| Konu: | İcra ve İflas Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi münasebetiyle |
| Yasama Yılı: | 6 |
| Birleşim: | 79 |
| Tarih: | 27.03.2023 |
İYİ PARTİ GRUBU ADINA HASAN SUBAŞI (Antalya) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Genel Kurulu saygıyla selamlıyorum.
435 sıra sayılı Kanun Teklifi'nin geneli üzerinde partim adına söz aldım. 48 maddelik bu kanun teklifi ağırlıklı olarak İcra ve İflas Kanunu ile diğer 20 farklı kanunda daha değişiklik getiren bir torba yasa teklifidir. Kamuoyuna "yedinci yargı reform paketi" olarak takdim edilmiştir.
2018 yılında, ilk defa, dönemin Adalet Bakanı Sayın Abdulhamit Gül Adalet Komisyonu üyeleriyle yaptığı toplantıda yargı reformu çalışmalarını duyurmuştu. Amacında yargı bağımsızlığını ve tarafsızlığını sağlayarak yargıya güveni artırmak, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarına uyum sağlamak, özgürlükleri geliştirmek, adalete erişimi kolaylaştırmak gibi birçok başlıktan söz edilmişti. Biz de bunların Anayasa'da güvence altına alındığını ancak buna rağmen siyasi baskılar ve uygulamalar nedeniyle gerçekleşmesinde zorluklar olduğunu belirtmiştik.
2019 yılının Mayıs ayında Yargı Reformu Strateji Belgesi, 2021 yılının Mart ayında İnsan Hakları Eylem Planı Sayın Cumhurbaşkanı tarafından açıklanarak süreç resmen başlatılmıştı.
2019 yılından bugüne 6 yargı paketi geçti ve bu tekliften önce kanunlaşan reform paketleriyle hedeflenen amaç ve faaliyetlerin çoğunun gerçekleştiği açıklandı ama hiçbirinde yargının temel sorunlarına ilişkin ilerleme maalesef sağlanamadı. Bu düzenlemelere "reform paketi" denilmesini doğru bulmuyoruz. Günlük sorunlara dönük özensizce hazırlanmış torba yasa teklifleriydi. Gerçek bir yargı, hukuk reformuna ihtiyacımız var mı derseniz Türkiye'nin tam da bu konuda ciddi reforma ihtiyacı vardır. Geldiğimiz noktada yıllar sonra yargıya güven arttı mı? İyi niyetle görevini yapmaya çalışan yargıç ve savcılarımızın varlığına rağmen maalesef giderek azaldı. Yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığıyla ilgili olumlu bir gelişme oldu mu? Maalesef hayır. Gerçi siyasi erkin işine gelen de zaten buydu. Yargının, insan hakları mahkemelerine uyumu ise hiç iyiye gitmiyor, kötüye gitmesi de doğal çünkü örneklerini gördüğümüz gibi mahkeme kararlarına uymayan yargıç ve savcılar terfi ettirildi yani iktidar zaten bir taraftan uyumsuzluğu teşvik ediyor. Onun için bu yargı paketlerinden sonuç almak mümkün olamazdı, olmadı da.
Teklifin 1'inci maddesiyle getirilen, konutta haciz uygulamasının icra mahkemesi kararına bağlanması olumlu olmakla birlikte karmaşık kaleme alınmış ve iş yükü zaten fazla olan icra mahkemelerini çalışamaz hâle getirecektir.
4'üncü ve 6'ncı maddelerinde, yediemindeki hacizli malların tasfiyesi sürecinde Kızılaya devredilerek katkı sağlanması hükme bağlanmış. Doğrusu, gereksiz maddeler; Kızılayın bunca tartışıldığı bir ortamda keşke Kızılay hiç gündeme gelmeseydi, güvenilir bir kuruma devri daha iyi olabilirdi; deprem felaketi sırasında, hatta şu sıralarda bile insanlarımız çadıra muhtaçken çadır satıp kâr gözeten bir kurum bütün güvenilirliğini yitirmiştir.
