GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: 2023 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Teklifi ile 2021 Yılı Merkezi Yönetim Kesin Hesap Kanunu Teklifinin 6'ncı Tur Görüşmeleri münasebetiyle
Yasama Yılı:6
Birleşim:35
Tarih:11.12.2022

İYİ PARTİ GRUBU ADINA AYHAN ALTINTAŞ (Ankara) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; İYİ Parti Grubu adına söz almış bulunuyorum. Genel Kurulu saygıyla selamlıyorum.

Öncelikle, salı günü değerli milletvekilimiz Hüseyin Örs'e yapılan saldırıyı şiddetle kınıyorum. Hiçbir yumruk bizi yolumuzdan döndüremeyecektir.

Ayrıca, 6 yaşında çocuğu evlendiren zihniyeti, buna imkân sağlayanları, olay ortaya çıkınca sessiz kalanları da lanetliyorum ama merak da ediyorum: İktidar bu tür haberlere hemen yayın yasağı koydururdu, hatta haber duyulmadan yayın yasağı gelirdi; bu sefer normal bir uygulama yaptılar. Hep böyle olmasını temenni ederim, rezillikler halının altına süpürüldükçe yaygınlaşıyor.

Konuşmama TÜBİTAK'la başlamak istiyorum. TÜBİTAK internet sayfasındaki tarihçenin ilk paragrafı şöyle: "TÜBİTAK, 1963 yılında, Türkiye'de planlı ekonomi döneminin başlangıcında kurulmuştur. Kuruluş aşamasında en temel görevleri, özellikle doğa bilimlerindeki temel ve uygulamalı akademik araştırmaları desteklemek ve genç araştırmacıları teşvik etmek, özendirmekti."

Bu paragrafı bugünün koşullarına bakarak analiz edersek, bugün planlı ekonomiden maalesef bahsedemeyiz. İktidar "yatırımların fizibilitesi ve planlanması" kavramlarını eski Türkiye'nin kötü alışkanlıkları olarak görüyor. İkinci cümlede bahsedilen "temel bilimler araştırmaları" ise artık TÜBİTAK bütçesinin ihmal edilebilir bir kısmını oluşturuyor.

Benim TÜBİTAK'la tanışmam 1972 yılında, Türkiye'de her yıl 40 öğrenciye verilen lise bursiyeri olmamla başladı. O zaman TÜBİTAK'ın asıl misyonu, gençleri temel bilimlere özendirerek araştırmaları yönlendirmek, teşvik etmekti; bir anlamda, Almanya'daki temel bilimler araştırma kurumu olan Max Planck Enstitüsü örnek alınmıştı. 1980'lerde Anavatan Partisinin iktidarıyla TÜBİTAK misyonu, daha fazla uygulamalı araştırmalara yöneldiyse de yeterli kaynak ayrılmayınca fazla yol alınamadı; zaten ülkenin endüstriyel altyapısı da AR-GE altyapısı da yetersizdi. 1990'larda Profesör Erdal İnönü'nün siyasi iradesiyle temel bilimler tekrar ağırlık kazandıysa da 2000'lerde AK PARTİ'nin bakış açısı farklı oldu. AK PARTİ eğitim, sağlık, enerji, tarım, hayvancılık gibi her şeyde olduğu gibi "yerli merkantilizm" diyebileceğimiz bir bakış açısını bilim alanına da genişletti ve TÜBİTAK'ı temel bilimler yerine uygulamalı araştırmalara yönlendirdi; bir diğer anlatımla, Max Planck Enstitülerinden uygulamalı bilim yapan Fraunhofer Enstitülerine geçiş yapılmaya çalışıldı. Özellikle savunma sanayisi, elektronik, telekomünikasyon alanlarındaki ihtiyaçların artmasıyla kaynaklar TÜBİTAK'ı daha değerli hâle getirdi; yeni enstitüler kuruldu, büyük projelere yönelindi ancak TÜBİTAK bu geçişle birlikte bir kimlik bunalımına da girdi. Enstitülerden birer firma gibi çalışmaları beklendi, bu da rekabet açısından sorunlu uygulamalara yol açtı. Enstitüler devletten aldıkları destekle özellikle savunma sanayi firmalarıyla haksız rekabete girdiler. Türk Silahlı Kuvvetleri bu durumdan memnundu, bu sayede yerli savunma sanayi firmalarını yola getireceklerini düşündüler ama TÜBİTAK ürün odaklı çalışmaya hazır değildi ve birçok büyük proje başarılı olamadı. Hâlbuki olması gereken, temel araştırmanın TÜBİTAK enstitüsünde yapılması, ürün hâline getirilmenin ise ticari firmalara bırakılmasıydı yani rekabet yerine iş birliği gerekirdi. TÜBİTAK'ın üniversitelerle olan yakın iş birliğinde daha başarılı olması ve Avrupa Birliği fonlarının yaygınlaşması da bilimsel yayınlarda ve araştırmacı sayısında artış sağladı.

