Konu: | On İkinci Kalkınma Planının (2024-2028) Sunulduğuna Dair Cumhurbaşkanlığı Tezkeresi münasebetiyle |
Yasama Yılı: | 2 |
Birleşim: | 14 |
Tarih: | 30.10.2023 |
CHP GRUBU ADINA RAHMİ AŞKIN TÜRELİ (İzmir) - Evet, teşekkür ederim Sayın Başkan.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; On İkinci Kalkınma Planı üzerine Cumhuriyet Halk Partisinin görüşlerini ifade etmek üzere söz almış bulunuyorum. Bu vesileyle yüce heyeti saygıyla selamlıyorum.
Değerli milletvekilleri, dün 29 Ekim 1923'te kurulan cumhuriyetin 100'üncü yılını coşkuyla kutladık. Bu vesileyle Ulusal Kurtuluş Savaşı'mızı yapan ve sonrasında cumhuriyeti kuran başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere, silah arkadaşlarını, Gazi Meclisimizin üyelerini, bu uğurda can veren, hayatını kaybeden şehitlerimizi ve kahraman gazilerimizi minnetle ve saygıyla anıyorum. Cumhuriyetimizi sonsuza kadar yaşatmak bizlerin en büyük görev ve sorumluluğu olacaktır.
Şimdi, tabii, bugün kalkınma üzerine, planlama üzerine konuşuyoruz. Aslında planlama demek, kalkınma için bir kaynak tahsis mekanizması demek. Toplumların şu ana kadar icat ettiği 2 tane kaynak tahsis mekanizması var; birisi piyasa -ki arz ve talebe göre oluşuyor- öbürü de planlama. Planlama demek, mevcut kaynaklarınızı belli önceliklere tahsis ederek ulaşmak istediğiniz amaçlara daha hızlı bir biçimde ulaşabilmek demek. Yani örneğin, büyümeyi sağlamak, eğitim, sağlık alanında birtakım ciddi hamleler yapmak, refah seviyesini düzeltmek, geliri daha adaletli paylaştırmak gibi ekonomik sistemin bir sürü hedefleri var ve oluyor.
Şimdi, şunu söylemek lazım: Bu ekonomik gelişme ve kalkınma konusu cumhuriyetin 100'üncü yılını kutladığımız bir zamanda cumhuriyeti kuran kadroların da en önemli, en çok üzerinde durduğu konulardan biri olmuş. Atatürk'ün "Tam bağımsızlık için sadece siyasi ve askerî alanda zafer kazanmak yetmez, bunu ekonomik zaferlerle taçlandırmadıktan sonra gerçekten bir tam bağımsızlıktan söz edilemez." sözü son derece önemlidir. Nitekim, daha cumhuriyet kurulmadan önce, 17 Şubat-4 Mart arasında İzmir İktisat Kongresi toplanmıştır ve orada, nasıl bir ekonomik model uygulanacak, ne yapılması gerekir gibi, on beş gün boyunca, Türkiye'nin değişik yerlerinden gelen insanlarla bu konu tartışılmıştır. Bu konunun üzerinde durulması son derece önemlidir ve sonrasında da Türkiye'de İş Bankasından tutun, Etibanklar, Sümerbanklar, şeker fabrikaları, çimento fabrikaları, Demiryolları kurulmuştur. 1929 buhranı, bu anlamda, bir anlamda devletin etkin müdahalesini hızlandırmıştır ve orada devletçilik politikası gündeme gelmiştir, o devletçilik politikasıyla birlikte özellikle devletin, özel sektörün girmediği alanlara da girerek ekonomik büyümeyi ve kalkınmayı sağlama konusu en önemli önceliklerinden biri olmuştur. Kalkınma derken, işin içinde, kalkınmanın bir ayağında büyüme var ama kalkınma çok daha kapsamlı bir konsept, bir kavram; içinde büyüme var ama büyüme dışında, gelir dağılımının düzeltilmesinden tutun, insanların refah seviyesinin ilerletilmesine kadar, eğitim, sağlık, bütün alanlarda çok daha kaliteli ve nitelikli hizmetlerin sağlanması söz konusu olmuştur.