Teklifin 15'inci maddesiyle, noterlerin yapabilecekleri tespit işlemlerinin kapsamına delil tespiti de ekleniyor; keşif yapabilecek, tanık dinleyebilecekler. Anayasa'ya aykırı olabileceği irdelenmemiş ve belli ki mahkemelerin iş yükü noterler ve ara buluculuk yollarıyla hafifletilmek istenmiştir. Oysa doğrusu, yeterli mahkemelerin oluşturulması olmalıydı.
26'ncı maddede, annenin cezasının ertelenmesi konusunun "ebeveyne" şeklinde değiştirilmesinde ve 18 yaşına kadar engelli çocuğun bakımında sadece annenin değil, bazı hâllerde babanın da böyle bir mesuliyeti olduğu düşünülerek maddenin "ebeveyn" olarak düzeltilmesinde yarar olduğunu düşünüyoruz.
29'uncu maddede, Kabahatler Kanunu'nun 43/A fıkrasına göre bir değişiklik yapılıyor. Burada kamu-özel tüzel kişilikler ayrımı yapılmaksızın sadece "tüzel kişilik" tabiri kullanılmıştır yani birinin hatası yüzünden ya da ona yüklenebilecek bir kabahati yüzünden bir kamu tüzel kişiliğine 50 milyon liraya kadar ceza verilebilecektir. Bu "kamu tüzel kişiliği"nden akla ilk başta muhalif belediyeler geliyor. Bununla belediyelere bir tehdit aracı yolu açılmamalıdır.
Yine, 44'üncü maddede, yabancılar hakkında yürütülen adli işlemler sırasında yurt dışına çıkmama konusunda mahkeme kararına itiraz yetkisinin valiliklere verilmesi doğru değildir, Anayasa'ya aykırılık teşkil eder.
Değerli milletvekilleri, bu çatı altında birlikte beş yılı tamamlamış bulunuyoruz. Önümüzdeki dönemde sizlerle birlikte aynı çatı altında olamayacağım için izninizle kalan zamanı teklif metni dışında, biraz farklı değerlendirmeye çalışacağım.
Siyaset yaşamına 20'li yaşlarda Adalet Partisi yönetimlerinde görev alarak başlamıştım. 30'lu ve 40'lı yaşlarda Doğru Yol Partisinden Antalya Belediye Başkanlığı ve Büyükşehir Belediye Başkanlığı görevleri yaparak Antalya'ya hizmet etme fırsatı buldum. Daha sonra, Demokrat Partide Genel Başkan Yardımcılığı ve nihayet sizlerle bu çatı altında İYİ Parti milletvekilliği görevini tamamlamak üzereyim. Beni çok genç yaşlarda siyasete çekmişlerdi. Bu elli yıllık sürecin içinde zaman zaman aktif olarak görevdeyken diğer zamanlarda mesleğimi icra ettim, tarım faaliyetimi sürdürdüm, ülke siyasetini de hep gözlemlemeye çalıştım. 70'li yıllar kargaşa ve anarşinin devam ettiği yıllardı. Gençlerin sağ-sol kavgaları çatışmaya dönmüş, yirmi yıla yakın süre ülkeyi meşgul etmişti. 80 askerî darbesiyle çatışmalar sonlanmıştı ama sağ-sol kamplaşması yine, siyaset için kullanılan bir alandı. 80 darbesi anarşiyi bastırmıştı ancak ardından terör başlamıştı ve terör canlara kıyıyor, ülkenin kaynaklarını yok ediyordu. İktidarlar terörü sonlandırma görevini sadece silahlı kuvvetlere havale ediyordu. Kahraman kolluk güçlerimiz yılmadan mücadele ettiler, bu uğurda birçok gencimizi kaybettik. Ne sağ-sol çatışmasını ne de terörün nedenini siyaset araştıramadı, daha doğrusu Genelkurmay bu alanın siyasetin alanının dışında kalmasını istiyordu. Oysa, bunları farklı boyutlarıyla araştırmak ve çözüm aramak tam da siyasetin konusu ve sorumluluğuydu. 