GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: Türk Dili Konuşan Ülkeler İşbirliği Konseyinin Kurulmasına İlişkin Nahçıvan Anlaşmasında Değişiklik Yapılmasına Dair Protokol'ün Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun Teklifi münasebetiyle
Yasama Yılı:2
Birleşim:2
Tarih:03.10.2023

CHP GRUBU ADINA NAMIK TAN (İstanbul) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Türk Dili Konuşan Ülkeler İşbirliği Konseyinin Kurulmasına İlişkin Nahçıvan Anlaşmasında Değişiklik Yapılmasına Dair Protokol'ün Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun Teklifi görüşmelerinde CHP Grubum adına söz almış bulunuyorum.

Sözlerime başlamadan önce 1 Ekim sabahı İçişleri Bakanlığı önünde gerçekleşen hain terör saldırısını kınıyor, saldırıda yaralanan polislerimize ve İçişleri Bakanı Sayın Ali Yerlikaya nezdinde tüm Emniyet güçleri ve Bakanlık personeline geçmiş olsun dileklerimi iletiyorum.

Ülkemizin birlik ve bütünlüğüne yönelen tüm terörist saldırıları Cumhuriyet Halk Partisi olarak kuvvetle lanetliyoruz.

Değerli arkadaşlar, görüşülen kanun teklifinde yer alan anlaşma tadilinin içeriğine yönelik partimizin bir muhalefet şerhi bulunmamaktadır. Ancak, bugün kürsüde şerh düşmek istediğim konular yıllardır sorunlu şekilde yürütülen dış politika ve bunun ülkemizin uluslararası itibarında yarattığı tahribat olacak. Aslında "tahribat" ifadesini sadece dünyadaki itibarımız için kullanmak da artık yetmiyor. Zira iktidarın dış politikadaki hesapsız ve öngörüsüz hamlelerinin sonuçları artık sadece devleti değil vatandaşlarımızın günlük hayatını da olumsuz etkiliyor. Türkiye'de demokratik rejimin uğradığı ağır tahribat sonrası birçok insanımız kendi vatanında yaşama isteğini ve iradesini kaybetti. Artan iltica başvuruları yüzünden de çok sayıda ülke, vatandaşlarımıza yönelik vize rejimlerini sıkılaştırdı. Bu durumun sadece iltica etmek isteyenleri etkilemediğini hepimiz biliyoruz, eğitim ve ticaret gibi önemli amaçlarla yurt dışına çıkmak isteyen on binlerce vatandaşımızın vize başvuruları reddediliyor. Dünyanın en saygın üniversitelerinden kabul alan ve buralarda yapacakları çalışmalarla göğsümüzü kabartacak gençlerimiz vize engeline takılıyor. Devletimizin itibarının böylesine gerilediği bir başka dönem hatırlamadığımı söylemek isterim.

Bahsettiğimiz bu durum elbette bir günde gerçekleşen bir çöküş değil. Türkiye uzunca bir süredir fırtınalı bir denizde yalpalayarak yol almaya çalışan, rotasını kaybetmiş bir gemi görüntüsü veriyor, uluslararası planda güvenilirlik ve öngörülebilirlik sorunu yaşıyor. Bu meyanda dış ilişkilerde de görülmemiş bir savrulma yaşanıyor. Türkiye'nin uluslararası planda neyi hedeflediğini, neyi yapmak istediğini anlayabilmek ve öngörebilmek pek mümkün değil. Ülke içinde akıl almaz bir kutuplaşma, bilinçli şekilde körüklenerek sürdürülüyor. "Hak", "hukuk", "adalet" kavramlarının içi boşaltılmış, kurumlar tamamen işlevsizleştirilmiş durumda. Ekonomik sıkıntı almış başını gidiyor, hane halkının geleceğe yönelik refah beklentisi her gün, her geçen gün biraz daha aşınıyor. İç siyasette ve ekonomide bu ölçekte kriz yaşayan bir ülke dış politikada etkinliğe sahip olamaz değerli arkadaşlarım. Ulu Önder'imiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk 23 Mart 1923 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisinde yaptığı konuşmasında bugünün diliyle şöyle diyor: "Dış siyaset, bir sosyal topluluğun içeride nasıl şekillendiğiyle sıkı bir biçimde ilgilidir. İçeride bütünlüğe dayanmayan dış siyasetler daima mahkûm kalırlar. Bir toplumun içerideki kalıcı bütünlüğü ne kadar kuvvetli, metin olursa dış siyaseti de o oranda güçlü ve dayanıklı olur." Türkiye'nin tek adam Erdoğan yönetimindeki dış politikasının neden zayıf kaldığının anahtarı da işte burada gizlidir. Ekonomik sorunların bitap düşürdüğü halkımız, toplumu kimlik temelli ayrıştırmaya ve kutuplaştırmaya dayanan siyasetiniz yüzünden derin ızdırap çekmektedir. Hiçbir ülkenin, özellikle de Türkiye Cumhuriyeti gibi büyük bir devletin dış politikası, tek kişinin şahsi iradesiyle sınırlı olarak yönetilemez, yönlendirilemez.