O dönem planlama gündeme gelmiştir. Bugünkü anlamıyla değil, daha çok sektörel boyutuyla, sanayi planları boyutuyla gelmiştir ve 1934 yılında Birinci Sanayi Planı uygulamaya konulmuştur. Amaç, yurt dışından ithal ettiğimiz malları yurt içinde üretmek üzerine kuruludur ve 3 beyaz, un, şeker ve kumaşın Türkiye'de üretilmesi üzerine yoğunlaşan bir konsept vardır ve o dönemde 20 fabrika kurulmuştur; sadece bu alanda değil, kâğıt fabrikası, cam fabrikası, alüminyum fabrikası, hepsi bu 34-38 dönemini kapsayan beş yıllık dönemde yapılmıştır. Sonrasında İkinci Sanayi Planı hazırlanmıştır değerli milletvekilleri fakat ne yazık ki İkinci Dünya Savaşı'nın koşulları İkinci Sanayi Planı'nın uygulamaya geçmesini engellemiştir. Orada da temel amaç, 3 karanın üretilmesiydi, bu alanda Türkiye'nin kendi kendine yeterliliğiydi: Kömür, demir ve petrol ürünleri. O dönemin, cumhuriyetin vizyonu -biraz önce de söylediğim gibi- temeli sanayileşme almış, tarım toplumundan bir sanayi toplumuna geçiş için nelerin yapılması gerektiği üzerine kafa yormuş ve kaynakları bu doğrultuda kullanmışlardır. Sonrasında, makroplanlama dönemine gidiyoruz, 50'li yılların sonunda görüşülmeye başlanmış ama esas itibarıyla 1960 yılında Devlet Planlama Teşkilatının kurulması ve 61 Anayasası'na "planlama" kavramının girmesiyle Türkiye, planlı kalkınma dönemini... Makroplanlar, artık sektör planları değil, tüm Türkiye'yi, her şeyiyle, ekonomik, sosyal, kültürel kalkınmayı sağlayacak bir vizyon ortaya konulmuştur ve 63 yılından itibaren de beş yıllık kalkınma planları yapılmaya başlanmıştır. On İkinci Kalkınma Planı'nı bugün konuşuyoruz, bugünden şöyle ayırmak lazım planlı kalkınma dönemini: 60-80 arası bir dönemdir, bir de 80 sonrası dönem vardır. 60-80 arası dönem, ithal ikameci bir sanayileşme modelini temel kabul etmiştir; yurt dışında üretilen malların yurt içinde üretilmesi, bunun için de sanayinin korunması, gümrük duvarlarıyla, kotalarla korunması üzerine kurulmuştur. Önce tüketim mallarını Türkiye'de üretmek, ikame etmek, sonra ara malları ve sonra yatırım malları üzerine konulan 3 safhadan oluşmaktaydı. Birinci safha son derece başarılıdır, tüketim mallarının ikamesi konusunda -özellikle dayanıklı tüketim malları- büyük bir sıçrama sağlanmıştır. Sonrasında ara malları ikamesine geçilmiştir ama ne yazıktır ki 1970'li yılların kriz yılları olması, 73'te birinci petrol şokuyla başlayan ve bir biçimde bütün dünya ekonomilerini etkileyen ve stagflasyona götüren hem durgunluğun hem enflasyonun birlikte yaşandığı bir süreç Türkiye'nin de o dönemde sonraki dönemlerini son derece olumsuz etkilemiş, bir anlamda planlama dönemini ve sanayileşme dönemini kesintiye uğratmıştır.
80 sonrası dönem modelin değiştiği, dışa açık bir ekonomi modeli oldu. Burada temel amaç hangi üretim faktörü bolsa onları Türkiye'de üretmek üzerine kuruluydu ve Türkiye'nin de sermayesi değil, emeği bol olduğu için emek yoğun bir sanayileşme modeli seçilmiştir. Belki bu, döviz krizi problemini çözmüştür ama Türkiye'nin sanayi yapısında, gelişmekte olan sanayi yapısında ciddi kesintiler ortaya çıkarmıştır.