Kuruluş kanunu ve bunu izleyen mevzuat ve metinlerde yer alan TÜBİTAK'ın faaliyet alanının doğa bilimleriyle sınırlı olduğu izlenimini veren hükümler 2005 yılında 5376 sayılı Yasa'da genişletildi, sosyal ve beşeri bilimler de kurumun görev alanına dâhil edildi. Bu kanunla ayrıca bilgi ve teknolojinin üretildiği ortamlardan kullanıldığı ortamlara aktarılmasını sağlayacak, üniversite-sanayi iş birliğini geliştirecek çeşitli ve etkin mekanizmaların kullanımına olanak verecek hükümler getirildi. Ama iş birliği ve takım çalışmasını beceremeyen ve herkesin baş olmak istediği bir kültürde bu, büyük ölçüde başarılamadı. 10 daireli bir apartmanda bile yönetim toplantılarının ne kadar hararetli geçtiğine hepimiz tanık olmuşuzdur. Zaten uluslararası düzeyde değerli patent sayısındaki zayıflığımız uygulamadaki başarısızlığımızın da bir göstergesidir.

Bu arada Millî Eğitim Bakanlığımıza da bir cümle söylemek isterim. Temel eğitimde öğrencilerimize özellikle iki beceriyi kazandırmanızı öneriyorum: Birincisi, sorgulayıcı, eleştirici okuma ve düşünme; ikincisi ise takım çalışması. Eğer sadece bu 2 beceriyi kazandırabilirsek temel eğitimimizi başarılı sayacağım. TÜBİTAK, bugün hâlâ bu kimlik bunalımının etkisinde hem araştırma fonlayan hem de araştırma yapan bir kurum konumunda; Amerika'da nükleer teknoloji gibi ticari firmalara verilmesi mümkün olmayan ve uzay teknolojileri gibi çok uzun vadeli kâr amacı gütmeyen projeleri yapan ulusal laboratuvarlara benzemeye çalışan ama aynı zamanda AK PARTİ'nin pragmatik yaklaşımına da uygun davranması gereken çelişkili bir yapıda. Mevcut yönetimin bu yapısal sorunları çözecek gücü ve yetkisi bulunmamakta. Zaten 2011 yılında kararnameyle Başbakanlıktan Sanayi Bakanlığına tenzilirütbeye uğrayan kurumun bunu başarması çok zor. Bugün TÜBİTAK yine de başarılı oluyorsa Başkanımızın kişisel gayreti ve Sanayi Bakanımızın araştırmaya olan özel ilgi ve güveni sayesindedir ama biliyoruz ki kişiye bağlı sistemlerin sürdürülebilirlik sorunu hep vardır.

TÜBA'yı konuşmaya gerek görmüyorum, 2011 yılında yapılan değişiklikle siyasileştiğini ve saygınlığını yitirdiğini söyleyerek geçiyorum.

Şimdi iktidarın sanayi politikalarını kendi bakış açımdan yorumlamak istiyorum. AK PARTİ iktidara geldiğinde sanayi konusuna biraz uzak durdu, hatta devletin elindeki tüm sanayi kuruluşlarını da haraç mezat sattı çünkü acil para lazımdı, yeni sanayi yatırımı da yapmadı. Sanayi ve üretim uzun soluklu ve çok da hızlı olmayan süreçleri içeriyor; belki de bu kadar uzun süre iktidarda kalacaklarını da öngörmüyorlardı. Dolayısıyla, tarım, hayvancılık, sanayi gibi üretim ekonomisi yerine inşaat gibi hızlı ve çok kârlı sektörlere ağırlık verdiler. Burada belediyelerin de kendilerinden olmasından yararlanarak kamu arazilerini, imar rantlarını yandaşlara açtılar, hatta Katar gibi yandaş ülkeleri de bundan yararlandırdılar. Tank Palet Fabrika satışı...

ORHAN SARIBAL (Bursa) - Sattılar, sattılar Tank Paleti, sattılar.

