| Konu: | Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Angola Cumhuriyeti Hükümeti Arasında Gümrük Konularında Karşılıklı İdari Yardım Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun Teklifi münasebetiyle |
| Yasama Yılı: | 2 |
| Birleşim: | 19 |
| Tarih: | 09.11.2023 |
HEDEP GRUBU ADINA DİLAN KUNT AYAN (Şanlıurfa) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; bugün Meclis Genel Kuruluna gelen sözleşmeyi tartışmadan önce uluslararası hukuk karşısında Türkiye'nin hâlihazırda taraf olduğu sözleşmeleri ve sorumluluklarını konuşmamız gerekir. Bir hukukçu olarak da bir vekil olarak da bu konuda açıkça söylememiz gereken bir şey var; o da uluslararası hukukta ve hak temelli sözleşmeler bakımından Türkiye'nin sınıfta kaldığıdır. Bunların başında da Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve onun yargısal denetim ayağı olan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi gelmektedir. Türkiye, yetmiş üç yıl önce, 4 Kasım 1950'de Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne taraf olmuştur. Taraf olduğundan bu yana katlanarak artan başvurularıyla Türkiye'nin durumunu özetleyen bir kelime var: İstikrar. "İstikrar" kelimesini iktidar kürsüsü çok sever ancak bu istikrarın Türkiye hakkında şikâyetlerin, hak ihlallerinin, hukuka güvensizliğin, adaletsizliğin gün geçtikçe arttığını gösteren bir istikrar olduğunu buradan ifade edelim.
Burada Türkiye'nin AİHM karnesine biraz bakmak gerekiyor. Türkiye 2022 yılında Rusya'nın Avrupa Konseyinden çıkarılmasının ardından AİHM'de en çok başvurusu olan ülke oldu yani şu anda 1'inci sıradayız. AİHM'in 2022 yılı raporuna göre, Türkiye hakkında dava sayısı bu yıl 20.100'e yükseldi ve bu 20 bin dosyadan da sadece ve sadece kısa bir kısmı kabul edildi. Peki, bu kadar başvuruya rağmen Türkiye bu kararı uyguladı mı? Elbette ki uygulamadı. Yine raporlara göre, Türkiye'de son on yılda AİHM kararlarının yüzde 57'si uygulanmıyor yani verilen 2 karardan 1'i Türkiye tarafından uygulanmıyor. Aralık 2021'de Cumhurbaşkanı Erdoğan, Türkiye'nin Selahattin Demirtaş davasında AİHM kararlarını tanımadığını açık açık ifade etti ve ne dedi açık bir şekilde? "Geçersiz ve hükümsüzdür." dedi, "Hamlemizi yapar, işimize bakarız." dedi. "Bunun yargıya müdahale olmadığını kim ispatlar?" diye soralım buradan. Cumhurbaşkanı çıkıp "Bizim yargımızın vermiş olduğu kararın üzerine biz Avrupa Birliği kararı tanımıyoruz." dedi ve aynı şekilde Avrupa Konseyinin Türkiye'ye yaptığı kaç uyarı, kaç çağrısının cevapsız bırakıldığını soruyoruz buradan. AİHM, tarihinde bile nadiren uygulanan ihlal prosedürlerini uygulamak zorunda bırakıldı. Türkiye'nin uluslararası hukuku tanımamaya devam etmesi hâlinde daha ciddi yaptırım kararı alacağını da açık açık duyurdu. Uluslararası itibar ve güvenilirliği kalmayan, taraf olduğu en temel belgelere bile uymayan, yok sayan, ihlal eden bu Meclisin yeni sözleşmeleri önümüze getirmesini gayriciddi ve gayrisamimiyetsiz bulduğumuzu da ifade edelim; bugünkü Yargıtay 3. Ceza Dairesi kararı da bununla bağlantısız değildir.