89 yılında sermaye hareketlerinin serbestleşmesi ve sonrasında Türkiye'yi yurt dışından gelecek olan paraya, sıcak paraya dayalı bir ekonomik modelin içine sokmuştur ve arka arkaya yaşanan krizler, 94 krizi, 2001 krizi, bunlar Türkiye'nin krizleridir değerli milletvekilleri. Belki 2008-2009 krizi küresel bir krizdi ama bundan önceki krizler Türkiye'nin kendine özgü krizlerdir. Ekonomi içinde biriken yapısal sorunların çözülmediği, aksine ağırlaştığı bir ekonomi yapısı Türkiye'ye egemen olmuştur.
2002 sonrasında da AKP iktidarlarının olduğu dönemde Türkiye'nin yapısal problemleri çözülmemiş, aksine ağırlaşmıştır. Daha da vahimi, 2011 yılında Devlet Planlama Teşkilatının kapatılmasıdır. Benim de mensubu olmaktan, çalışmaktan gurur duyduğum Devlet Planlama Teşkilatı, önce 2011 yılında klasik bir Bakanlığa dönüştürülmüştür "Kalkınma Bakanlığı" adı altında. O dönem de itirazlarımızı yaptık. Eğer plan ve program gerçekten ciddiye alınıyorsa bunun bir klasik hizmet bakanlığı içinde değil, bunun bütün bakanlıkların üstünde olan, yaptığı işlerle bakanlıkları yatay olarak kesen bir yapı içinde olması uygundu. Aynı zamanda, Devlet Planlama Teşkilatının bir görevi, bütün kamu kurumları arasında koordinasyonu sağlamaktı; başka bir görevi de hükûmete müşavirlik etmekti. Önce bir klasik bakanlığa dönüştürüldü, 2018'de geçilen bu Cumhurbaşkanlığı hükûmet sistemiyle birlikte de artık Devlet Planlama Teşkilatı yok. Belki o görevi Cumhurbaşkanlığı ve Strateji Başkanlığı altında yapan kadrolar var ama sonuç itibarıyla Devlet Planlama Teşkilatının yerini hiçbir şekilde tutmuyor. Çalışma usulüyle, yatay hiyerarşisiyle, hafızasıyla bugün artık Devlet Planlama Teşkilatı yok. Dünyanın bütün ülkeleri, gelişmiş ülkeleri gelenekleriyle, kurumlarıyla övünürken biz var olan kurumlarımızı birer birer kapatıyoruz ve ondan sonra bunları başka kurumlarla telafi etmeye çalışıyoruz; son derece yanlıştır, bunu belirtmek isterim.
Değerli milletvekilleri, şimdi önümüze bir kalkınma planı geldi ve aynı zamanda onun da uzun vadeli stratejinin bir parçası olduğu vurgulandı ve burada 2053 hedefleri var. Ben şunu çok açık ve net olarak... 24'üncü Dönemde, milletvekilliği yaptığım dönemde, Onuncu Kalkınma Planı görüşmelerinde de Plan ve Bütçe Komisyonu üyesi olarak bulunmuştum ve gene Genel Kurula hitap etmiştim. Orada da 2023 hedeflerinin nasıl gerçekleşeceği konusunda gerekli çalışmaların yapılmadığını, hedeflerin, iddiaların konulmasının elbette güzel olduğunu ama bunları hayata geçirecek politikaları ve tedbirleri koymadığınız zaman bunların hiçbir anlam ifade etmeyeceğini söylemiştik. Nitekim öyle oldu, 2023 hedefleri çöpe atıldı ve bugün çok ilginçtir, 2023 yılında yapılması hedeflenen şeyler 2053 yılına ertelenmiş gözüküyor. Değerli milletvekilleri, tam otuz yıllık bir gecikme var. Böyle bir şey kabul edilebilir değil; böyle devlet yönetilmez, böyle ülke yönetilmez. (CHP