AYHAN ALTINTAŞ (Devamla) - ...ALTAY tankı, ATAK helikopteri beceriksizliği hâlâ gündemde. Alınan borçları da pahalı yollar, köprüler, sözleşmeleri açıklanmayan şehir hastaneleri gibi projelerde savrukça harcadılar; tabii, bunları yaparken tarım arazilerini ve çevreyi de hoyratça kullandılar, tarımı da tamamen merkantilizmin eline verdiler; kendilerini eleştirenlere de "Paramız var ki ithal ediyoruz." dediler.

ORHAN SARIBAL (Bursa) - Şimdi etsinler bakalım, bulamıyorlar.

AYHAN ALTINTAŞ (Devamla) - Kısacası, uluslararası piyasalardaki ucuz ve bol dövizle içeriden ve dışarıdan borçlanarak, paraları da inşaata, betona gömerek büyümeyi gerçekleştirmek gibi kolaycı bir yöntemi tercih ettiler. Sayın Binali Yıldırım'ın sözleriyle, biz para yağmur gibi yağarken sanki hiç ödemeyecekmişiz gibi bol bol almışız, geri ödeme zamanı gelince "Nereden çıktı bu?" demeye başlamışız. Ancak uzun süren iktidarlarının sonuna doğru borç bataklığının etkisini göstermesi ve uluslararası piyasada döviz borçlanmanın zorlaşmasıyla nihayet akıllarına geldi ki "yatırım" "üretim" "istihdam" "ihracat" demeye başladılar. Ataların deyimiyle, bir musibet bin nasihatten iyidir. (İYİ Parti ve CHP sıralarından alkışlar) Sanayi politikamıza başarısız diyerek Sayın Bakanı veya bürokratları ezmeye çalışmak gibi bir niyetim yok. Bence bürokrasi olaya sadece kendi açısından bakıyor, "Tarımı, çevreyi ilgili bakanlıklar gözetsin." diyor; bunda da haklılar.

Değerli milletvekilleri, Sanayi Bakanlığının ortaya koyduğu politikalar ülkemiz ekonomisi açısından oldukça önemli. Nitekim, günümüzde gelişmiş ülkelerin ihracat gelirlerinin önemli kısmını teknolojik ürünler oluşturmaktadır. Sayın Bakanın bütçe sunuşlarında ihracat hususunda "Türkiye bugün çimento ihracatında dünya 2'ncisidir, değirmen makineleri ihracatında dünyada bir numarayız. Gemi inşa sektöründe yılda 2 milyar dolar ihracat yapıyoruz. Makine ihracatımız 21 milyar doları yakaladı. Kâğıt ürünleri sektöründe ihracatımızı tam 9 kat artırdık. Geçmişte tümüyle ithalatçı olduğumuz demir yolu araç ve ekipmanlarında artık net ihracatçı konumundayız." yazmaktadır. Elbette bunlar önemlidir, biz bu hususta kendilerini takdir ediyoruz. Bunlar bardağın dolu tarafı, biz de biraz boş tarafını söyleyelim.

Gelişmiş ülkelerle karşılaştırma yaptığımızda sanayi ihracatında yeterli olmadığımız görünüyor. Millî gelirden AR-GE'ye ayrılan payımızın düşüklüğü yüksek teknoloji ürün ihracatımızın yetersizliğine yol açıyor ve bunun sonucunda da ihracat kilogram fiyatımız düşük kalıyor. Hükûmet daha önce koyduğu hedeflerin çok altında kalmıştır. Millî gelirden AR-GE'ye ayrılan yüzde 1,13'lük pay yetersiz maalesef. Bu rakamın 2023 hedefi kalkınma planında 1,8 olarak belirlenmişti, dolayısıyla hedefin ancak yarısını geçebilmişiz; OECD ortalaması olan yüzde 2 oranına yaklaşmamız maalesef imkânsız görünüyor.

İmalat sanayisinin ihracatında yüksek teknoloji ürünlerinin payı yüzde 2,9 olarak gerçekleşmiştir, hâlbuki On Birinci Kalkınma Planı'nda Hükûmetin hedefi 2023 yılı için bu payın yüzde 5,8'e yükseltilmesi idi yani bugün itibarıyla hedefimizin yarısını ancak tutturabilmişiz. Yüksek teknolojili ürün ihracatımız sınırlı olunca ihracatımızın kilogram fiyatı da düşük oluyor; 2021 yılında ihracat kilogram fiyatımız 1,29 Amerikan dolarına denk gelmektedir.