Küresel güvenlik sisteminin yeniden kurgulanmakta olduğu bir sırada Türkiye, sorunlarla dolu bölgesinde âdeta züccaciyeci dükkânındaki fil gibi hareket ediyor. Türkiye, tek adam Erdoğan yönetiminde uluslararası ilişkilerini on yıllardır üyesi bulunduğu Batılı kurumların ilkelerini ve değerlerini göz ardı ederek yürütmeyi ısrarla sürdürüyor. Bunun örneğini İsveç'in NATO üyeliği sürecinde görüyoruz. Bu süreçte tek adam Erdoğan'ın kararlarıyla atılan adımlar, dost ve müttefiklerimiz nezdinde güvenirliliğimize ve öngörülebilirliğimize büyük bir darbe vuruyor.

Sürecin başından itibaren, tabir yerindeyse düğmeler yanlış iliklenmiştir. Gerekçeler ne kadar haklı olursa olsun dost ve müttefik Finlandiya ve İsveç'in NATO'ya üyelik süreçleri yanlış yönetilmiştir. NATO'nun kendine has mekanizmaları kullanılarak hak aramamız gerekirken şantajı çağrıştıran son derece çirkin politikalarla iktidar tarafından ülkemiz başta dost ve müttefiklerimiz olmak üzere uluslararası muhataplarımız nezdinde rencide edilmiştir. Nitekim temmuz ayında gerçekleşen Vilnius Zirvesi'nin hemen öncesinde Cumhurbaşkanı Erdoğan İsveç'in üyeliği bağlamında "Terör örgütleriyle arasına mesafe koymayan bir devlet NATO'ya nasıl katkı yapabilir?" diye haklı bir soru sormuştur. Ancak Cumhurbaşkanı, örneğin, altında bizim de imzamız bulunan son yıllardaki NATO zirve toplantılarının sonuç bildirilerinde hasım ülke olarak belirlenmiş olan Rusya'nın PKK'ya destek olmak bir yana, ülkesinin başkentinde YPG'nin resmî temsilciliğinin faaliyetine izin veriyor oluşunu neden görmezden geldiğimizi açıklamaktan imtina etmiştir. Ayrıca, Amerika Birleşik Devletleri gibi YPG-PKK unsurlarına destek olagelen başkaca NATO üyesi ülkeleri benzer bir değerlendirmeye tabi tutmaya cesaret edilememiş, bütün sorumluluğu Finlandiya ve İsveç'in üzerine yıkmaktan çekinilmemiştir. Örneğin, YPG-PKK'ya süregelen desteği sebebiyle Amerika Birleşik Devletleri'ne somut herhangi bir yaptırımdan söz etmeyi aklından dahi geçirmemiştir.

Ayrıca, iktidarın temel hedefi bağcıyı dövmek değil iç politikada zemin kazanmaktır. Yalnız şu bilinmelidir ki bu ucuz siyaset özellikle uluslararası planda bizleri gülünç duruma düşürmekten başka bir sonuç vermez. İktidar Avrupa Birliği üyeliğimize başından itibaren gayet kuvvetli destekte bulunan Finlandiya ve İsveç'e yönelik olarak sadece iç politikada kullanmaya matuf içi boş tehditlerde bulunarak dış politikadaki manevra alanımızı tamamen yok etmiştir. Bu çerçevede, başta NATO olmak üzere kurucu üyesi olduğumuz örneğin Avrupa Konseyi gibi örgütlerde güvenilirliğimiz ve itibarımız da büyük ölçüde zedelenmiştir. İsveç'in NATO üyeliğine onay verebilmemiz için Avrupa Birliği ülkelerinden Avrupa Birliği tam üyelik sürecimizin canlandırılması talebinde bulunulabilmiştir. Oysa Türkiye öncelikle hukuk ve adalet sistemimizi kapsayacak şekilde Avrupa Birliği uyum sürecini belli bir aşamaya getirene kadar Avrupa Birliği üyesi ülkelerin veya İsveç'in sözlü desteğinin tek başına hiçbir şey ifade etmeyeceğini Erdoğan gayet iyi bilmektedir.