sıralarından alkışlar) Ve o dönemde Türkiye'nin gelişmişlik açısından dünyanın ilk 10 ekonomisi arasına girmesi konuşulmuştu; şimdi de gene bakıyoruz, 2053 hedeflerinde aynı sözler var, ilk 10 ekonomi arasına girmek. Ve ilginç olan şu 2053 hedeflerinde: Otuz yıllık bir dönemde nelerin yapılacağı, hangi varsayımların olduğu, örneğin ekonominin ne kadar büyüyeceğine ilişkin tespitler yok, sadece sıralamalar var: "2053'te ilk 10 ekonomiden biri olunacak." "İnsani Gelişmişlik Endeksi'nde ilk 20 ülke arasına girilecek." "Dünyanın ilk 100 markası içinde en az 5 Türk markası olacak." "İlk 100 üniversite içinde en az 5 Türk üniversitesi olacak." Böyle bir vizyon olmaz yani bu bir kere son derece statik bir analiz. Sonuç itibarıyla rakipleriniz var; nereden biliyorsunuz onların nasıl bir kalkınma programı, nasıl bir gelişme stratejisini izleyeceğini de bunu söylüyorsunuz? Yani sonuç itibarıyla, örneğin araba kullanıyorsunuz, 100'le gidiyorsunuz ama 110'la giden arabaların hepsi sizi geçer. Türkiye aradaki farkı nasıl kapatacak, nasıl bir varsayım seti var? Bunu Plan ve Bütçe Komisyonu görüşmeleri sırasında Sayın Cumhurbaşkanı Yardımcısına da sorduk ama ne yazık ki buna ilişkin bir cevap alamadık ve o zaman bunların hiçbir ciddiyeti kalmıyor. Oturmuşlar, kâğıt üzerinde almışlar "Ne yapalım? Bunu böyle diyelim, bunu böyle diyelim." gibi bir kısım rakamları alt altta sıralamışlar. E, o zaman işin ciddiyeti ortadan kalkıyor.
Şimdi, On İkinci Kalkınma Planı'nda, plan öncesi gelişmelere de bakıyoruz, bugün Türkiye'nin içinde bulunduğu ekonomik çalkantıların, sıkıntıların ve krizin nedeni olarak dış dinamikler gösteriliyor. Yani pandemi krizi, onun ortaya çıkardığı tedarik zincirlerindeki kırılma, Rusya- Ukrayna savaşı, bunların sonucunda gıda ve enerji fiyatlarındaki, emtia fiyatlarındaki artış, sadece bunlar gösteriliyor. Kalkınma planının bir yerinde mahcup bir ifadeyle Türkiye'deki döviz kurlarındaki dalgalanmadan bahsediliyor.
Değerli arkadaşlar, iyi ama bugün elbette dışarıdaki bu olumsuzlukların Türkiye'ye etkisi vardır ama Türkiye'nin bugün içinde yaşadığı krizin gerçek nedeni dünyada ve Türkiye'de de enflasyonun yükselmeye başladığı bir konjonktürde Cumhurbaşkanının "Faiz sebep, enflasyon neticedir." tezinin sonucunda Merkez Bankasının politika faizlerini indirmesi kararı vardır fakat planda buna ilişkin hiçbir ifade yok. Böyle samimiyetsiz, samimiyetin olmadığı bir plan olur mu? Hiç olmazsa bir öz eleştiri yapılır, denir ki: "Böyle bir politikayı uyguladık ama başarılı olmadı, başka bir sonuç bekliyorduk." Bunlar söylenir, böyle bir şey yok planda; tamamen dış etkenlere atan, bütün suçu dışarıda bulan bir yaklaşımla Türkiye bir yere gitmez. Biz, sonuç itibarıyla, parlamenterler olarak bunları ciddi bir biçimde konuşma ihtiyacı içindeyiz. Sonuçta, önümüzdeki beş yılı belirleyecek bir plan var ve bu planda buna ilişkin hiçbir ifade yok.