2023 için Hükûmetin başka hedefleri de vardı. Mesela, AK PARTİ'nin 2011 Haziran seçimlerindeki beyannamesine baktığımız zaman "Kişi başına millî gelir 25 bin dolara yükselecek, ihracatımız 500 milyar dolara ulaşacak, enflasyon ve faiz oranları kalıcı biçimde düşük ve tek haneli rakamlara inecek." ibarelerini görüyoruz. Bugün ise millî gelir 9 bin dolar oldu diye mutlu oluyoruz, neredeyse hedefin üçte 1'i. 2021 yılının Aralık dönemi ihracat rakamı 225 milyar, bu sene Ocak-Ekim döneminde ise 209 milyar. Görünen o ki bu sene de 2023 hedefimizin yaklaşık yarısını gerçekleştirebileceğiz. Enflasyondan bahsetmeye hiç gerek yok; yani hedeflerin yanından bile geçememişiz, hâlâ "2023'te doğal gaz ucuzlayacak, petrol ucuzlayacak." gibi sözlerle halkı oyalıyoruz.

Değerli arkadaşlar, Bakanlığın istikrarsız politikalarına da teşvik politikalarına da değinmek istiyorum. Örneğin, tüm destek ve teşvikleri birleştirip vereceğimiz Teknoloji Odaklı Sanayi Hamlesi Projesi. 2021 yılında başvuran firmalar hâlâ bekliyorlar, neredeyse iki sene oldu Sayın Bakanım; bu firmalar programı bekledikleri için elemanlarını da kaybetmek istemiyorlar ve hâlihazırdaki birikimlerini bunun için kullanıyorlar. Bu konuda neden bir girişim yapılmıyor, engel nedir? Yoksa ekonomik kriz ortamı nedeniyle AR-GE'den vaz mı geçildi? Malum, ekonomik krizlerde herkes bugüne yoğunlaşır, geleceğe yatırım pek düşünülmez; karşımızda da böyle bir tablo mevcut.

Değerli arkadaşlar, adil olmayan bir düzenin, belirsiz ve istikrarsız politik yaşantının, istişare etmeden "Ben bilirim." diyerek ortaya konulan ekonomik uygulamaların sonuçlarını da sıklıkla yaşıyoruz. İstatistikler incelendiğinde, Türk araştırmacıların Türkiye'den gitme sayılarının 2014 yılından sonra hızla arttığını görmekteyiz. Bir başka dikkat çekici husus daha var: Türkiye'de yolsuzluk algı sıralamasında 2013 yılından sonra hızlı bir artış mevcut yani ikisi birbirine paralel gidiyor. Yurt dışına gidenler de yolsuzluk, yandaş kayırmacılığı, ekonomik sıkıntılar, siyasi belirsizlikler gibi nedenlerden dolayı yurt dışına gitmeye karar verdiklerini söylüyorlar. "Giderlerse gitsinler!" sloganıyla yaklaşılan doktorlarımızla bu süreç çok sık gündeme geldi ama yıllardır doktorlarımızdan çok daha fazla sayıda mühendislerimiz yurt dışına gidiyor.

Bir arkadaşımızın LinkedIn'de yaptığı bir araştırma var; ASELSAN, TAI, HAVELSAN ve ROKETSAN'da bir süre çalıştıktan sonra Hollanda, Almanya, İngiltere ve Amerika'ya gidenlerin sayısını tespit etmiş. Ortaya konan sayı dehşet verici, en az 2 ROKETSAN'ı oluşturabilecek kadar değerli mühendisimizi yurt dışına kaybetmişiz; ASELSAN'dan yaklaşık 2 bin, TAI'den 1.600, ROKETSAN'dan 500 eleman bu ülkelere gitmişler; üstelik bu mühendislerimiz tecrübeli, uzman mühendisler.

Kamu mühendislerimizin yaşadığı sorunları da görüyoruz. Kamu mühendislerimizin özlük haklarının yıllardır geriye gitmesi, kamuda mühendislik hizmetlerini sürdürülemez hâle getirmektedir. Mühendislerin özlük haklarının doktorlar ve hâkimler gibi düzenlenerek mesleki saygınlıklarını tekrar kazanmalarını sağlamalıyız.

Değerli arkadaşlar, iktidar partisinin günü kurtarmaya yönelik popülist politikaları bırakarak geleceğe dönük, akılcı, istişareye dayalı uygulamaları yürürlüğe koymasını bekliyoruz.

Bütçemizin Türk milletine hayırlı olmasını diliyorum.

Saygılarımla. (İYİ Parti ve CHP sıralarından alkışlar)