AİHM, Demirtaş kararında açıkça Türkiye'yi mahkûm etti. Ne dedi? Özetleyeyim: Hukuki bir terimle de değil "Sen hukuk dışı bir karar verdin, Demirtaş'ı siyaset yaptığı için, demokrasi mücadelesi verdiği için tutukladın; serbest bırakmalısın." dedi fakat bizler burada siyasi tutsak edilmiştir arkadaşlarımız, tutuklu değildir dediğimizde, siyasi rehinedir dediğimizde iktidar kürsülerinden sesler yükselmeye devam ediyor fakat bunlara söylüyoruz, açın, AİHM'in Demirtaş kararını okuyun diyoruz.
Biz, ne tek başımıza AİHM'in ne de hukukun halkların sorunlarını çözemeyeceğini de çok iyi biliriz. Bugün hâlâ siyasi konjonktüre göre verilmeyen kararlar "İç hukuktur, müdahale edemeyiz." şeklinde verilmiş AİHM kararının da çok net farkındayız. Biz meşruluğumuzu da mücadelemizi de haklılığımızı da halklarımızdan aldığımız güçle savunuyoruz, savunmaya da devam edeceğiz.
2017'de Mecliste, önceki dönem Urfa Vekilimiz Sayın Osman Baydemir'e -Urfa halkının Ape Osman'ı sürgünde, yine bu kumpas davalarıyla sürgüne gitmek zorunda kaldı; buradan ona bir selam göndermiş olalım- "kürdistan" ifadesini kullandığı için belki Meclisin bile geçmişinde görülmeyen bir ceza verildi. Baydemir'e verilen ceza o kadar absürttü ki bir itiraz mercisi, bir muhatap dahi bulunamadı. Neden? Çünkü Kürt düşmanlığı, iktidarı yasayla, hukukla, akılla, mantıkla bile anlaşılamayacak yollara sevk etti. Baydemir'in AİHM davası ise yıllar sonra sonuçlandı ve tam da burada söylediklerimiz gibi haklılığını ortaya çıkardı. Türkiye Büyük Millet Meclisinde yapılan bir konuşmayı, yasama faaliyetinin dokunulmazlığını burada bulunan her bir insan unutmuşken bu kararla tekrardan hatırlatıldı. Baydemir sizin tavrınızı hem söylemleriyle hem de yasal kararla mahkûm etti ama demokratik ve siyasi özgürlükleri yok sayan bu iktidarın ve Meclisin ayıbını nasıl telafi edersiniz, orasını bilemeyiz. Bu sebepten ötürü bu kürsüden her "kürdistan" kelimesini kullandığımızda bize Anayasa madde 3'ü hatırlatanlara Anayasa madde 90'ı hatırlatmak bir şarttır diye ifade edelim.
Değerli milletvekilleri, Türkiye, uluslararası sözleşmeler tarihinde sadece Kürt düşmanlığı üzerinden değil, kadın düşmanlığı üzerinden de yer almış durumda. 2011 yılında imzaya açılan 2014'te Türkiye'nin ilk imzacısı olduğu İstanbul Sözleşmesi'nden bir gecede Cumhurbaşkanının imzasıyla çekildi. Buradan sözleşmenin 4 temel ilkesini tekrardan hatırlatmak istiyorum: 1'inci madde, kadına yönelik her türlü şiddetin ve ev içi şiddetin önlenmesi. 2'nci madde, şiddet mağdurlarının korunması. 3'üncü madde, suçluların kovuşturulması ve suçluların cezalandırılması. Son olarak 4'üncü madde ise kadına karşı şiddetle mücadele alanında bütüncül, eş güdümlü ve etkili iş birliği içeren politikaların hayata geçirilmesi.