Bakın, çok ilginçtir, zaten, On Birinci Kalkınma Planı'nın 288'inci paragrafında aslında bunlar söylenmişti, faizlerin inmesi gerektiği ifadesi orada vardı çok açık ve net olarak. Ne oldu? 2021 yılının Eylül ayında, yaklaşık iki yıl önce Merkez Bankasının politika faizi yüzde 19'du, enflasyon yüzde 19,25'ti, dolar kuru 8 lira 30 kuruştu. Merkez Bankası politika faizini indirdi dört ay arka arkaya, yüzde 19'dan yüzde 14'e; 8 lira 30 kuruş olan dolar kuru dört ayda 10 lira birden artarak 18 lira 30 kuruş oldu; enflasyon yükselmeye başladı, önce 30-35'lere, sonra 85'lere kadar çıktı ve Türkiye bugün içinde bulunduğumuz krizin içine düştü. Oysa öyle olmamış olsaydı -şimdi tabii, her şey, politikalar tersine döndü; şimdi yeniden yükseldi- şimdi 35'lere yükselteceğimize o dönem yüzde 19 olan faizleri -ki dünya ekonomilerinde de merkez bankaları ciddi anlamda faiz artırıyordu- 2 puan, 3 puan artırmış olsaydık yüzde 22'ye, yüzde 23'e; bugün Türkiye'de enflasyon yüzde 15'ti ve dolar kuru 12 liraydı, hadi olsun 13 liraydı; şimdi 28 lirayı geçti.
Şimdi, böyle politikalar olmaz. En azından bunların samimi olarak ifade edilmiş olmasını isterdik planda fakat buna ilişkin hiçbir şey yok. E, ne oldu o zaman? Bunun sonuncunda ne çıktı? Nur topu gibi bir kur korumalı mevduat sistemimiz oldu inanılmaz büyüklüklere ulaşan. Maliyetlerini bilmiyoruz, en son Meclisin açılmasından sonra, biliyorsunuz, Hazinenin de üstlendiği kur zararı Merkez Bankasına aktarıldı; 2022 yılında 150 milyar Türk lirası, 2023 yılının ilk altı ayında 165 milyar Türk lirası kur zararı var ve sonrasında faizlerin yükseldiğini düşündüğümüzde, şu anda 750-800 milyar lira seviyesinde olduğunu tahmin ediyoruz. Bu, milyonlarca insanın, küçük mevduat sahiplerinin, hepimizin ödediği vergilerin Türkiye'deki bir avuç insanın cebine aktarılması demek; bu, bir servet transferidir, çok açık ve net. Bugün, Türkiye'deki mevduat yapısına baktığımızda, elinde büyük çapta mevduat olan insanların toplam içindeki payı yüzde 1'lerin altında, böyle bir yapıyla bu şekilde gidilmez ve bu, önümüzdeki bir kara deliktir. Hani bizim gençliğimizde "Bermuda Şeytan Üçgeni" diye böyle bir söylenti vardı, doğru mudur hiç bilemedik, işte "Oradan geçen uçaklar düşer, gemiler batar." diye konuşulurdu; işte, burada böyle bir şeytan üçgeni var; burada, bütün o kara delikte, Türkiye'nin bütün kaynakları yanlış birtakım alanlara gidiyor.
Tabii, kalkınma planı ve orta vadeli program arasındaki ilişkiyi de birlikte değerlendirme gereği var. Şimdi, tabii, kalkınma planı önce hazırlanmalıydı çünkü beş yıllık bir dönem. Kalkınma planı 2024-2028 yıllarını kapsıyor, orta vadeli program 2024-2026 yıllarını kapsıyor yani aslında, üç yıl ortak fakat kalkınma planı sonrasında... Seçimi de gerekçe gösterdiler Plan ve Bütçe Komisyonundaki sunumda fakat ilginç olan şu: Orta vadeli program ve kalkınma planı arasında hiçbir uyum yok. Âdeta beş yıllık plan dönemi OVP'deki üç yıl ve sonraki iki yıl olmak üzere ikiye ayrılmış durumda, iki alt dönem oluşmuş. Örneğin, büyüme orta vadeli planda yüzde 4,5'tu ama plan döneminin beş yıllık ortalamasında yüzde 5'e yükseltilmiş. Planda diyor ki: "Sabit sermaye yatırımları plan dönemindeki beş yılda ortalama yüzde 5,5 artacak." Ama bakıyoruz, OVP'nin üç yılında ortalama yüzde 4 artıyor. O yüzde 5,5'a gelmesi için sonraki iki yılda, 2027 ve 2028'de yıllık yüzde 7,5 artması lazım ki böyle bir şey mümkün değil. Cari işlemler açığı 2023'te 42,5 milyar dolar. Orta vadeli program azaltmış azaltmış "Üç yılda 30 milyar dolara gerileyecek." demiş; 42,5 milyar dolardan 30 milyar dolara gerileyecek 2026'da fakat iki yıl sonra birdenbire 2,8 milyar dolara düşüyor. Yani arkadaşlar, böyle bir şey mümkün mü? 30 milyar dolar olan şeyi iki yılda yaklaşık 3 milyar dolara indirebilme şansı yok, böyle bir şey yok ekonomi için, hele böyle bir büyüme yapısı içinde bir şey mümkün değil.
