleye de Yargıtay 3. Ceza Dairesi ve Yargıtayın kendisi maalesef teklif veriyor.

Elbette Yargıtayın uzun bir süreden beri "Ben de yüksek mahkemeyim, Anayasa Mahkemesinden ne eksiğim var?" kibri içerisinde hareket eden bir kısım mensuplarının olduğunun farkındayız ama bu konu, bu kibri aşan bir meydan okumadır. Bu meydan okumanın üç boyutu var; bir, Anayasa Mahkemesinin vermiş olduğu kararın hiçbir hukuki değeri olmadığını ifade ederek Anayasa Mahkemesine meydan okuyor. İki, Anayasa Mahkemesi üyeleri hakkında suç duyurusunda bulunarak yargı bürokrasisine meydan okuyor. Üçüncü ve esas önemli meydan okuma da Türkiye Büyük Millet Meclisine yapılan meydan okumadır. Sayın Meclis Başkanımıza "Sen hâlâ ne hakla o gerekçeli kararı Genel Kurulda okumuyorsun ve bu milletvekilinin milletvekilliğini düşürmüyorsun? Derhâl düşür." talimatını verme hadsizliğinde bulunabiliyor. Onun için, Sayın Meclis Başkanımızın bu hukuki tutumunun arkasında olduğumuzu, bu konudaki dirayetli her kararını Saadet Partisi olarak destekleyeceğimizi buradan alenen beyan ediyoruz.

Değerli AK PARTİ'li kardeşlerim ve arkadaşlarım, değerli milletvekilleri; emin olun, uzun bir süreden beri hep iş tuttuğunuz kişiler, günün sonunda ya sizler tarafından yarı yolda bırakılmak zorunda kaldı ya da onlar sizin arkanızdan işler çevirmeye başladı. İşte, cemaat yargısıyla iş tuttunuz, ne oldu? Günün sonunda 7 Şubat MİT krizi, MİT tırları davası 17-25 Aralık olarak ayağınıza dolandı. Bugün de birileriyle iş tuttuğunuzun farkındayız ama emin olun, gün gelecek bunlar da ayaklarınıza dolanacak çünkü ya siz onları sırtınızdan atmak isteyeceksiniz ya da onlar sizi sırtından atmak isteyecekler.

Yargıda hülle atamalarla yargıyı dizayn etmeye çalışıyorsunuz. Birinci örnek, Alparslan Altan, Anayasa Mahkemesi Raportörüyken Anayasa Mahkemesinin bürokrasi kontenjanından bir eksilme oldu. Adalet ve Kalkınma Partisinde oyun mu biter? Tuttular, Alparslan Altan'ı bir aylığına denizcilik müsteşar yardımcısı olarak, bürokrat olarak atadılar Sayın Erdoğan ve Binali Yıldırım'ın imzasıyla. Ardından ne yaptılar? O bir aylık hülleden sonra Alparslan Altan'ı Anayasa Mahkemesi yedek üyesi olarak belirlediler. Sonra ne oldu? 2010'da Anayasa değişikliğiyle Anayasa Mahkemesinin üye sayısını artırdılar, ardından da Alparslan Altan üye olarak atandı.

Peki, macera burada bitti mi? Elbette bitmedi. 15 Temmuz akşamı Alparslan Altan evinde oturuyor olmasına rağmen suçüstü hâliyle, ağır cezayı gerektiren bir suç işlediği iddiasıyla gözaltına alındı ve tutuklandı. Normalde Anayasa Mahkemesi üyelerinin ancak ağır cezayı gerektiren suçüstü bir hâlle gözaltına alınması veya tutuklanması gerekiyordu ama gördük ki Alparslan Altan tam da 15 Temmuz günü gözaltına alındı. Peki, siz Fetullahçı terör örgütü üyesi olduğunu nereden biliyorsunuz? Çünkü siz Alparslan Altan'ı atarken onun zaten cemaatle ilişkisini bilerek, isteyerek oraya hülle yoluyla atadınız. Dolayısıyla, sizden daha iyi onun o yapıyla irtibat ve iltisak hâlinde olduğunu bilecek başka kimse yoktu ki. Onun için siz atarken onun bağlantılarını bildiğiniz için, hatta o bağlantıları aradığınız için 15 Temmuz akşamı o bağlantılardan şüphe etmeyerek hakkında gözaltı ve tutuklama kararı verdiniz.

Ardından İrfan Fidan'ı Yargıtay üyeliğine atadınız çünkü Yargıtay üyeliğinden Anayasa Mahkemesine 1 üye atanacaktı. Yine, 300'den fazla Yargıtay üyesi ve kıdemli hâkim olmasına rağmen tek bir dosyanın kapağını açmamış olan, Anayasa Mahkemesi kararlarına direnmiş, terörle mücadeleyle ilgili siyasi her kararın altına imza atmış bir başsavcıyı Anayasa Mahkemesine taşıdınız ve Anayasa Mahkemesini işlevsiz hâle getirmeyle ilgili bir adım daha attınız. İnşallah İrfan Fidan'la ilgili hususunuz, Alparslan Altan'la ilgili hususa benzemez.

Bir diğer örnek İçişleri Bakan Yardımcısı Muhterem İnce. Sayıştay üyesi kontenjanından Anayasa Mahkemesine seçilen Hicabi Dursun'un yaş haddinden emekliye ayrılması kesinleşmişti. Üç ay sonra süresi dolacaktı ve siz Muhterem İnce'yi ilk önce Sayıştay üyesi olarak atadınız.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN - Sayın Kaya, lütfen tamamlayın.

BÜLENT KAYA (Devamla) - Tek bir dosyanın kapağını açmamış olan Muhterem İnce'yi Sayıştay kontenjanından Anayasa Mahkemesine üye olarak atadınız. Siz illa ucu size dokununca mı yargıyla ilgili meydan okuyup "Ey yargı..." diyeceksiniz? Kozmik oda davası olur "Herkes cezasını çeksin." dersiniz, MİT tırları davası olur "Bu, paralel yapının bir oyunu." dersiniz, 17-25 Aralık olur "Paralel yapının bir oyunu." dersiniz, 7 Şubat MİT krizi olur, aynı gün yasa çıkarırsınız ama burada Yargıtayın verdiği karar herhâlde sizin de vicdanınıza sığmış olacak ki sessiz bir şekilde sadece olup biteni seyretmeye çalışıyorsunuz ve bir de "ulusal yargı" "millî yargı" diye bir kavramla pisliklerin üstünü örtmeye çalışıyorsunuz. Burada hepimizin insani, evrensel ve vicdani bir yargıdan yana olduğumuzu ifade ederek Genel Kurulu saygıyla selamlıyorum. (Saadet Partisi ve İYİ Parti sıralarından alkışlar)