1991 yılında, Belediye Başkanlığım sırasında seçimler olmuş ama tek başına iktidar çıkmamıştı, sağ-sol çekişmesi ise sürüyordu. SHP İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Yüksel Çakmur, Antalya Belediye Başkanı olarak Doğru Yol Partisinden bendeniz ve 20'ye yakın SHP'li, DYP'li belediye başkanları olarak seçimlerin ardından, rahmetle andığım Genel Başkanlar Sayın Demirel ve Sayın İnönü'yü ziyarete gitmiştik. Başkanlar arasındaki dostluklardan söz ederek sağ ve sol iki partinin birlikte hükûmet kurmalarının yararlı olacağından söz etmiştik. Liderler bizden etkilenmiş, benzer konuşmaları o günlerde yapılacak geniş divan toplantılarında dile getirmemizi söylemişlerdi, bizler de görevimizi yaptık. Gerilimin düştüğünü zannediyorum ve sonrasında da kurulan koalisyon hükûmetiyle, yıllardır süren sağ-sol çekişmesi ve çatışması da sonlanmış oldu. Bu koalisyon hükûmeti, iki liderin uyum ve olgunluğuyla sağ-sol çekişmesi sonlanmıştı. "Kürt sorunu" diye dillendirilen konuya da eğilmek istediler. İki lider, Diyarbakır seyahatinden önce, Kürt realitesini kabul etmek gerekir diyerek bir adım atmışlardı ama gerisini getirmekte zorlandılar; sanıyorum, yine bu konunun siyasetin dışında olması gerektiği hatırlatılmıştı. Oysa 1990 yılında SHP'nin hazırlattığı "Doğu ve Güneydoğu Anadolu Sorunu" adlı raporu hayli kapsamlıydı. "Kürt sorunu" diye de anılan bu rapor aynı nedenle siyasetçiler tarafından maalesef savunulamamıştı. 1991 yılında ise Sayın Tayyip Erdoğan'ın Refah Partisi İstanbul İl Başkanıyken hazırlatıp Sayın Erbakan'a sunduğu "Kürt Sorunu ve Çözüm Önerileri" başlıklı raporu da konuya benzer öneriler getiriyordu. Yine, rahmetli Özal döneminde, 1992 yılında Adnan Kahveci'ye hazırlattığı ön rapor bulunmaktadır. Cumhuriyetin ilk döneminde de konunun önemi nedeniyle hazırlanmış onlarca rapor bulunmaktadır. Belki siyaset bunları değerlendirip güvenlik önlemleri yanında başkaca adımlar atabilse teröre imkân sağlayan iklim ortadan kalkmış olabilirdi.
Değerli milletvekilleri, 1989 yılında Kenan Evren'in açmış olduğu dava sonucunda, Anayasa Mahkemesi, yasalarımızda kısıtlayıcı bir hüküm olmamasına rağmen üniversite öğrencilerine başörtüsünün yasaklanmasına neden olabilecek bir karar vermek suretiyle bir fay hattını daha tetiklemiş oldu. Yirmi yıla yakın zaman diliminde toplum yine ayrıştı, genç kızlar eğitim hakkını kaybetmiş, toplum derinden sarsılmıştı. Bu konu da siyasetin çözüm alanı dışında kalıyordu maalesef çünkü Genelkurmayın hassasiyet alanındaydı.