Bakın, dikkat buyurun, bir rakam vereceğim: Döviz kuru -tabii, döviz kuru belirlenmiyor ama sonuç itibarıyla bu dokümanlarda kişi başına millî gelir ve millî gelir hem TL cinsinden hem döviz cinsinden belirlendiği için ikisini birbirine böldüğünüz zaman döviz kurunu buluyorsunuz- 2026 yılında, orta vadeli programın son yılında 47 lira 80 kuruş olarak öngörülmüş. İki yıl sonra, 2028'de ne kadar biliyor musunuz? 49 lira 64 kuruş. İki yıldaki artış 1 lira 84 kuruş yani 2027 ve 2028 yılında dolar kuru 1 lira 84 kuruş artacak yani yılda, her yıl 1 liradan az artacak. Şimdi, bunun inanılırlığı var mı? Ha, diyeceksiniz "Bunun ne önemi var?" Bunun önemi şu: Sonuç itibarıyla, "kişi başına millî gelir" diye verdiğiniz rakamların ya da ülkenin millî gelir rakamlarının hepsi buradan etkileniyor yani oradaki rakamların hepsini aşağıya doğru indirelim o zaman. Yani "Kişi başına millî gelir 17.500 dolar." falan hikâye, 13 bin-14 bin seviyelerine geliyor. Yani ilginç, devam edeyim:
İşsizlik oranı 2023'te 10,1; orta vadeli program diyor ki: "Ben 10,1 olan işsizliği 9,3'e indireceğim, 0,8 puan aşağıya çekeceğim." Fakat gidiyoruz plana, 2028'de işsizlik oranı yüzde 7,5; yüzde 9,3'ten yüzde 7,5'a indiriyorsunuz; istihdam artışı aynı, bütün eğilimler aynı devam ediyor; böyle bir şey var.
Enflasyon oranı 2023'te yüzde 65 -biz 70-75 aralığı bekliyoruz ama- 2026'da yüzde 8,5'a orta vadeli programda inmesi öngörülmüş; yüzde 8,5'a, tek hane olsun diye. Fakat ilginçtir, 2028'de birden bire 4,7'ye iniyor, yüzde 5'in bile altına. Böyle bir şeyi nasıl yapacaksınız? Böyle bir şeyi hiç yapamadınız ki! 2006 yılından beri enflasyon hedeflemesi uygulayan bir ülke burası ve enflasyon hedefinin yüzde 5'lerin altına hiç çekemedi ki. Yani iki yılda nasıl yapacaksınız?