Şimdi, bu sözleşme, kadına karşı şiddeti bir insan hakkı ihlali olarak gören ve ayrımcılık türü olarak nitelendiren ilk uluslararası düzenleme; ilk imzalayan ülke de Türkiye. Yukarıda saydığım bu maddelerden hangisini onaylamadınız da sözleşmeden hukuksuz bir şekilde çıktınız? Kadına yönelik şiddetin önlenmesini mi istemiyorsunuz diye soracağız elbette. Yine, mağdurun korunması, suçluların cezalandırılmasını mı istemediniz diye soracağız elbette. Kadına karşı şiddeti bir insan hakkı ihlali olarak görmüyor musunuz diye soracağız elbette. Bu sözleşmeden çıkmak ve kabul etmemek "Kadını da kadınların varlığını da haklarını da tanımıyorum." demekten başka bir şey değildir. Üstelik ne için bu adım atıldı? İktidarın küçük ortaklarının çocuk ve kadın düşmanı politikaları için; gerici, eşitlikten yana olmayan anlayışlarını desteklemek için. Bu grupları yanına çekmek için bütün kadınların hayatını güvence altına alan İstanbul Sözleşmesi'nden bir gecede çekilindi ve Türkiye toplumuna yalanlar söylendi ve bu yalanlara da inanmamız beklendi. Biz bu yalanlara inanmıyoruz, bu kürsüden defalarca da bunu dile getiriyoruz. "Bu sözleşme aile yapımızı bozuyor." dendi. Aile yapısını bozduğunu söyleyenler kimlerdi peki? Soralım: Kimlerdi? Aynı toplumda hep birlikte yaşıyoruz. Kadınlara şiddet uyguladığı için evden, kadından uzaklaştırılan erkeklerdi. Bu erkeklerin destekledikleri kimlerdi? "Karma eğitim yasaklansın." diyenler, "Kadının işi, erkeğe hizmet etmektir." diyenler, çok eşliliği savunanlar, kendi güdümündeki okullarda çocukları istismar ettirdikleri partilerdi. Ve iktidar sıralarından biri de çıkıp demedi ki: "Yahu, bu kadınlar hep aile içinde öldürülüyor." Bakın, bunun bir istatistiği var; Türkiye'de kadınların yüzde 60'ı aile içerisinde şiddete maruz kalıyor. Hâl böyleyken, sırf küçük ortakları istiyor diye, tek gecede bu sözleşmeden çekildiler.
Yine, kadınların yıllardır eylemlerde attığı bir slogan var: "Erkek vuruyor, devlet koruyor." 25 Kasımda eylem yapıp gözaltına alınan kadınların adına ben buradan bir kez daha söylüyorum: Erkek vuruyor, devlet koruyor. Kadın haklı, yine haklı; erkek vurdu, iktidar korudu, devlet korudu. Üstelik AKP döneminde, zaten iktidarın kendisi de vurmaya başladı bu kadınlara ve hâlen bu şiddet devam ediyor. Önümüzde 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü var ve bugün de yine biz kadınlar olarak sokakta olacağız, eylemde olacağız. Buradan uyarıyoruz, rica da etmiyoruz: Bu eylemlere karşı müdahaleyi hiçbir suretle kabul etmeyeceğimizi, artık bu iktidarın, bu polisleşmiş devletin bundan vazgeçmesi gerektiğini bir kez daha ifade ediyorum.
Yine, dönüp dolaşıp tam da aynı yere geliyoruz. Mesele burada uluslararası hukuk veya sözleşmeler değildir; Kürtler, kadınlar, işçiler, yoksullar, muhalifler, ezilenler söz konusu olduğunda ikili bir hukuk ayrımına giden bu yargı sistemi ortadan kalkmadan neye imza attığını, neye taraf olduğunu bilmeyen Türkiye'dir. O yüzden, sonuç olarak şunu net ifade edelim: Uluslararası sözleşmenin uygulanması için tüm vekilleri sorumluluk almaya tekrar davet ediyoruz.
Genel Kurulu saygıyla selamlıyorum. (HEDEP sıralarından alkışlar)