2010 referandumuyla yapılan Anayasa değişikliği sonrası, yargıda beklenmedik biçimde devlete sızdırılmış olan örgütlü yapı yargıya hâkim olduktan sonrası gelişmeler sonucu Genelkurmay hedef alınmış, "Kumpas davası" olarak adlandırılan davalarla askerî yapı ve hiyerarşik nizam çökertilmiş, vesayetin etkisi de kalmamıştı. Bu gelişmeler sonucu Sayın Cumhurbaşkanı ve Sayın Kılıçdaroğlu'nun tavırları da yorgun düşen toplumun başörtü konusunun kendiliğinden çözümünü kolaylaştırmıştı. Evet, çözüm kolaylaşmıştı ama sonrasında en büyük tehlike ve tehdidin devlete sızan bu terör örgütü olduğu acı gerçeğiyle karşı karşıya kalınmıştı. Bu defa siyasetin alanı dar koridorda değildi ama giderek yargı, yürütme ve yasamanın da gücünü kullanan kontrolsüz bir güçte toplanmaya başlamış, denetim olmadığı için örgüt devlete sızmıştı. 2017 referandumundan sonra Cumhurbaşkanı hükûmet sistemiyle de Cumhurbaşkanı gücü tekeline aldı, Parlamento işlevini kaybetti, denetim ve sorgulamadan ari yapı tümüyle keyfîliğe büründü. Devlet sistemi işlerliğini kaybetti, işlerliği olan alanlarda ise yanlış kararlarla toplumun gerçek sorunlarından uzaklaşıldı. Sadece "Ben ekonomistim. Nas var." söylemi nedeniyle bile olağanüstü borç ve faiz yükü halkın, hatta gelecek nesillerin omuzlarına büyük bir yük olarak yüklenmiş oldu. Bu oluşan otoriter rejimle artık sadece yasama, yargı ve yürütme değil siyaset alanı da vesayet altında kalmış, mevcut hukuk rejimi de darbe hukuku hüviyetine bürünmüştü. Artık Anayasa'ya, Anayasa Mahkemesi kararlarına, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarına uymak konusunda tereddütler oluşmuş, hatta uymayan yargıç ve savcılar terfi etmeye başlamışlardı.
Yine, fay hatlarımızdan birini teşkil eden Alevi yurttaşların cemevlerinin ibadethane sayılması istekleri, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin 2016 yılında verilen kararıyla haklı oldukları kesin hükme bağlanmasına rağmen uygulanamamıştı çünkü farklı bir inanç grubunun tercihini egemen diğer bir inanç grubu belirliyordu, hâlbuki demokratik toplumlarda bu kendi tercihleri olarak kabul görür. Sırf bu nedenle Alevi yurttaşların devletin eşit yurttaşı olduğuna dair inancı sarsılmaktadır.
Yine, mahkeme kararına rağmen Osman Kavala ve benzeri birçok kişi Gezi Parkı davası nedeniyle hâlâ tutukludur. Bunlar keyfî yönetimin binlerce mağduru arasındaki çarpıcı örneklerdir.
Cumhurbaşkanının yarattığı birçok ayrışma, kamplaştırma faaliyetlerinin yanı sıra, siyaseten "yerli ve millî" namı altında yeni bir fay hattı daha siyaset sahnesine sürülmüştür. Oysa Anayasa'ya göre Cumhurbaşkanı milletin birliğini temsil eden makamdır. Bütün bunlar partili Cumhurbaşkanlığı sisteminin sakıncalı örnekleridir. Anayasa'ya göre devlet, öncelikle milletin can güvenliğini, huzur ve refahını sağlamakla görevliyken geçtiğimiz yıllarda yaşanan Elâzığ depremi haftasında can kayıplarımıza rağmen Meclis gündemine Kanal İstanbul ve Ahlat'ta saray yapımı getirilmişti. 6 Şubatta yaşadığımız büyük deprem ve felaket sonrasında devletin işlemezliği bir kere daha kendini göstermiş, can kayıplarının artmasına neden olmuştur. Şimdi de yine yeterli inceleme yapılmaksızın "On binlerce temel atıyoruz." diyerek seçimlere dönük beklenti yaratmak amaçlanmaktadır. Can güvenliği, yine, tedbir almak yerine kader planına terk edilecektir maalesef. Geçtiğimiz yıllarda Mecliste çıkarılan imar affının on binlerce yurttaşın ölümüne neden olan çürük binalara bir nevi devletçe koruma sağladığı unutulmamalıdır.
Değerli milletvekilleri, dilerim ki 14 Mayıs seçimleri sonrası oluşacak iktidar, halkın yüklediği siyasi sorumluluk gereği, cesaretle Mecliste her konuyu özgürce tartışıp çözümlere kavuşturabilir. Bu yüce çatı altında aziz milletimiz çok önemli görevler başarmıştır. Bu çatının Kurtuluş Savaşı'nın karargâhı olduğu ve Türkiye Cumhuriyeti devletinin bu çatı altında kurulduğu unutulmamalıdır.
Sayın Başkan ve değerli milletvekilleri; umarım, kişisel görüş ve düşüncelerimi paylaşmakla sizleri sıkmamışımdır. Hepinizi saygıyla selamlıyorum.