Bakın, bunun 2 açıklaması var; bir, ya planda ciddi bir hata var, hesaplamalar yanlış yapıldı; iki, ya da OVP'yi başka bir ekonomi kadrosu yaptı, planı başka bir kadro hazırladı; başka bir açıklaması yok, başka bir açıklaması yok. Ekonomide birçok başlılık var ve böyle bir şeyin kuşkusunun olması bile bir ekonominin başarısı için güven ve istikrarın ne kadar önemli olduğunu düşündüğümüzde; bir ekonominin başarısı için, ekonomik hedeflere ulaşılması için bunu düşündüğümüz zaman bu, son derece vahim bir yaklaşımdır, vahim bir düşüncedir; öyle anlaşılıyor. Ben hesaplamalarda hata yaptıklarını düşünmüyorum eski bir Devlet Planlama Teşkilatı mensubu olarak. O zaman, dediğim gibi, farklı bir yapı hazırlanmış ya da şöyle demişler, OVP'deki rakamları yeterli bulmamışlar: "Ya, plan daha iddialı olsun." Plan da özgürlüğünü ilan etmiş, kopmuş, demiş ki: "2028. Zaten 2028'e beş yıl var önümüzde, herkes bunu unutur." Sonraki plan döneminde zaten hep beraber gene bunlar konuşulur. (CHP sıralarından alkışlar)
Şimdi, bakın, daha önceki planda var olan 5 ana eksen bu planda da aynen var; "Rekabetçi Üretim" bölümü duruyor. Bu planda fark şurada: "Dijital" ve "Yeşil Dönüşüm" buraya eklenmiş fakat bakın, yapısal dönüşüm hikâyesi Türkiye açısından, üretim açısından önemli fakat bu, Onuncu Kalkınma Planı'nda da vardı ve On Birinci Kalkınma Planı'nda da vardı; bunların hiçbiri hayata geçmedi. Bakın, birkaç örnek vereyim. Onuncu Kalkınma Planı'nın üçüncü bölümü 25 öncelikli dönüşüm programını içeriyordu, bunların hiçbiri gerçekleşmedi; gerçekleşmiş olsa bugün Türkiye başka bir yerdeydi. "Yurt İçi Tasarrufların Artırılması, İthalata Olan Bağımlılığın Azaltılması, Kamu Harcamalarının Rasyonelleştirilmesi, Kayıt Dışı Ekonominin Azaltılması; Yerli Kaynaklara Dayalı Enerji Üretim Programı."
Değerli milletvekilleri, ben On İkinci Plan'dan okumuyorum, Onuncu Plan'dan okuyorum, On Birinci Plan'da da benzer ifadeler var. E, ne olmuş, ne yaptık? Hiçbir şey yapmadık.
"Bölüşüm" bölümüne geldiğim zaman, esas dikkat çekici noktalardan biri de o, bu planda bölüşüme ilişkin bir şey yok. Daha çok üretim, teknoloji yoğunluğunun artması, yüksek katma değer, yeşil dönüşüm, dijital dönüşüm; bunlar üzerine odaklanılmış ama çalışma hayatına, istihdam piyasasına, gelir dağılımının düzeltilmesine, yoksulluğun ortadan kaldırılmasına ilişkin ciddi hiçbir tedbir yok.
Bakın, birkaç örnek vermek isterim: Türkiye'nin iş gücüne katılım oranı yüzde 53'ler seviyesinde, OECD ortalaması yüzde 70 yani bizde çalışma çağındaki nüfusun yüzde 53'ü iş gücüne katılırken OECD ülkelerinde yüzde 70'i katılıyor. Bir an bizde yüzde 70 olduğunu düşünseniz bugün mevcut işsizlik oranlarının 2-2,5 kat olduğunu görürsünüz.
Biz neyi konuşuyoruz? İşsizlik oranlarını konuşuyoruz. TÜİK'in açıkladığı işsizlik oranı -en son, ağustos rakamını veriyorum- yüzde 9,2; TÜİK'e göre 3,2 milyon kişi işsiz. Ama yine aynı TÜİK'in yaptığı bir kategorizasyon var, o da şu: Atıl iş gücü. Örneğin, eksik istihdam, yetersiz istihdam var, az çalışanlar var. Mesela "potansiyel iş gücü" dediğimiz aslında çalışmak isteyen, çalışma isteğinde olan ama iş bulma ümidi olmadığı için çalışmayanlar var; iş arayan ama resmî iş arama kanallarını kullanmayanlar var. Bunları koyduğumuz zaman yüzde 9,2 olan işsizlik oranı yüzde 22,8'e çıkıyor ve gerçek işsiz sayısı 3,2 milyon kişi değil, 8,8 milyon kişiye ulaşıyor. Kayıt dışılık oranı yüzde 27, sendikalı işçi sayısı yüzde 15; son derece sağlıksız biz istihdam piyasası var.
Reel ücretler artmıyor, aksine azalıyor. Devletin resmî rakamlarından geleyim -DPT'ye alışmışız ya, Devlet Planlama Teşkilatı diyoruz, eskiden DPT yapardı- şimdi Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığının açıkladığı raporlarda da var; reel ücretlerde artış yok; TL cinsinden 2009 yılında reel ücret -endeks veriyorum- 102,1'miş, 2022 yılında 105'e çıkmış, sadece yüzde 3'lük bir artış var on üç yılda. Dolar cinsinden bakınca 112,5'tan 63,9'a düşmüş; müthiş bir gerileme var.