Tek adam Erdoğan'ın bir başka büyük yanlışı da sürekli tekrarladığı hatada ısrar ederek dış politikayı kendi iç politika gündemi için malzeme olarak kullanmasıdır, bunun sonu yoktur. İç politikada ucuz hamaset iş yapar ama bunun dış politikadaki maliyeti bugüne kadar defalarca yaşadığımız gibi çok ağır olur, bunlar Türkiye'nin onurlu dış politika geleneğine yakışacak hareketler değildir. Türkiye'nin bu süreçte İsveç'ten terörle mücadele konusundaki haklı taleplerine dair olumlu yanıt alınmış ise bizim en güçlü üyelerinden biri olduğumuz savunma ittifakı NATO'yu güçlendireceğine ve üzerimizden yük alacağına inandığımız bu kararı desteklemekten daha doğal bir şey düşünülemez.

Değerli milletvekilleri, ideoloji esaslı diplomasi zaman içinde sizi bütün sorunların tarafı hâline getirir; giderek yalnızlaşır, yakın siyasi tarihimizde görüldüğü gibi dostlarınızı ve müttefiklerinizi kaybetmeye başlarsınız. NATO içindeki meseleleri iç siyasete malzeme ederek çözmeye çalışmak bu bakımdan son derece zarar getirir. Cumhuriyet Halk Partisi, Türkiye ile başka ülkeler arasındaki ikili sorunların NATO'ya taşınmasının taraftarı değildir. Türkiye'nin Avrupa Birliği ve NATO üyeliklerinin dış politikasında tayin edici özellikte olduğu ve Batı'nın siyasi, ekonomik ve sosyal yapılanması içinde yer almasının kendisine güç verdiği unutulmamalıdır. Dış politikada kararlar tek bir kişi veya zümrenin ideolojik gündemine göre değil kurumsal akla ve ülkenin geleneksel dış politika ilkelerine uygun olarak millî iradenin tecelli ettiği Türkiye Büyük Millet Meclisinde partilerüstü bir anlayışla alınır. Cumhuriyet Halk Partisi, Türkiye'nin meşru taleplerinin İsveç'le diyalog yoluyla çözülmesinin Türkiye'nin uzun vadeli çıkarları için yararlı olacağına inanmaktadır. O yüzden, Cumhuriyet Halk Partisi, Finlandiya'nın NATO üyeliğine onay verdiği gibi İsveç'in üyeliğine de Türkiye Büyük Millet Meclisinde destek verecektir.

Değerli milletvekilleri, İsveç'le yaşadığımız gelgitli dönem Batı dünyasıyla ilişkilerimizin genel bir özeti gibi görünüyor. Nitekim Türkiye'nin Avrupa Birliği ve Amerika Birleşik Devletleri'yle ilişkileri cumhuriyet tarihimizde benzerine az rastlanır şekilde sorunlu bir dönemden geçiyor. Avrupa Parlamentosunun Türkiye'nin haklı tepkisiyle karşılanan son kararının fevkalade olumsuz içeriği üzerinde etraflıca düşünebilmeli ve tartışabilmeliyiz. Bugün Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri çıkmaz sokakta dolaşıyor izlenimi veriyor. Bu durumu tek yanlı ve sadece Avrupa Birliğini suçlayıcı bakışla yorumlayamayız; sadece siyasi içerikli açıklamalar yaparak konuyu geçiştiremeyiz, hallolmuş sayamayız. Türkiye'nin Avrupa Birliğiyle ilişkileri kuşaklara mal olmuş bir tercihtir. Geldiğimiz aşamada bizi ve sonraki kuşakları yakından ilgilendiren bu meseleyi yapıcı bir perspektifle soğukkanlı bir şekilde tartışabilecek miyiz? Türkiye'de temel hak ve özgürlükler, hukuk devleti ilkeleri, serbest tartışma ortamı, kadın ve çocuk hakları her geçen gün hasar görürken Avrupa Birliğine tam üyelik yolunda kesintisiz yürüyebileceğimize hakikaten inanıyor muyuz?

Türkiye'de bir Gezi Parkı hareketi yaşandı. Gezi hakkında ne söylerseniz söyleyin, nasıl bir anlatı üretirseniz üretin Türkiye de dünya da biliyor ki Gezi'de yaşananlar organik bir halk hareketiydi ve kitlelerin Hükûmete yönelik rahatsızlıklarını sokak protestoları yoluyla, Anayasa'dan kaynaklı demokratik haklarını kullanarak gösterdikleri bir tepkiydi. Gezi Parkı dünya demokrasi tarihine de barışçıl bir hareket olarak geçti. Gezi'ye katılanların tepkileri o dönem Başbakan olan Recep Tayyip Erdoğan'a ve Hükûmetine yönelikti. Gezi'ye katılan kimsenin Türkiye Cumhuriyeti'nin rejimiyle bir problemi yoktu, dolayısıyla bunun aksini ispatlama çabanız beyhudedir.