Asgari ücret 11.402 lira. BİRLEŞİK KAMU-İŞ en son ekim ayı rakamlarını açıkladı; açlık sınırı yani 4 kişilik bir ailenin dengeli ve sağlıklı beslenmesi için harcaması gereken para 15.420 lira. Bakın, sadece gıda, bunun içinde kira yok, elektrik, su, doğal gaz yok, eğitim yok, sağlık, ulaştırma, giyim, hiçbiri yok.
Emeğin millî gelirden aldığı pay düşüyor. TÜİK'in rakamlarına göre gelir itibarıyla millî gelir rakamlarından söylüyorum, emeğin millî gelirden aldığı pay 2016'da yüzde 36,3'müş, 2022 yılında yüzde 26,5'e düşmüş; 10 puanlık bir azalış var. Emeğin gittikçe yoksullaştığı, emeğiyle çalışanların daha kötü durumlarda hayatını devam ettirmeye çalıştığı, sermayenin payının arttığı bir yapı var. OECD en son bir rapor açıkladı 2023 Temmuz ayında; OECD'nin 38 üye ülkesi arasında geçim sıkıntısını en çok yaşayan ülke Türkiye, ülkede yaşayanların yüzde 70'i temel ihtiyaçlarını karşılayamıyor; OECD'nin raporudur.
Ve son olarak şunu söylemek isterim: Burada gene aynı eksenlerden biri demokrasi ve hukuk devleti ama baktığımız zaman Türkiye'nin demokrasisinde, hukuk devletinde çok büyük eksiklikler var. Bakın, milletvekili seçilmiş olan Can Atalay gelip Parlamentoda milletvekili olarak yemin edip çalışmayı bekliyor. Demokrasi bir taraftan şekil şartlarıdır; demokrasi içinde serbest seçimlerin olması, siyasi partilerin belli aralıklarla sandığa gitmesi, oy vermesi elbette önemlidir; bu, gereklilik şartıdır ama yeterlilik şartı değildir. Yeterlilik şartı için demokrasinin öz ve içerik olarak zenginleştirilmesi gerekir. Bu da yasama, yürütme, yargı arasında kuvvetler ayrılığıdır; özgür bir basındır, Anayasa'daki tabiriyle hür ve sansür edilemeyen bir basına ihtiyaç vardır. Temel hak ve hürriyetlerin genişletilmesi, düşünce özgürlüğü, bunu ifade özgürlüğü ve bu doğrultuda toplantı yapabilme özgürlüğüne ihtiyaç var. Toplantı ve gösteri yürüyüşleri hakkının özgürce kullanılmasına ihtiyaç var. Bütün bu açılardan baktığımız zaman, Türkiye'nin gittikçe demokrasiden uzaklaştığını, otoriter bir rejime doğru geçtiğini görüyoruz. Bu anlamda, bunların burada, birtakım ifadelerin planda yazması ya da konuşulması bir şey ifade etmiyor, önemli olan bunu hayatın içinde görmek. Çünkü ekonomi sadece ekonomi değildir değerli milletvekilleri, ekonomi sadece arz ve talepten ibaret değildir, eğer o ülkenin içinde siyasal sistemde istikrarsızlık varsa o ülkede ekonominin de iyiye gitmesini hiç kimse beklemesin.
Özet olarak şunu söylemek istiyorum: On İkinci Kalkınma Planı Türkiye'nin sorunlarını çözebilecek bir plan değildir ne yazık ki son derece iddiasız, mahcup hazırlanmış bir plandır. İşte -dediğim gibi- biraz belki rakamları daha iddialı koymaya çalışmışlar ama altındaki politikalara baktığımız zaman ne yazık ki bunun böyle olmadığını görüyoruz. Bu çerçevede de Cumhuriyet Halk Partisi Grubu olarak bu plana muhalefet ettiğimizi yeniden burada ifade etmek istiyorum.
Yüce heyeti saygıyla selamlıyorum.(CHP sıralarından alkışlar)