Osman Kavala, akıl almaz bir kinin eseri olarak, hukukun bütün kaynakları, Anayasa, kanunlar, teamüller -aklınıza gelen her ne varsa- çiğnenerek cezaevinde tutuluyor. Tayfun Kahraman, Mine Özerden, Çiğdem Mater, bugün bu salonda aramızda bulunması gereken Can Atalay en temel insan hakları gasbedilmiş şekilde tutuklu. Bir ülkede adı organize suçla anılan insanlar ülkenin en önde gelen siyasetçileriyle sosyal medyada fotoğraflar paylaşırken eline silah almamış insanlar terörist ilan edilir, üstelik de hukuka aykırı usullerle yargılanırsa o ülke dünyanın kendisine saygı duymasını bekleyemez. Türkiye böyle bir görüntüye layık değildir. Sizi bu hatadan dönmeye davet ediyoruz.

Değerli arkadaşlar, Osman Kavala davası Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin ötesinde, mahkemenin bağlı olduğu ana kurumun yani Avrupa Konseyinin ana gündem maddesi hâline geldi. Avrupa Konseyi, bizim kurucu üyesi olduğumuz çok önemli bir örgüttür, bizim Türkiye'nin çıkarlarını savunmamız anlamında da çok önemli bir platformdur. Buradaki gücümüzü ve ağırlığımızı korumamız ülkemiz açısından son derece önemlidir. Belki aramızda bu ayrıntıyı bilmeyenler olabilir zira Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, daha doğrusu AİHM olarak andığımız Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Avrupa Konseyine bağlı bir hukuk kurumudur. Biz kurucu üye olarak konseyin kurucu anlaşmasına imza attık, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarına uyacağımızı daha ilk baştan kendi irademizle beyan ettik. Anayasa ve kanunlar uluslararası hukukun iç hukukla ilişkisini belirliyor. Hâl böyleyken Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve benzer mahkemelerin ülkemiz hakkındaki kararlarını dikkate almamız gerekir. Nitekim Türkiye imza attığı dakikadan itibaren Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin zorunlu yargı yetkisini tanımış, kendi anayasasının ayrılmaz unsuru yapmıştır. Durum böyleyken alay edercesine bu kurum ve kuruluşların hafife alınması devlet ciddiyeti ve geleneğiyle ne ölçüde bağdaşmaktadır? Avrupa İnsan Hakları Mahkemesini kendi siyasal görüş ve eylemlerinizi eleştiriyor diyerek Türkiye'ye karşıt ya da düşman bir kuruluş olarak kodlayamazsınız. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, devletleri insan hakları konusunda denetleyen, bireyleri kendi devletleri ya da başka devletlerin hatalı uygulamalarına karşı koruyan bir kurumdur. Türkiye Cumhuriyeti devleti ya da Türk vatandaşları ve başka ülkelerin vatandaşları olan Türklerin, çeşitli ülkelerde haksızlığa uğradığı zaman haklarını Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi aracılığıyla aradığı hepimizin malumudur. Gelecek hafta tüm partilerden temsilci arkadaşlarımızla Strazburg'a seyahat edeceğiz. Biz orada Türkiye'yi hep birlikte temsil etmek için mesai yapacağız, burada bu konu karşımıza gelecek. Başta Genel Başkanımız olmak üzere bizler, Osman Kavala'nın usulüne uygun yargılanmadığını, temel insan haklarından mahrum edildiğini başından beri söylüyoruz. Orada da aynı şeyi dile getireceğiz çünkü Türkiye için en önemli önceliğin hukuka ve insan haklarına uygun hareket etmek olduğuna inanıyoruz.

Değerli milletvekilleri, iki ay sonra yapılacak Avrupa Birliğinin yıl sonu zirvesine restleşmelerle mi gireceğiz? Yüksek çıkarlarımızı etkileyecek bu zirve öncesinde uzun zamandır mesafe alamadığımız gümrük birliğinin güncellenmesi, vize serbestisi ve üyelik müzakerelerinin başlatılması konusunda hangi bahanelerin arkasına sığınacağız? Yoksa Türkiye için Avrupa Birliğiyle ilişkilerimiz, milyonlarca sığınmacıya ev sahipliği yapmamız karşılığında Avrupa Birliğinden yıllık aidat ödemesi almaya mı indirgenmiştir? Bu zor soruların açıklık ve dürüstlük içinde cevaplanmasını beklemek Türk milletinin hakkıdır.

Amerika Birleşik Devletleri'yle ilişkimizin de daha az sorunlu olmadığını biliyoruz. Türkiye ile Amerika Birleşik Devletleri arasında uzun süredir devlet başkanları düzeyinde bir ikili ziyaret olmadığı herhâlde yüce Meclisimizin dikkatinden kaçmamıştır, bu durum olağan karşılanabilir mi? Aslında sadece birkaç yıl geriye dönerek baktığımızda göreceğimiz S-400, F-35 meseleleri, devam eden CAATSA yaptırımları, Ermeni iddiaları konusundaki suskunluğumuz, kırk yıl önce Ankara'da fabrikasyon üretimine başlayan Türk Hava Kuvvetlerinin ana muharip omurgasını oluşturan F-16 uçaklarının alımı için bekletilmemiz, bankacılık ve finans sektörümüz üzerinde gölgesini eksiltmeyen Halkbank davası üzerinde polemikten uzak, sağduyulu bir tartışmayı başlatmayı düşünüyor muyuz? Fark edilmelidir ki Amerika Birleşik Devletleri'yle ilişkilerimiz de bir türlü yıllık 100 milyar dolarlık ticaret hacmi koyma hedefinin ötesine geçemiyor, bunun etrafında dolaşıp duyuyoruz.

Değerli milletvekilleri, Rusya ve Ukrayna konusunda izlediğimiz ve günübirlik al-ver hesaplarının gölgesinde süren anlaşılması güç ilişkiler yumağına kısaca değineceğim: Bu yaklaşım ilkeli bir tutumdan uzaktır. Bir zamanlar İran yaptırımları konusunda sergilediğimize benzer şekilde şeffaf olmayan bir tavrımız var. Sayıları artan Türk özel ve tüzel kişilerinin Amerika Birleşik Devletleri yaptırımları listesine dâhil edildiklerini hemen her hafta görüyoruz. Bu durumun sebebi Türkiye'nin ekonomisinin yaşadığı çöküntüden çıkış arayışı mıdır? Eğer böyleyse güvenilirliğimize, itibarımıza, ortaklık ve ittifak ilişkilerimize zarar verdiğimizi fark etmiyor olabilir miyiz? Cevabı aranan soru şudur: Türkiye bu dolambaçlı politikada daha ne kadar süreyle yürüyecektir? Bu tercihlerin Türkiye'ye maliyeti ne olacaktır? Bu önemli mesele yüce Mecliste tartışılmayı hak etmiyor mu?

Bu konuda yine bizim öncelikli konulardan biri olarak üzerinde durduğumuz Azerbaycan'ın toprak bütünlüğüne ve Karabağ meselesine de değinmek istiyorum.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN - Evet, Sayın Tan toparlayalım lütfen.

NAMIK TAN (Devamla) - Kardeş Azerbaycan'ın haklı davasında yanında olduğumuz kuşkusuzdur. Asıl önemlisi, iki gün sonra Barselona'da yapılacağı bildirilen Karabağ konulu Avrupa Birliği Azerbaycan-Ermenistan Zirvesi'nde alınacak kararları nasıl etkileyeceğimizdir. Bu zirveye katılıyorsak elimizdeki etki araçları nedir? Zengezur Koridoru meselesini başlı başına bir değerlendirmeye davet ediyor, bu konuda çeşitli ülkelerin hareketlendirdiklerini biliyoruz, bizim için hayati önem taşıyabilecek bu konuyu da tartışma ve görüşme gündemimize dâhil etmeliyiz.

O hâlde bugün kırılgan ekonomisi, ağır yaralı demokrasisi, yok olmuş bulunan hukuk devleti ve mevcut otoriter refleksleriyle Türkiye'nin dış politikasının saygın, güvenilir ve umut verici olduğu ileri sürülebilir mi? Bu sorunun cevabının "Hayır." olduğunu aklı başında herkes biliyor.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

NAMIK TAN (Devamla) - O hâlde yüce Meclisimize yeni yasama yılında düşen en önemli görev; bu tıkanmayı, aşınmayı, tükenmişliği tartışmak ve çözüm yollarını aramak olmalıdır.

Şahsım ve partim adıma bu öneri ve beklentilerimizi bir kez daha dile getiriyor, uzlaşmacı ve partilerüstü bir dış politika anlayışını yeniden benimseme çağrısında bulunarak sözlerime son veriyor, hepinize saygılar sunuyorum. (CHP sıralarından alkışlar)